Şefaat Kuran’a Aykırı Mı ?

images-4 Şefaat Kuran'a Aykırı Mı ?

1. “Cehennemden bir topluluk, Muhammed’in (s.a.v.) şefaatiyle çıkar ve cennete girer. Ve onlar ‘cehennemlikler’ diye isimlen­dirilirler”.[1]

Enes b. Malik, Resûlullâh’ın (a.s.) şöyle buyurduğunu rivayet etti: ” Bir kısım insanlar, kendilerine cehennem ateşi dokunduktan sonra si­yaha yakın kırmızı bir renkte oradan çıkıp cennete girecekler. Cennet ehli onlara ‘Cehennemlikler’ adını verecekler.”[2]

Bu hadis, şu ayete arz edilerek tenkîd edilmiştir: “Güzel davranan­lara hüsna (daha güzel karşılık), bir de ziyade/fazlası vardır. Onların yüz­lerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir zillet (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Yunus, 26) Ayette cennet ehline toz anlamında kara leke bulaşmayacağı ifade edilmekte­dir. Hadiste ise siyaha yakın bir kırmızılık içinde olanların cennete dahil olacağı beyan edilmektedir.

Bunların arasında bir tenakuz yoktur. Ayette kara leke bulaşmayacak kimselerin “hesapsız doğrudan cennete girecek olanlar ile tartıları ağır gelip cennete dahil olanlar” olduğu anlaşılmaktadır. Üzerlerinde siyaha yakın leke bulunacak olanlar da böyle olmayan, yani sonradan cennete dahil olan müminlerdir. Ayetteki toz anlamındaki kara lekeyi mecazi olarak anlamak da mümkündür. Yani onların üzerinde hiç bir yorgunluk izi olmayacaktır.Alınları ak bir şe­kilde cennete gireceklerdir. Hadiste ise bu kişilerin hakiki olarak üzer­lerinde bir siyahlık olacağı ifade edilmektedir. Bu siyahlıkla tanınamayacaklar, ancak bu siyahlığın devam edip etmeyeceği hadislerde geçme­mektedir. Bunu en iyi bilecek olan Allah’tır.

2. “Şehîd, ev halkından yetmiş kişiye şefaat eder”.[3]

3. “Kıyâmet günü şu üç grup insan şefaatçi olacaktır: Peygamber­ler, âlimler ve şehîdler”.[4]

4. “Her Nebinin bir duası vardır. Ben ise ümmetime kıyamet gü­nü şefaat etmek üzere duamı geciktirmek istiyorum”.[5]

5. “Nebîler, melekler ve mü’minler şefaat eder. Bundan sonra Cebbâr olan Allah: ‘Geriye benim şefaatim kaldı’ der ve cehennem­den bir avuç alır ve böylece orada yanmış olan bazı toplulukla­rı çıkarır. Sonra onlar cennetin önlerindeki hayat suyu denilen bir ırmağa bırakılırlar”.[6]

6. “Kıyâmet gününde şefaatimle en ziyade mesut olacak kimse, kalbinden halis bir şekilde ‘Allâh’tan başka ilah yoktur’ diyen kimsedir”.[7]

7. “Kur’ân okuyun, çünkü o kıyamet günü okuyucusuna şefaat eder…”.[8]

8. Enes’den: “Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah sahipleri­ne aittir”.[9] Tirmizî’ye göre hasen-sahih-garibdir. Tirmizî aynı hadisi Câbir’den nakleder ve hakkında “bu tarikten hasen-garibdir” der. Elbânî, bu hadis hakkında şöyle der: “Hadîs -gö­rüşleriyle mağrur olanların ve hevasına ittiba edenlerin hilâfı­na- sahîhdir”.[10] İlave olarak şunu söyleyelim: Elbânî, bu hadî­se aslında “bid’at sahibi hariç ümmetime şefaatim helâldir” rivayetini naklettikten sonra değinmiştir. “Bid’at sahibi…” şeklin­deki hadisin münker olduğunu belirttikten sonra ayrıca metni­nin “Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah sahiplerine ait­tir” hadisine muhalif olduğunu belirtmiştir.

Şefaat meselesi, tarihte olduğu gibi günümüzde de tartışılan konulardan biridir. Bu konuda iki görüş ortaya çıkmıştır:

1. Şefaat diye bir şey yoktur. Çünkü bu, torpil ve iltimas anlamına gelir. En küçük detaylara varıncaya kadar adaletin gerçekleştirile­ceği kıyamet gününde böyle bir torpil uygulaması Allâh’ın adaletine uygun düşmez. Haricîlerin ve Mu’tezile’den bazılarının ileri sürdüğü bu görüşün delili, daha ziyade akıl ve mantıktır. Kur’ân-ı Kerîm’deki; “Şefâatçilerin şefaati onlara fayda vermez”[11] ayeti ile buna benzer ayetler de bu görüşe delil olarak gösterilir.

2. İslâm ulemasının çok büyük ekseriyetine göre ise şefaat vardır.Yu­karıdaki ayet ise, kâfirler hakkında ve onların asla cehennemden çıkarılmayacağı anlamındadır. Halbuki şefaat, sadece mü’minler için söz konusudur. Kâfirlerin şefaat yoluyla cehennemden çıka­rılması mümkün değildir. Ama Ebu Tâlib örneğinde olduğu gibi bazı kâfirlerin cehennemdeki azabının hafifletilmesi ise mümkün­dür. Cehennemdeki bütün kâfirlerin aynı derecede ceza görece­ğini iddia etmek doğru olmaz. Dünyada inkâr ve isyan açısından farklı oldukları gibi, ahirette de ceza itibariyle farklı olacaklardır. Şefaat konusundaki rivayetler, tevatür seviyesine varacak derecede bir yoğunluğa sahiptir. Kur’ân-ı Kerîm’de de buna delalet eden ayetler bulunmaktadır. Bunlardan bazılarını kaydedelim:

Bakara Sûresi’nde; “O’nun izni olmadan, huzurunda kim şefaat edebilir?”[12] buyurulmaktadır. Bu cümle, Allâh’ın izni dâhilinde şefaatin mümkün olacağı­nı ifade etmektedir. Enbiya Sûresi’nde;
“Onlar (Peygamberler), Allâh’ın hoşnut olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler.” Bu cümle de, Allâh’m hoşnut olduğu kişilere Peygamberlerin şefaat edeceklerini göstermektedir.

Yunus Sûresi’nde de; “O’nun izni olmadıkça şefaat edecek kimse yoktur” buyurulur.
Gafir Sûresi’nde; “Zâlimler için o gün ne bir dost vardır, ne de sözü dinlenen bir şefaatçi!” buyurulur. Birçok ayette geçen “onların dostu ve şefaatçisi olmayacak” anlamındaki cümle ile, zalimlerin, yani kâfirlerin kas­tedildiği bu ayette açıkça belirtilmektedir. “Sözü dinlenen bir şefâatçi”nin kâfirler için olmaması, mü’minler için de olmayacağı anlamı­na gelmez. Bu ayetlerin, özellikle müşriklerin, putların Allah katında şefaatçi olacakları şeklindeki inançları ile birlikte düşünülmesi gere­kir.

Nitekim “Onlar Allâh’ı bırakıyorlar da, kendilerine fayda ve za­rar veremeyecek olan şeylere (putlara) tapıyorlar ve; ‘Bunlar Allah katında bizim şefâatçilerimizdir’ diyorlar” (Yunus 18) ayetinde bu husus açık­ça belirtilmektedir. İşte “şefâatçi yoktur” anlamındaki ayetler, daha çok, müşriklerin bu inançları ile alakalıdır. Başka bir ayette de; “On­lar, Allâh’a ortak koştukları varlıkların hiç birinden şefaat göremeye­ceklerdir. O gün onlar ortak koştukları varlıklara da küfredecekler” (Rum 13) buyurulmaktadır. Meryem Sûresi’nde de; “O gün Rahmân’ın nezdinde bir ahd (söz) almış olanlardan başka­ları şefaat etmeye malik olamayacaklar” buyurulmaktadır. Bu ifâ­de de bazı kişilerin şefaat etme yetkisine sahip olacaklarını göster­mektedir.

Tâhâ Sûresi’nde de; “O gün ancak Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kişiye şefaat fayda verecek” buyurulur.

Sebe’ Sûresi’nde de; “Allâh katında, kendisinin izin verdiklerinin dışında hiç kimsenin şefaati fayda vermez”[13] buyurulur.

Zuhruf Sûresi’ndeki;“Onların Allâh’tan başka taptıkları varlıklar, o gün şefaat etme gücüne sahip olamazlar; yalnız bilerek Hakka şâhidlik edenler müstesna!”[14] Ayeti de, daha öncekiler gibi, şefaat konusunda bazı kişilerin istisnâî bir yetkiye sahip kılınacağı belirtilmektedir. Nihayet Necm Sûresi’nde de; “Göklerde ne kadar çok melek olsa da, onların şefaati kimseye en ufak bir fayda sağlamayacaktır; yalnız Allâh’m dilediği ve razı olduğu kişiler için şefaat etmeleri müstesna!”[15] buyurulmaktadır. Bütün bu ayetler, şefaatin var olduğunu göstermektedir. Yüce Allah, bazı kişilere, kendilerinden razı olduğu bazı kişiler için şefaat yetkisi verecek ve onların, izin verdiği o kişiler hakkındaki şefaatlerini ka­bul buyuracaktır. İlave etmek gerekir ki, Peygamberler dahil hiç kim­senin, şartsız ve izinsiz şefaat etme hakkı olamaz. Çünkü Allâh’ın izni olmadan kimse kimseye şefaat edemez. Kendisine şefaat izni verilen kişi de, sadece Allâh’m affetmeyi istediği kişilere şefaat edebilir. Onlara verilen şefaat hakkı veya yetkisi de, sadece Allâh’ın o günahkârları bağışlamasının bir ifadesidir.

Müminlere şefaatin olmayacağını ifade eden Bakara, 254 ayetini nasıl anlamalıyız?

Müfessirlerle muhaddislerin ekserisine göre İsrâ Sûresi’ndeki; “Gecenin bir kısmında nafile olarak namaz kıl! Böylelikle belki Rabbin se­ni ‘Makâm-ı Mahmûd’a yükseltir” ayetinde geçen “Makâm-ı Mahmud”dan, yani hamd ve övgü makamından maksat, Hz. Peygamber’e verilen şefaat yetkisidir. Bu konuda İbn Abbas, Ebu Hureyre, Sa’d b. Ebî Vakkâs’tan gelen rivayetler vardır. Mücâhid ve Hasan el-Basri de aynı kanaattedirler.[16] Burada mü’minlere şefaatin olmayacağını gösteren bir ayet üzerin­de durmak istiyoruz. Allah şöyle buyurur: “Ey îmân edenler! Kendisin­de hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zalimlerdir.” (Bakara, 254) Bu ayet, zahiriyle açık olarak mü’minlere şefaatin olmadığını orta­ya koymaktadır. Bununla birlikte buradan mü’minlere ahirette şefaatin olmayacağı sonucuna varılırsa bunun diğer ayetlerle çelişeceği açıktır.

O zaman, nasıl bir metot takip etmeliyiz? Bu kadar ayeti ve bir o ka­dar hadisi birbiriyle çelişmeyecek tarzda nasıl anlayabiliriz? Önce ayet ve hadislerden ortaya çıkan tabloyu netleştirelim:

1. Allah, şirk dışında, günahları dilerse bağışlayabileceğim, dilerse azap edebileceğini beyan etmektedir.

2. Pek çok ayette şefaatin olmadığı vurgulanmaktadır. Bu ayetlerin siyak ve sibakına bakıldığında müşriklerin şefaat inancına red diye niteliği taşıdığı açıkça anlaşılmaktadır.

3. Pek çok ayette Allâh’ın şefaat izin ve yetkisinin olduğu vurgulan­makta; razı olduğu kullarına bu izni vereceği ifade edilmektedir.

4. Bunlara paralel olarak pek çok hadiste şefaatin varlığı ortaya konmaktadır.

5. Bir ayette açıkça mü’minlere şefaat olmayacağı beyan edilmek­tedir.

Bu tabloya bakıldığında, Bakara Sûresi’nin mezkûr ayeti hariç, ayet ve hadisler birbiriyle uyum içindedir. Tabii şefaati reddeden pek çok ayetin müşriklerle ilgili olduğunu kabul ettiğimiz için onları dışarıda tutuyoruz.Geriye bir ayet kalmaktadır. Şimdi bu tek ayet mi esas alı­nıp diğer ayetleri zahirinin dışında yorumlamalıyız, yoksa pek çok ayet ve hadisi mi esas alıp bu tek ayeti te’vîl etmeliyiz? Usul geleneğine bağlı kalmamız gerekirse bu tek ayetin te’vîl edilmesi gerekmektedir. Bu­na göre aslında bu ayette mü’minlerin şefaate nail olmayacağı kastedilmemektedir. Peki ne kastedilmektedir? Ayet, şu kastediliyor gibidir:

“Ey inananlar! Müşrikler, putlardan medet umarak sorumlulukları­nı unutuverdiler. Putların onlara şefaat edeceğini zannettiler. Oysa biz putlara böyle bir yetki vermedik. Sizler de bazı kulların ben yetki ver­meden kendiliğinden şefaat edeceklerini sakın zannetmeyin. Benim iz­nim olmadan hiçbir kul şefaat edemez. Dolayısıyla, kullardan bir bek­lenti içine girmeyin. Kesinlikle böyle bir şey yoktur. Siz, salih amel iş­lemeye ve razı olunan kul olmaya bakın”.

İnceleyin:  Gazali,Sünnet ve Mutlak İttiba

Ayeti bu çerçevede ve bu vurgu içerisinde anlarsak bundan mü’minlere şefaat olmayacağı çıkmaz. Zira ayetin vurgusu başkadır. Ayetin vurgusu, şefaatin zor bir mesele olduğunadır. Şefaati hak etmenin ko­lay olmadığınadır. Bununla birlikte yine de her şeyi zerre miktarınca hesap edip takdir edecek olan Allâh’tır. Allâh’ın rahmetinden de ümit kesilmemelidir. Allah dilerse böyle kullara azap eder, dilerse onları af­feder. Kullara düşen, salih amel işlemektir. En başta kaydettiğimiz hadisleri göz önünde bulundurursak, şu noktaların ortaya çıktığını görürüz:

a. Şefaatin bazı sınırları, kayıtları vardır. Müşrik ve kâfire, ayrıca münafığa asla şefaat yoktur. Onların şefaatle cehennemden çı­karılmasına vesile olma, bahis mevzusu değildir.

b. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: “Bugün herkes müslümanım diyor, ancak her türlü günahı işliyor; bunlar sadece kimlik müslümanı!”. Günahların îmânı zedelediği açıktır. Ama bunlar îmâ­nı ortadan kaldırmaz. Kalbinde zerre kadar ama gerçek bir îmân bulunan insan mümindir. Fakat biz kimde, ne kadar îmân vardır, bilemeyiz. Kimin îmânı gerçek, kimin değil bilemeyiz. Buna ka­rar verecek olan Allâh’dır. Şefaate gerçekten nail olacak olanları kıyamet günü belirleyecek olan O’dur. Bu, şuna benzer: Hadiste geçtiği gibi âlimler de şehidler de şefaatçi olacaktır. Şimdi ilim­le uğraşan, ama insanları yanlış yönlendiren kişiler var; ilmi baş­ka amaçlar uğruna kullanan kimseler var vs. Buna bakıp “âlim­ler nasıl şefaatçi olur!” denemez. Kim gerçek âlim kim değil, bi­lemeyiz. Bunun nihai kararını verecek olan Allâh’dır ve O’nun izin verdiği kimse gerçek bir âlim olarak şefaatte bulunacaktır.

c. Şefaat olgusu, Hz. Peygamber’le sınırlı değil. Belki ona ait ola­nı, en özel olanıdır. Diğer peygamberler, âlimler, şehidler ve Kur’ân, şefaatte bulunacaktır.

d. Büyük günah işleyenler de şefaatten yararlanacaktır.

e. Hz. Peygamber’in şefaatinin de bazı türleri vardır. Hz. Peygam­ber, bulundukları konumun korkusundan kurtarmak suretiyle çeşitli şekillerde insanlara şefaat eder. Mesela, azaplarını hafif­letmek amacıyla bazı kâfirlere şefaat eder. Ebu Tâlib olgusu böyledir. Bazı mü’minlere cehenneme girdikten sonra çıkarmak su­retiyle şefaat eder. Bazılarına da cehenneme girmeleri gerektiği halde girmemeleri için şefaat eder. Bazılarına hesap sualsiz cen­nete sokmak süreriyle; bazılarına da cennetteki dereceleri yük­seltmek amacıyla şefaat eder. Bunların hepsi, şefaatle mutlu ol­mak konusunda ortaktır. Bununla birlikte, şefaatle en mutlu olanlar, ihlâslı mü’minlerdir”.[17]

f. Şefaat, mutlak, sınırsız, her hâlukârda, her şartta geçerli bir ta­lep değildir. Bunu sınırlayan şeyler var. Onlardan biri de kul haklarıdır. Peygamberimiz şöyle buyurur: “Ne mutlu o kimse­ye ki, haksızlık yaptığı kardeşiyle kıyamet günü gelmezden ön­ce bu dünyada iken helalleşir! Zira orada ne dinar ne de dirhem vardır. Haksızlık yapanın sevabı varsa yapılan haksızlık kadarı alınıp haklıya verilir; şayet sevabı yoksa hak sahibinin günahla­rından alınarak haksıza yüklenir”.[18] Bu hadiste mü’minler uyarılıyor. Kul haklarının şefaat konusuna dahil olmadığı anlaşılıyor. Zaten Allah Teâlâ’nın kul hakkı dışında her türlü günahı affedebileceği biliniyor.

Şefaatin temel mantığı Allâh’ın rahmeti ve mağfiretidir. Bunu şöy­le açıklayalım: Varlık düzeninde etkili olan ilke rahmettir, mutluluktur, kurtuluştur. İlahî rahmet geneldir ve kapsayıcıdır. Gaybî yardımlar ve rahmani destekler, rahmetin gazabı geçişinin belirtilerindendir. Allâh’ın mağfireti ve günahları rahmet tecellileri ile giderişi, rahmet ve şefkatin gazaba üstünlüğünün bir diğer tanığıdır. Zira Allâh’ın rahmeti, gazabı­nı geçmiştir. İnsan mutluluğa ulaşmak için adım atsa ve çabalasa bile bu her zaman yeterli olmayabilir. Allâh’ın üstün ve büyük rahmeti vardır. Allah’ın rahmetini göz ardı ederek amele güvenmek ve onun sonucunda bir karşılık beklemek, mü’min inancına yakışmaz. Söz konusu İlahî rahmet, bütün varlıkları yetenekleri ölçüsünde kapsar. Bütün kurtuluşa erenlerin gerçek mutluluğa erişlerinde bu ilke etkili olmuştur. Kur’ân’da Kim o gün azaptan kurtulmuşsa Allah ona rahmet etmiştir”[19] buyrulu­yor. Demek ki rahmet olmasa kimse azaptan kurtulamaz. Allah Resulu ile kurtuluş için iki öğeye dikkat çekiyor: Amel ve Allâh’ın varlığa yönelen rahmeti…

İşte, şefaat, bu İlahî rahmetin tecellisi ile ilgilidir. Bu rah­metin tek sahibi Allâh’tır. Konu rahmetin gerçek sahibi açısından ele alı­nınca bu rahmet tecellisine “İlâhî mağfiret” adı verilir. Buna karşılık bu mağfiretin akış yolu, mecrası göz önüne alınırsa “şefâat” adı kullanılır. Şu halde, Allâh’ın mağfiretine nail olabilmek için hangi şartlar gerekiyorsa, bunlar şefaat için de geçerlidir. Akli açıdan mağfiretin tek şartı, ilgili ki­şinin mağfiret için gerekli yeteneği ve kabiliyeti haiz olmasıdır. Bir kimse Allâh’ın rahmetinden yoksun kalırsa, bu, Allâh’ın rahmetindeki sınırlılıktan dolayı değildir. Bu yoksunluğun sebebi, o kişinin mağfireti kabul yete­neği göstermemesidir. İlahî rahmet, sınırsız ve mutlaktır. Ancak, bu rah­met tecellisinin karşısında olanların kabul yetenekleri farklıdır. Bir kimse bu kabiliyetten tamamen yoksun olursa İlahî rahmetten hiçbir payı ola­maz. Şirk ve küfür böyledir. Bunlar, insanın mağfiret ile ilişkisini keserler.

Mağfiret ve şefaate erişebilmenin zorunlu şartı, Allâh’a îmândır; ancak bu da tek başına yeterli olmayabilir. Hiç kimse de şefaat ve mağfiretin gerçekleşmesi için gerekli bütün şartları kesin biçimde açıklayamaz. Bunun bilgisi sadece Allah katındadır. “Allâh, şirkin dışındaki günahları dilediği kimse için bağışlar”[20] buyrularak bir taraftan müjde verilirken diğer taraftan “dilediği kimse için” kaydı da getirilir. Ayrıca Onlar, Allah’ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler”[21] buyruluyor. Denilebilir ki, Kur’ân, şefaatin bütün şartlarını açıkça be­lirtmeyi münasip görmemiştir. Gönüllerin havf ve reca arasında kal­masını dilemiştir.[22]

Faruk Beşer’in ifadesiyle Hz. Peygamber (s.a.v.), ümmetine şefaat edecektir. Bu şefaat, onların durumuna göre farklı etkilerde olacaktır. Günahları az olanlar, bu şefaat sayesinde azaptan tamamen kurtulacak­lardır. Bazılarının da günahlarının yarısı, ya da daha azı veya daha fazlası silinecektir. Hatta büyük günah işleyenler dahi, eğer Allâh’a şirk koşmadan ölmüşlerse, bundan nasibini alacaklardır. Bunu şöyle de düşünebiliriz: Hapis cezalarına on yıllık bir indirim geldiğini varsayalım. Dokuz yıl ve daha aşağısı cezası kalanlar tamamen tahliye olurlar. Kırk yıl cezası olanların cezası ise otuz yıla düşer. Ama müebbet ceza alanlar bu indirimden yararlanamazlar. Allâh’a (cc) şirk koşarak ölenlerin cezası müebbettir. Dolayısıyla onlar bu şefaatten yararlanamazlar. Çünkü onlar zaten Hz. Peygamber’in ona icabet eden ümmetinden değillerdir.

Şefaat; ayrıcalık gözetme, kayırmacılık, torpil ve adaletsizlik midir?

Bu noktada çoğu kez dile getirilen bir husus vardır: Şefaat; bir tür ayrıcalık gözetme, kayırmacılık, torpil ve adaletsizlik demek değil midir? Oysa burada doğru ile batıl olan şefaatin arasını iyi ayırt etmek gerekir. Gerçek şefaat, Allâh’tan başlar ve günahkâr kişiye ulaşır. Batıl anlamda şefaat anlayışında ise şefaat girişiminin günahkâr kişiden başladığı ve ara­cılar vasıtası ile Allâh’a ulaştığı sanılır. Gerçek şefaatte Allah, rahmet ve mağfiretini günahkâra eriştirebilmek için vesile, diğer bir deyişle şefaatçi tayin buyurmaktadır. Batıl şefaatte ise kendisine şefaat edileceği varsayılan kişi, diğer bir deyişle günahkâr, vesile ve aracıyı tayine kalkışmakta­dır. Dünyada örneklerine rastlanan batıl şefaatlerde suçlu kişi, şefaatçısını tayin eder. Gerçek şefaatte ise şefaatçi olan nebileri ve diğerlerini ve­sile kılan, tayin eden Allâh’tır. Diğer bir ifadeyle batıl şefaat anlayışında şefaat eden, günahkârın etkisindedir. Gerçek anlamı ile şefaatte ise durum aksinedir. Katında şefaat edilen Yüce Allah, şefaatçının şefaat etmesinde etkendir. Şefaatçi ancak O’nun iradesi ile günahkâr üzerinde etkili olur.[23]

Şefaat İtikadının Suistimali:

g. Son olarak şunu ifade edebiliriz. Günümüzde şefaat anlayışına karşı çıkışlarda pratikte görülen bazı olumsuz anlayışların etki­si vardır. Mesela, kişi şeyhinin eteğine yapışmakla kesin kurtu­lacağını düşünmektedir. Yine başkalarını da o şeyhe yapışmaya davet etmekte, onlara kesin kurtulacaklarını müjdelemektedir. Hatta ölen şeyhlerin türbesi ziyaret edilmekte, doğrudan onlar­dan şefaat beklenmektedir. Bu iş, farkında olmadan kişiyi kutsal­laştırmaya kadar varmaktadır. Ona bu yetkiyi kim verdi? Şefaatçi olduğunu nereden bilmektedir? Hele Kur’ân ve sünnete ittiba etme, cihâd ve emr-i bi’l-ma’rûf gibi konularda sıkıntılar var­sa ya da İslâm yanlış yorumlara tabi tutuluyorsa, böyle şefaat ve şefaatçi anlayışı şüpheleri kat be kat artırmaktadır. Tabii bu da şefaatin reddine sebep olmaktadır.

Bu red keyfiyeti, bir açıdan haklıdır. Ancak hadîslerde çerçevesi çizilen şefaat anlayışı böyle değildir. Yani papaza kızıp oruç bozmamak gerekir. Oysa gerçek şefaatte şefaat edecek olanı tayin edecek olan Allâh’tır. Peygam­berler bellidir. Kur’ân bellidir. Ancak, bunların kime şefaat ede­ceği çok açık değildir.Alimler şefaat edecektir. Ama hangi âlim bu belli değildir. O halde, dünyadayken falan âlim, şeyh vs. ke­sin şefaat edecek inancında olmak mümkün değildir. En fazla ya­pabileceğimiz şey, hüsn-i zanla hareket edip o insanlarla huku­kumuzu en güzel şekilde yaşamaktır. Sonuçta ahirette kimin pe­şinden gittiysek onunla birlikte haşrolacağız. Sâlih insanlarla bir­likte olmak elbette ahirette fayda verecektir.

Dediğimiz gibi ki­min salih amel işlediğini, kimin âlim kimin zâlim olduğunu hak­kıyla bilen Allâh’tır. Bize düşen zahire bakarak hüsn-i zanla ha­reket etmektir. Kur’ân ve sünneti yaşayan ulemâ saygıdeğerdir, fakat yine de falan kimse kesin şefaat eder düşüncesinde olmak güçtür. Şefaat beklemek için türbe ziyareti yapmak ise doğru de­ğildir. Türbeler, kabirler âhireti hatırlamak ve oradakilere duâ yapmak için gidilen yerler olmalıdır. Türbelere şefaat anlayışıy­la gitmenin şirke kapı arayabileceği noktalar var ki, çok dikkatli olunmalıdır. Türbede yatan kişiyi vesile kılmak ise başka bir şey­dir. Vesile kılmak için türbelere gitmeye de gerek yoktur. Tabii şunu da belirtelim ki, duâlarımızda vesile kılmak da şart değil­dir. Böyle yapanlar varsa da kimden istediklerini çok iyi bilme­lidirler. Onun için sağlam bir itikâda sahip olmak gerekir.[24]

İnceleyin:  Şefaat Hakkında

 

[1] Buhârî, Rikâk, 11.
[2] Buhârî, Rikâk, 51; Tevhîd, 25.
[3] Ebu Dâvûd, Cihâd, 28.
[4] İbn Mâce, Zühd, 137.
[5] Buhârî, Tevhîd, 31.
[6] Buhârî, Tevhîd, 24.
[7] Buhârî, İlim, 33.
[8] Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 42.
[9] Tirmizî, Kıyâmet, 11; İbn Hanbel, Müsned, III, 213.
[10] Silsiletu’l-ahâdisi’z-zaîfe, hd. no. 209.
[11] Müddessir, 48.
[12] Bakara, 255.
[13] Sebe’, 23.
[14] Zuhruf, 86.
[15] Necm, 26.
[16] Bk. Kemal Sandıkçı-Muhsin Koçak, Câmi‘u’l-usûl Tercüme ve Şerhi, XVI, 693-697; Fahruddîn er-Râzî, Mu’tezile’nin şefâati reddederken kullandı­ğı delillerin ve ehl-i sünnetin bunlara verdiği cevapların hepsini tefsirinde kaydetmiştir. Bk. Tefsîr-i Kebîr, (çev.) II, 499-523.
[17] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, I, 262.
[18] Tirmizî, Sıfatu’l-kıyâme, 2.
[19] En’âm, 16.
[20] Nisa, 116.
[21] Enbiya, 28.
[22] Mutahharî, Adl-i İlâhî, s. 308-310.
[23] Mutahharî, Adl-i İlâhî, s. 310.
[24] Bkz. Yavuz Köktaş, Tüm Yönleriyle Akaid Hadisleri, s. 244-255.

***

ŞEFAAT HAK MIDIR? KİMLER NE ÖLÇÜDE ŞEFAAT EDEBİLİRLER, İZAH EDER MİSİNİZ?

Evet, şefaat haktır. Birçok ayet ve hadiste şefaatten bahsedilmekte ve böylece onun hakkaniyeti dile getirilmektedir. Yeri geldikçe bu ayet ve hadisleri zikredeceğiz. Biz şimdi önce, sorunun ikinci şıkkı olan “Kimler ne ölçüde şefaat edebilirler?” sorularını cevaplamakla mevzua başlamak istiyoruz. Zaten bu kısma verilecek cevap bir cihetle şefaatın hakkaniyetinin de izahı olacaktır.

Peygamberler, evliya asfiyâ ve şehîdler -derecelerine göre- Cenab-ı Hakk’ın onlara bahşettiği seviyede şefaat edebilirler ve edeceklerdir. Ancak, bu mevzuda da yine, zirve Allah Rasulü’dür. O ki fetanet-i azama sahiptir. Her Nebi kendisine bahşedilen sınırsız, fakat bir defaya mahsus şefaat hakkını dünyada kullanırken o, bunu ahirete saklamıştır.. ve ahirette “şefaat-ı uzmâ”nın sahibi olacaktır. Onun “hammâdun”, denilen ümmeti, “Livaül’hamd”in altında toplanacak ve “Makam-ı Mah-mud”un sahibi unvanıyla O’nun tarafından yapılacak şefaatte herkes payına düşenle şereflenecek ve kurtuluşa ereceklerdir.

Dünya fâni ve geçicidir. Burada çekilen sıkıntılar da bir cihetle işlenen günahlara kefaret sayılır. Ancak insanların perişan ve derbeder olacakları ve kendilerini kurtaracak yeni bir amele de fırsat bulamayacakları bir gün gelecektir -ki, biz ona ahiret diyoruz-işte o gün, Allah Resulü bütün insanlığı içine alan şefaatıyla ortaya çıkacak ve “en büyük şefaat” ma’nâsına “şefaat-ı uzmâ”sıyla şefaat edecektir. Elbette Allah Rasulü’nün şefaatının da bir sınırı vardır. Zaten, bütün şefaatlar ancak Cenab-ı Hakk’ın izni ve koyduğu ölçü nispetinde olacaktır ki “İzni olmadan katında hiç bir kimse şefaat edemez” mealindeki ayet de bize bunu anlatmaktadır (Bakara, 2/ 255).

Şefaat Edecek Olanlar Hissi Davranabilir Diye…

Bunun böyle olması da gayet tabii ve normaldir; zira, şefaat edecek olanlar da hissî davranabilir, ölçüyü kaçırabilir ve merhamet-i ilahîden fazla merhamet ileri sürmüş olabilir.. böylece de Rabb’e karşı sû-i edepte bulunmuş olabilir. Onun içindir ki, Allah (c.c.) bir mizan, ölçü ve denge vaz’etmiştir. Kim, kime ve ne ölçüde şefaat edebileceği bir takdire bağlanmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın bütün icraatında bir adalet ve denge olduğu gibi, ahirette vereceği şefaat salahiyetinde de bir adalet ve denge vardır. Eğer bu şekilde bir tahdid ve sınır konulmuş olmasaydı, bazı kimseler şefaatı da dengesiz olarak kullanırlardı. Nitekim belki de sınırsız bir şefaat salahiyeti onların hislerini galeyana getirerek mesela, bazı insanların Cehennem alevleri içinde cayır cayır yandıklarını görünce, şefkatleri kabaracak, kafir-münafık-mücrim tanımadan herkesin Cennete girmesini talep edeceklerdi. Halbuki böyle bir talep bazen, milyarlarca mü’minin hukukuna tecavüz de olabilirdi

Çünkü şefaatin, böyle şahısların hislerine bırakılmasında, günahkâr, sapık, kâfir herkesin, bu hissî şefaatten faydalanma ihtimali vardır.Bu ise, bütün varlıkların hukukuna rağmen, dağlar cesametinde günah taşıyan kâfire de merhamet edilmesi demektir. Oysaki kâfir, kainatta, Allah’a ait bütün güzellikleri, bütün nizamları, bütün hikmetleri inkâr, tezyif ve tahkir ettiğinden, mekanlar çapında cinayet işlemiş olacaktır ki, hayatının her dakikası yüzlerce cinayetle karalanmış böyle kapkaranlık bir ruha merhamet, merhamet adına saygısızlığın en büyüğü olsa gerektir. Efendimiz, şefaatının büyük günah işleyenlere olduğunu ifade etmişler ve “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir” buyurmuşlardır. O her hususta olduğu gibi bu mevzuda da bir denge ve muvazene insanıdır. Zaten bütün ümmet O’nun bu ifadeleriyle teselli bulmakta ve Allah Rasulü’nün şefaatına nail olmayı ummaktadır.

Hallac-ı Mansur İle İlgili Bir Menkıbe

Hallac-ı Mansur bir gün bu hadisi şerh ederken, cezbeye gelir ve ölçüyü kaçırarak, Efendimiz’e hitaben “Ey Nebiler Sultanı! Niçin böyle sınır koydun da bütün insanlar için demedin. Sen bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydin, yine de Rabbin Seni mahrum bırakmaz ve Sana bu salahiyeti bahşederdi” gibi laflar eder. Tam bu esnada Allah Rasûlü temessül ederek, başındaki sarığı onun boynuna sarar ve: “Bunu başınla öde, sen zannediyor musun ki ben o sözü kendimden söyledim” der. Hallac kolu kanadı biçilip bir ağaç gibi budanırken dahi tebessüm ediyordu. Çünkü biliyordu ki, bu hüküm âli bir mecliste verildi ve o hükme rıza göstermek gerekirdi…Evet, belki de Hallac’ın dediği gibi, Allah Resulü Cenab-ı Hakk’dan bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydi, Rabb’i O’na bu salahiyeti verirdi. Ancak O, Allah’a karşı bizim anlayamayacağımız ölçüler içinde saygılıydı.Rabb’in dediğinden başkasını demiyor ve verilen salahiyet sınırlarını da asla zorlamıyordu..

Şefaat Herkese Ve Sınırsız Bir Ölçüde Değildir

Rabb’in koyduğu şefaat ölçüsünde, şefaat edilecek şahısların buna hak kazanmış olmaları da yer almaktadır. Nitekim bu ma’nâ ile alakalı olarak, mealen şöyle buyurulmaktadır: “Artık şefaatçıların şefaatı onlara fayda vermez” (Müddessir, 75/48). Bununla da anlıyoruz ki, şefaat herkese ve sınırsız bir ölçüde değildir. Kim, kime şefaat ederse, muhakkak kabul görür diye bir şart da yoktur. Bütün işlerde olduğu gibi, bunda da İlâhî meşiet esastır. Kâfir işlediği küfrüyle ta işin başında, bu şefaat dairesinin dışında kalmıştır. O’na hiç kimse şefaat edemez, etse bile ona fayda vermez.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk bize bir dua öğretiyor. Bu dua ile himmetin âli tutulması gerektiği hususuna da işaret ediliyor. Dua şudur: “Rabbimiz, bize gözümüzü aydınlatacak eşler, zürriyetler bağışla ve bizi müttakilere imam kıl” (Furkan, 25/74). Yani, Allah’ım çocuklarımız, hanımlarımız, gözümüzü aydınlatacak hüviyette olsun. Bize öyle hayat arkadaşları ver ki, din adına bize teşviklerde bulunsun. Evlatlarımız da, daima arkamızdan hayırlar göndersin ve onlar sebebiyle rahmet çağlayanları üzerimize doğru çağlasın dursun! Bizi sadece muttaki olmakla da bırakma, onlara imam ve önder kıl. Bize öyle lütuflarda bulun ki, şu, İslam’a hizmet boyunduruğunun yere konduğu dönemde ve dine hizmetin âr kabul edildiği bir zamanda, dinine hizmet ettir ve müttakîler önünde bize, imamlık payesi ihsan eyle!

Zaten O vermek İstemeseydi, İstemeyi Vermezdi

Böyle bir anlayış, himmeti âli tutmanın ifadesidir. Cenâb-ı Hakk’dan O’nun öğrettiği usûl içinde şefaat edebilme salahiyeti talep etmektir. Zaten O vermek istemeseydi, evvela istemeyi vermezdi. Madem ki istemeyi verdi ve nasıl istememiz gerektiğini de öğretti, öyleyse istediğimizi de verecektir. O’nun sonsuz rahmetinden bunu umuyor ve bekliyoruz. O’nun için burada dikkat edilmesi gereken hususun iyi anlaşılması lazımdır. Evet, Rabbimiz’den sadece Cennetin bir köşesine bizi kabul buyurmasını istemek, himmetin düşüklüğüne delildir. Halbuki Allah (c.c.) bize himmetimizi yüksek tutmamızı öğretmektedir. Evet himmetimizi yüksek tutmalıyız, tutmalı ve O’ndan, müttakilere bizi imam kılmasını, onlara şefaat edebilme salahiyetini vermesini talep etmeliyiz…

Efendimiz bir hadislerinde, ahiretten bir tabloyu şöyle anlatırlar: Allah (c.c.), Hz. Nuh’a soracak: “Sen, sana düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdin mi?” O büyük peygamber cevap verir: “Evet Ya Rabbi, yerine getirdim. Bana verdiğin tebliğ vazifesini kusursuz edâ ettim.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, Hz. Nuh’dan şahid ister. O da Ümmet-i Muhammed’i şahid gösterir. Bunun nasıl olacağı sorulunca da, şöyle cevap verir: “Sen onları ümmetlere şahid kıldın.. onlar da ellerindeki Kitap’ta gördüler ki Nuh vazifesini yapmış. Ve işte ben de onları bugün kendime şahid olarak gösteriyorum.”  Evet, ayet öyle diyordu: “İşte böylece, sizin insanlar üzerinde şahidler olmanız, Rasul’ün de sizin üzerinize bir şahid olması için sizi ümmet-i vasat (dengeli ve orta bir ümmet) kıldık” (Bakara, 2/143). Şefaat haktır ve gerçektir. Bütün büyükler Cenab-ı Hakk’ın koyduğu sınır dahilinde şefaat edeceklerdir. Şahid olmak da bir bakıma şefaat kabul edilecekse, eğer, Ümmet-i Muhammed bu ma’nâda bütünüyle şefaat edecektir. Şefaatı inkar edenlerin, dünyada da ukbada da kazanacakları bir şey yoktur. Çünkü Allah (c.c.) orada kullarına, kulları O’nu nasıl bilip tanımışlarsa, öyle muamele edecektir…(2)

***

(1) Yavuz Köktaş, Kurana Aykırı Görülen Hadisler, İnsan yayınları, s. 97-107.
(2)- https://sorularlaislamiyet.com/sefaat-nedir-aciklayabilir-misiniz-kuranda-peygamberimizin-bize-sefaat-edecegine-dair-ayet-var-mi

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir