Sanat Lâdinî Bir Din mi?

esnaf-sanatkar-is-kanunu-kapsaminda-300x217 Sanat Lâdinî Bir Din mi?

Sanat beşeri bir faaliyettir, giderek de beşere mahsustur. Be­şere mahsus dedik, dolayısıyla sanatın insanın bir imtiyazı olduğunu ima etmiş olduk. Tanrı’nın sanatından bahsedilebi­lir, hatta edilmelidir de, yine de sanat deyince akla öncelikle beşeri bir faaliyet gelmelidir. Tanrı’nın sanatı -beşeri sanatın hilafına- içinde arayış gibi, atılım gibi, deneme gibi öğeleri barındırmaz zira. Bu sanat Tanrı’mn hikmeti icabıdır, yerli yerincedir, olması gerektiği gibidir; O’nun ilmi dâhilinde ve ilminin sonucudur. Beşeri sanatsa, temelde heyecanlardan, duygulardan ve güdülerden beslendiğinden, bilmeyi (cogniti- on) en azından öncelikli bir şart olarak gerektirmez.

Tanrı’nın sanatlı işleri, içerisinde sorular ve cevaplar barın­dıran mektuplar gibidir. Bu mektuplar zarfı açıp mazrufu görebilecek, görüp okuyabilecek kabiliyette var edilmiş olan insana yollanmış olup bir ilim üzere ve mükemmelen kaleme alınmıştır. Sadece hayran olunup temaşa edilmeyi (güzellik) değil, aynı zamanda çözülüp-anlaşılmayı (bilgi) beklemekte­dirler. Beşeri sanatsa bilgi vermeyi amaçlamaz evvelemirde, ama güzelliği arar, oluşturur ve aksettirir.

Söz konusu mektuplar aynı zamanda bilimin konusudurlar. Sanat gibi bilim de beşeri karakterdedir ve sanattan farklı ola­rak varsayım ile akıl yürütmeye yaslamr. Gerek bilim gerekse sanat, kâinata nakşedilmiş oluş muammasını okuma, anlama ve anlamlandırma çabasının ürünüdür. Bilim bilme’nin, sa­natsa yapmanın özel bir türüdür. Bununla birlikte, sanatın bilimle, biliminse sanatla arası pek hoş değildir; her biri ken­di varoluşunu ortaya koyarken diğerini kaale almaz. Burada sözünü ettiğimiz şey her biri ayrı bir yöne çeken modern sanat ve bilim için geçerlidir bilhassa. Modernlikle birlikte temel insan faaliyetlerinin dolayısıyla varlık bölgelerinin arası ne­redeyse kopukluk derecesine varacak şekilde ayrılmıştır. Bu ayrılmadan/kopukluktan din ve sanat da nasibini almış ve her biri bir yana kaymıştır.

Oysa modernliği önceleyen dönemde sanatla din arasında ayniyete varacak derecede bir birliktelik, bir beraberlik, bir içiçelik söz konusuydu. Sanat din için icra edilirdi ancak ve bu icrada ulûhiyetin sanatsal tezahürleri bilhassa gözetilir­di. Sanatkâr dini bir faaliyet icra eder gibi kendini sofuca sanatına verirdi ve belki yaptığı işe müstakil bir faaliyet an­lamında sanat da demezdi. Güzellik tasavvuru kâinata yayıl­mış ilahi güzellik anlayışıyla bire bir ve derinden irtibatlıy­dı. Sanatkâr gözüyle kâinata bakıldığında orada başka şey değil ilahi inayetin yansımaları görülürdü. Abraham Lincoln (ö. 1865) modern-öncesi paradigma içerisinde kalarak de­ğerlendirir kendi payına sanatı ve sanatkârı: “En soylu sanat daima en dindar olandır; keza en büyük sanatkâr da daima sofu bir kimse olarak kalır.”

İnceleyin:  Varlık ve Ahlâk

Bu paradigma uyarınca insan “Tanrı’nın imgesinde” yara­tılmıştı; dolayısıyla sanatkârın eseri Tanrı’nın Yaratıcı isminin bir tecellisi olarak vuku buluyordu. Bununla birlikte, modern-öncesi bu anlayışta sanatkâr kendini ortaya çıkardığı eserin bir auteur’ü, bir yaratıcısı olarak görmez, daha ziyade onun ortaya çıkmasına bir vesile, bir vasıta sayardı. Dolayı­sıyla sanatkâr kendini geri çekerdi mütemadiyen ve bu surette sanatını öne sürerdi. Bu yüzden bireyselliğin vurgulanması demek olan imza yer almazdı ya da önemsizdi bu çağın sanat eserlerinde. İmzanın ortaya çıkması ve önem kazanması için bireyselliğin öne çıktığı, sanatın modern bir kipe büründüğü ve bir kurum hâline geldiği 19. asrı beklemek gerekecektir.

Modern-öncesi çağda sanat yarattıkları üzerinden Tanrı’yı, dolayısıyla Mutlak Güzelliği aramanın bir yolu olarak görü­lürdü. Güzellik İyilik’le buluşurdu bu arayışta, öylesine ki bu ikilinin arka plamnda ilahi İnayet yatardı. Sanatkâr arayışı es­nasında bulduğunu kayda geçiren ve ağyara gösteren kişiydi tam olarak. Bu da denebilirse ilahi inayete mazhar olma öl- çüsünceydi. Ez-cümle, sanat dini saikler ile ve dini amaçlara yönelik olarak yapıldığından son tahlilde dini bir faaliyetti; genel insan varoluşuna karışmış hâldeydi; dolayısıyla ayrı, müstakil, çerçevelenmiş bir varlığa sahip değildi.

Bugün sanatı dinle iç içe ya da eşgüdüm hâlinde tasavvur ede­miyoruz. Sanat bugün daha ziyade dine rakip hatta hasım ola­rak konumlanıyor ve lâdinî (profari) bir varoluşun tezahürü olarak ortaya çıkıyor. Bireysel bir yaratım olarak anlaşılan bu sanat ontik-o-kozmik bağlamdan kendini yalıtarak var oluyor. “Tanrı’nın imgesinde” ifadesi burada hayli farklı bir anlam kazanıyor ve sanatkâr auteur/kayrıak/yaratıcı olarak öne çıkı­yor. Sanat böylece müstakil bir kurum olarak kendini gösteri­yor ve özerkleşerek bilim ile ahlaktan ayrılıyor.

Çağımızda sanat dinin ya da tinselliğin yerini alma, giderek de lâdinî bir din ya da tinsellik teşkil etme eğilimindedir. Bu­günün sanatkârı sanatı yoluyla yaratıcılığını sergilerken adeta yeni, bireysel bir dinin ibda ve neşr edicisi gibi davranıyor.

İnceleyin:  Dil: Gönül-ve-Lisan ve Özne, Dil, Hakikat

Özkan Gözel – Kendi İçine Düşmek,syf:70-73

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir