Resulullahın feyzi, bedevî feyziyle nasıl birleşir?

indir-10 Resulullahın feyzi, bedevî feyziyle nasıl birleşir?

Bismillahirrahmanirrahim

Suâl: “Dost dostuyla beraber Cennette bulunacaktır.” (Hadîs-i şerif) Hâlbuki basit bir bedevî, bir dakikada, sohbet-i Nebeviyede, lillâh için bir muhabbet peydâ eder. O muhabbetle, Cennette Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında bulunması lâzım gelir. Halbuki, gayr-i mütenâhî feyze mazhar Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın feyzi, bir basit bedevî feyziyle nasıl birleşir?

Elcevap: Bir temsil ile, şu ulvî hakikate şöyle bir işaret ederiz ki:

Meselâ, gayet güzel ve şâşaalı bir bağda, muhteşem bir zât, gayet büyük bir ziyâfet, gayet müzeyyen bir seyrangâh öyle bir sûrette ihzâr etmiş ki, kuvve-i zâikanın hissedecek bütün lezâiz-i mat’umâtı câmi’, kuvve-i bâsıranın hoşuna gidecek bütün mehâsini şâmil, kuvve-i hayaliyeyi keyiflendirecek bütün garâibi müştemil, ve hâkezâ, bütün havâss-ı zâhire ve bâtınayı okşayacak ve memnun edecek herşeyi, içine koymuştur.

Şimdi, iki dost var; beraber o ziyâfete giderler; bir locada, bir sofrada oturuyorlar. Fakat, birisinin kuvve-i zâikâsı pek az olduğundan, cüz’î zevk alır; gözü de az görüyor, kuvve-i şâmmesi yok, sanâyî-i garîbeden anlamaz, hârika şeyleri bilmez. O nüzhetgâhın binden ve belki milyondan birisini kabiliyeti nisbetinde ancak zevk ederek istifade eder.

Diğeri ise, bütün zâhirî ve bâtınî duyguları, akıl ve kalb ve his ve latîfeleri, o derece mükemmel ve o mertebe inkişaf etmiştir ki, o seyrangâhtaki bütün incelikleri, güzellikleri ve letâifi ve garâibi ayrı ayrı hissedip zevk ederek, ayrı ayrı lezzet aldığı halde o dost ile omuz omuzadır.

Mâdem, bu karma karışık, elemli ve daracık şu dünyada böyle oluyor; en küçük ile en büyük beraber iken, serâdan Süreyyâya kadar fark oluyor. Elbette, dâr-ı saadet ve ebediyet olan Cennette, bittarîkı’l-evlâ, dost dostu ile beraber iken, herbirisi istidadına göre sofra-i Rahmânirrahîmden, istidadları derecesinde hisselerini alırlar. Bulundukları Cennetler ayrı ayrı da olsa, beraber bulunmalarına mâni olmaz. Çünkü, Cennetin sekiz tabakası birbirinden yüksek oldukları halde, umumun damı Arş-ı âzamdır. -1- Nasıl ki mahrûtî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir, fakat birbirinin güneşi görmelerine mâni olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar. Öyle de, Cennetler de buna yakın bir tarz ile olduğu, ehâdisin mütenevvi’ rivâyâtı işaret ediyor. (Sözler)

İnceleyin:  Eğer insan isen, Bismillâhirrahmânirrahîm de Kurtul

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:
ARŞ-I A’ZAM : En büyük arş. Cenab-ı Hakk’ın arşı.
BEDEVÎ : Göçebe hayatı yaşayan.
BİTTARÎKI’L-EVLÂ : İlk gidişte, evvelinde, önceden, başlarken, yola çıkarken.
CÂMÎ : Kapsayıcı;birçok şeyle alâkalı olan; toplayan ve ihtivâ eden.
DÂR-I SAADET : Saadet yeri olan Cennet.
EHÂDİS : Hadisler, rivâyetler.
FEYZ : Bolluk, bereket; ilim, irfan; mânevî gıdâ; şan, şöhret; ihsan, fazîletli.
GARÂİB : Şaşılacak şeyler, tuhaf varlıklar.
GAYR-I MÜTENAHÎ : Sonsuz, nihayet bulmaz, bitmez.
HALBUKİ : Hal böyleyken.
HAVÂSS-I ZÂHİRE ve BATINA : Görünen, zahirî olan ve görünmeyen duygular, duyu organları.
İSTİDAD : Alışma, ünsiyet etme. * Doğrulma.
KUVVE-İ BÂSIRA : Görme duygusu.
KUVVE-İ HAYÂLİYE : Hayal etme kabiliyeti.
KUVVE-İ ŞÂMME : Koku alma hissi.
KUVVE-İ ZÂİKA : Tat alma duyusu; dil.
LATÎFE : Kalbe bağlı hassas bir duygu.
LEZÂİZ-İ MATUMAT: Yiyeceklerdeki zevk ve lezzetler.
MAHRUTÎ : Konik; koni ya da huni şeklinde olan; açılmış kurşun kalem ucu gibi olan.
MAZHAR : Nâil olma, şereflenme, kavuşma, ortaya çıkma ve görünme yeri.
MEHÂSİN : Güzellikler, iyilikler, iyi ahlâklar, insana verilen hüsün ve cemâl.
MESELA : Misal olarak, söz gelişi, şunun gibi, örnek tarzında.
MÜŞTEMİL : Kavrayan, içine alan.
MÜTENEVVİ’ : Çeşit çeşit, muhtelif, çeşitli, değişik, türlü türlü.
MÜZEYYEN : Süslü.
NÜZHETGÂH : Seyir yeri, gezi, eğlence yeri.
PEYDÂ : Oluşmak, Mevcut, açık, âşikâr, meydanda olan.
RİVÂYÂT : Nakledilenler. Bize kadar aktarılan hadisler.
SANÂYİ-İ GARÎBE : Görenleri hayrette bırakan sanatlar.
SERÂ : Yer, toprak, arz, en alt, aşağı.
SEYRANGÂH : Gezinti yeri, gezilecek yer, muhteşem manzaralı yerler.
SOFRA-İ RAHMÂNİRRAHİM : Cenab-ı Hakk’ın şefkat ve merhametinden dolayı her varlığın ihtiyacına göre kurduğu rızık sofrası.
SOHBET-İ NEBEVİYE : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübârek sohbeti.
SÛRET : Resim, şekil, görünüş; tarz, üslûp, cihet.
SÜREYYA : Ülker (Pervin) yıldızı. Yedi (veya altı) yıldızlardır ki, ikişer ikişer karşılıklı dururlar ve Ay’ın geçtiği yerlere yakın görünürler.
ŞÂMİL : Kaplayan, içine alan, ihtivâ eden, çevreleyen.
ŞÂŞAALI : Parlak. Gösterişli.
TEMSİL : Örnek, birşeyin aynısını veya mislini yapma, benzetme.
ULVÎ : Yüce, yüksek.

İnceleyin:  O nur (a.s.m) olmazsa herşey hiçe iner

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir