Modernitenin Kurumsal Geist Teorisyeni Olarak Hegel

unnamed-300x194 Modernitenin Kurumsal Geist Teorisyeni Olarak Hegel

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki Hegel ile Kant ve özel­likle Nietzsche ve hatta Marx, diğer pek çok düşünür gibi, eserle­rine atıflarla özetlenebilecek düşünür ve bilim insanları değildir. Onların lafızlarını kullanarak, anlaşılır bir cümle ortaya çıkart­mak mümkün değildir. Bu dört düşünürün kasıtlarından anlaşı­lanlar, anlaşılabilir lafızlar haline getirildiği takdirde, kendi için­de bütünlüğü ve tutarlılığı olan bir metin üretmek mümkündür. Bu yüzden de bu dört düşünüre ilişkin yazılanlar, onların kasıt­larını içeren ama lafızlarını aşan ifadeler olarak yer almaktadır.

Hegel’in geist ya da Kant’ın numen veya Nietzsche’nin decadence kavramlarını, Descartes’in cogito kavramı gibi anlamlandırabilmek çok mümkün değildir. Bununla birlikte ait olduk­ları düşünürlerin bütün üretimlerini simgeleyen anahtar kavram­lar oldukları için, bu kavramların, elbette bu çalışma bağlamın­da bir tanımlarının yapılması gerekmektedir.

Geist kavramı da kuşkusuz ki ruh, öz, cevher gibi, akıl gi­bi anlamlar taşımaktadır (hatta İngilizceyi domine ettiği için, ghost’tan ilhamla, bu kavram hayalet anlamında da çevrilebilir). Bu kavram aynı zamanda tarihsel ve toplumsal bir varlık olan bireyin yapabilme performansını anlatmaktadır. Her birey için geist tavsifini kullanmak mümkün ise de, Hegel’in genel yakla­şımına göre geist; daha ziyade, doğal ve sosyal çevresi ile başka bireyler üzerinde etkili olmayı başaran bireylere daha fazla yakıştırılabilen bir vasıftır. Artık bu aşamaya taşman geist ile, düşü­nen birey ve düşüncesiyle, her şeyi şekillendiren ve hatta tarihin rotasını etkileyen, yönlendiren bireyin kast edildiği söylenebilir. Son aşamada ise geist, her bir birey ve hatta bireylerin tümünü aşan ve kapsayan, onların ötesinde doğaya, topluma, bireylere, tarihe yön veren insanüstü ve insanötesi kurumsal mekanizma­ları nitelemek için kullanılması gereken bir kavram olmaktadır ki, örneğin devlet böyle bir kurumsal mekanizmadır. Rasyona- litesinden asla kuşku ve kaygı duyulmayan bu tür kurumsal mekanizmalar, artık, tıpkı tanrı gibi, her bir bireyin geist’larını ulu bir katta ve makamda topladıkları ve tecessüm ettirdikleri için güç ve iktidar sahibidirler ve iktidar gerekçelerini bu statülerin­den alan mevkilerdir ki, Hegel’den hiç değilse bir yüz yıl kadar sonra, modernitenin en amansız bunalımlarına, tam da onların bu statüleri neden olacaktır.

En basit anlatımdan, karmaşık boyutlarına doğru Hegel Fel­sefesi anlaşılmaya çalışıldığında, ana temasını somutlayan basit bir dilbilgisi kuralı ile onu anlatmaya başlamak daha pratik ola­caktır:

Bir cümle üç öğenin eseridir. Bunlardan ilki eylemdir. Bir eylemin varolabilmesi için mutlaka, bir öznenin ve bir nesnenin var olması gerekir. Bu öğelerin bir araya gelmesi sayesinde cüm­lenin oluşması gibi, mutlak akıl da, kendisini, bir özneye dönüş­türerek özgürleşmek istemektedir. Bu özgürleşmenin gerçekleş­mesi için, ilgi gösteren taraf ile ona katılan taraflara ihtiyaç var­dır. İlgi göstermek demek, kendi potansiyel gücünü açığa çıka­racak bir uğraşa tetiklenmek demektir. Demek ki ilgi gösteren öznenin ilkin gizli bir güce (potentiality) sahip olması, İkincisi gizli gücünün fark edilerek tetiklenmesi ve üçüncüsü gizli gücün kendini açığa vurmasını haklı ve makul kılacak bir amaca kod­lanması gerekmektedir. Bu tıpkı güzel bir çiçeğin koklanmasına benzemektedir. Onun güzelliğinden haz almasını bilen, güzelliği elde etme isteğini (gizli gücünü) taşıyan bir özne olmalıdır. İkin­cisi güzel çiçek nefis kokularıyla onu tetiklemelidir. Nihayet el­de etmeyi değerli kılan bir neden olmalıdır.

Katılmak ise kendisine ilgi gösteren özneye tam anlamıyla teslim olmak demektir, tıpkı yaradılanların yaradanına ram ol­ması gibi. Böyle bir birleşme sağlandığı zaman, tam bir bütün­lük oluşmakta ve çok büyük işler başarılmaktadır. Bebek anne­nin ilgi ve ihtimamına muhtaçtır. Amerika keşfedilmek için Co- lomb gibi kaşiflerin; toprak, hava, su, meraklı araştırmacıların; bireyler, gruplar, toplumlar, büyük adamların ilgi ve ihtimamı­na ihtiyaç duymaktadırlar ve ilgi gösteren olduğu takdirde, ilgi gösterenin amaçlarına yönelik, onlara katılmaya hazır ve nazır­dırlar. ilgi gösterme mertebesinin en üst ve en yüce katında dev­let bulunmaktadır. Devlet, bir toplumun, daha doğrusu bir ulu­sun; katılım gösterdiği en kutsal, izlenmesi ve rıza – uyum gös­terilmesi en kaçınılmaz ve en yüce öznesidir. Kollektif aklın topyekün tezahür ettiği yegane kurumsal bütündür.

İlgi gösteren ve katılan kavramlarıyla yapılan çözümleme, Hegel’i bütünün, parçalarının toplamından çok fazla bir var­lık olduğu gerçeğine ulaştırmaktadır. Zira her parça, ait oldu­ğu bütün içinde belirli bir yere yerleştirilebilmektedir. Parça, bütün içindeki yerinden çıkartılırsa ya da başka bir yere ko­nulursa, onun hiçbir işe yaramadığı açıkça görülebilir. Yerine yerleştirilmemiş parça yüzünden bütün de esasen işe yaramaz durumdadır. Demek ki her parça bütün için, bütün de parça için vazgeçilmez unsurlardır ve daha da önemlisi, yerli yerince yerleştirildikleri takdirde işlevsel olmaktadırlar. Aksi takdirde ne bütün, ne de parçaları tek başlarına hiçbir değer içermezler. Örneğin bedenimizi düşünelim: Göz, kalp, beyin; hepsi yer- li yerince yerleştirilmişse işe yararlar. Gözü, beyni çıkartıp al­sak, kendi başlarına hiçbir değer ifade etmezler. Beyinsiz be­klenin de çok fazla bir değeri yoktur. O halde bütün, parçala­rıyla birlikte bir değer taşımaktadır. Her bir parça yerinde işe yaramaktadır. Yerinde olmayan parça hiçbir değer ifade etmez ve hatta kanser uru gibi, bedenin sağlığını bozan bir parça da olabilir ki bu durumda, yani bütünün işlevselliğini yitirmeme­si için, disfonksiyonel parçanın yok edilmesi gerekir. Bu yüz­den de bütünün sağlığı, varlığı ve devamlılığı için gerekiyorsa bazı parçalar feda edilebilir. Sözgelimi vücudu korumak için kangren olan ayağın kesilip atılması gibi. Nitekim devlet-yurt- taş ilişkilerinde benzeri örnekleri görmek mümkündür. Kısa­cası devlet – yurttaş, toplum – birey, grup – lider, yöneten – yö­netilen v.s. ilişkilerini; daha doğrusu toplumsal bütün içindeki ilişki biçimlerinin tümünü, ilgi gösteren ve katılan paradigma­sıyla çözümlemek mümkündür. Aynı şekilde tarih de bu para­digmayla okunabilir.

Tarih, ilgi göstermesini bilen yetkin aklın gördüklerinden başka bir şey olamaz. Çünkü tarih, yetkin aklın geride bıraktı­ğı izlerden ibarettir. Yani, tarihin akışı, değişim ve gelişimi, akla uygun yasalar içermektedir. Bu sayede akıl, bu yasaları deşifre ederek bugün; geçmişin izlerine bakıp, geleceği tahmin ve hatta tanzim edebilir. Nitekim objektif olarak görülmektedir ki; tarih hep daha iyiye doğru akmışsa, dünya hep daha kusursuz biçim­de imar ve ihya edilmişse, bu, aklın sayesinde gerçekleştirilmiş­tir. Tarihsel gerçekler akılla kurulduğu için, aklın gerçekliklerin­den başka gerçeklik de yoktur. Akıl gerçeği olduğu gibi almak­ta, onu makul olan gerçeklikle işlemekte ve böylece, tıpkı yasa­lar gibi, devlet gibi, makul gerçeklikler yaratmaktadır.

Yaratmak, özgürleşmek, ben olmak, kendi gerçekliğini açığa vurmaktır ve bu süreç şöyle işlemektedir: İnsan her şeyi düşün­mekte ya da seyretmektedir. Bilen özne nesneyi düşünür ya da seyrederken, nesne tarafından özümsenmekte, düşünülen nesne­de kaybolmaktadır. Düşünen öznenin kendini bulması için bunu tutkuyla istemesi ve kendini çağırması gerekmektedir. Bu bilinçli bir istektir (antropogene). Kişi ben demekte ve benliğini kazan­maktadır. Yani bir nesneyi insan düşündüğü ya da gördüğü za­man nesne fark edilmektedir. Nesne insanı emmiş, insan da nes­neyi bilmiş olmaktadır. Artık ne nesne ne de insan bu ilişkiden önceki insan ya da nesnedir. Bu sentez, fark eden ve fark edile­nin ikisinden de mükemmel bir oluşumdur. Nesneyi fark etmeyi bilme ve nesnenin fark edildiğini bilmesi, bunu istemenin ürü­nüdür ve bu da özgürleşmek, kendi kendini gerçek kılmaktır.

Bilmiş olmanın verdiği rahatlığa isyan, huzursuzluk, eyleme davranma, tatmin, gerginlik; tüm bunlar öznenin ‘olumsuzla- ma’ (fr.negatrice) tutkularının sonuçlarıdır. Olumsuzlama, özne­nin nesneyi yeni bir hale dönüştürmesi, yok etmesidir. Örneğin beslenince kişi yiyecekleri olumsuzlamış, diyalektik olarak yok etmiş olmaktadır. Artık yiyecekler ya enerji ya onarım- gelişim amacıyla kullanılacak ya da bir kısmı depolanacak, işe yaramaz­ları da dışkılanacaktır. Özne, çevresindeki nesneleri veri oluş bi­çimleriyle olumsuzlamaktadır. Bu olumsuzlayıcı olumsuzluk (fr.negativite negatrice) kaçınılmaz olarak etkindir ve insan istekle­rinden doğmaktadır. Bu yolla nesnel gerçeklikler öznel gerçek­liklere dönüştürülmektedir.

Toplumsal ilişkilerde de süreç aynıdır. Ancak doğal olaylar­dan farklı olarak toplumsal olaylarda süreç, karşılıklı isteklerle işlemektedir. Yani toplum üyesi her bir kişinin isteği, diğer bir toplum üyesine yöneliktir. Bu üyeler arasında ilişkinin, daha doğ­rusu, olumsuzlamanın var olabilmesi için mutlaka; istemiş ve is­tenmiş olma, kabul etme ve kabul edilme isteklerinin var olması gerekmektedir. Olumsuzlama, yani diyalektik olarak yok etme sürecinin toplumsal bağlamı, en bariz biçimde efendi köle diya­lektiğinde ortaya çıkmaktadır. Önce basit anlamıyla diyalektik kavramına bakalım:

Herakleitos’un belirttiği gibi, diyalektik, çeşitli olanın nasıl uzlaştığını, birbirine karşıt olanların nasıl bir ahenk içerdiğini gösteren bir kavramdır. Dolayısıyla iyi, karşıtıyla kaimdir ve bu yüzden de savaşlar değişimin, gelişimin en fazla işe yarar araç­larıdır. Nitekim akıl da sürekli çelişkilerle ilerlemektedir. Akıl önce bir tez ileri sürmektedir. Tez birçok itirazla karşılaşmakta ya da tezin anlatılmak isteneni anlatmadığı görülmektedir. Bu­na karşılık anti tez öne sürülmektedir. Tez ile antitezin karşılaş­ması, çatışması, kaynaşması sonucunda; ikisine de benzemeyen, ama her ikisinden de yetkin bir önerme ortaya çıkmaktadır. Bu sentezdir ve gelişme, ilerleme bu türden, üçlü vuruşlarla, diya­lektik triada’larla sağlanmaktadır. Bilgilerin hepsi bu yolla elde edilmektedir.

Toplumda tüm bireyler kendini kanıtlama, tanıtma çabası sarf etmekte, etkin olmaya çalışmaktır. Ancak her etkinlik, karşı etkinliklerle cevaplandırılmaktadır ve bu etkileşim toplumsal ha- kim-mahkum ilişkilerini yaratmaktadır. Ağırlığını koyabilenler, kişiliğini kabul ettirenler, kendilerini savunma aczi içinde olan­ları denetimleri altına almaktadır. Karşılıklı tanınma talepleriy­le oluşan bu efendi köle ilişkisi, diyalektik bir ilişki olduğu için her iki taraf açısından da tatmin edicidir. Zira kişiliğini bir başka kişilikte görmek isteyenler; varlıklarını, kendi özgürlüklerini onlara teslim ederek koruyabilmektedir. Başka kişilerin kişilik­lerine hükmedebilenler de, kendi irade ve kişiliklerinin yüceldiğine bu şekilde tanık olmaktadır.

Kabul etme ya da kabul edilme, başkasını fark etme ya da başkası tarafından fark edilme, tanıma ya da tanınma; adı nasıl konulursa konsun; diyalektik olarak yok etme süreciyle toplum­sal ilişkilerin sürdürülmesi, toplumsal bütünlüğün en önemli ya­pı harcıdır. Diyalektik yok etme, bireylerin birbirlerini olumsuz- lama istekleriyle gerçekleştirilmekte, diyalektik olarak yok eden ve yok edilenler için tatmin edici sonuçlar doğurmaktadır. Kuş­kusuz ki bu ilişki biçimi; birinin ötekini prangalaması, daha doğ­rusu formel yetkileri ile tahakküm altında tutması, ötekinin de onun prangalarına rıza göstermesi biçiminde değildir. Bu ilişki, karşıt olanların karşılaşmaları sonucunda, birinin öteki tarafın­dan kabul edilmesi ve onda kendi varlığının diyalektik olarak yok oluşunu görmekle tatmin ve mutlu olması şeklinde tezahür etmektedir. Tabi olan kişi böylece kendini güvende hissetmekte­dir. Çoğu duygusal ilişki böyledir.

Toplumsal bütünün teşekkülü ile devlet ve yasalar gibi mü­kemmel kurumlar, bu tarz diyalektik yok oluş sayesinde gerçek­leşmektedir. Toplumsal bütün; efendi – köle ilişkileriyle tesis edi­len bir ilişki ağıdır ve bu ilişki ağı içinde bireylerin birbirlerini di­yalektik olarak yok etmesi, birbirleri tarafından olumsuzlanması sayesinde toplumsal yaşama rıza gösterilmekte, toplumsal uyum sağlanmakta ve toplumsal ahenge ulaşılmaktadır.

İnceleyin:  Mahremiyetin Dönüşümü...

Hegel’i özetleyen maddeler de şunlardır:

i.Her eylemin öznesi ve nesnesi vardır. Çünkü onu gerçek­leştiren özne ile eylemin gerçekleştirildiği nesne, bir eyle­min olabilmesi için zorunlu olan parçalardır. Aksi takdir­de eylemin, daha doğrusu, herhangi bir insani aktivitenin ortaya cıkması imkansız olurdu. Bu yüzden eylem, yani bütün, onu içeren tüm unsurlarından daha fazla içeriğe sahiptir. Bunun nedeni her parçanın bütün içinde bir işleve sahip olması, bütünü oluşturan parçaların ait olduğu bütün dışında hiçbir işlev görmemesidir. Basit bir maki- nadan ya da tek hücreli organizmadan modern ulus-dev- letlerini kurabilmiş gelişmiş toplumlara kadar tüm sistem­ler, her parçanın yerli yerinde işlev görmesi sayesinde ku­sursuz işlemektedir.

ii.Bütün birliktelikler ilgi gösteren ve katılan taraflarla oluş­maktadır. İlgi gösteren; potansiyel sahibi bir varlıktır. Ka- tılanlar ise ilgi gösteren varlığı tetikleme mahareti taşıyan nesnelerdir. Tüm icadlar, keşifler, teknolojik harikalar, bi­limsel araştırmalar, güçlü büyük devletler bu şekilde orta­ya çıkmışlardır. İlgi gösterme potansiyeline sahip yetkin bir özne, onun ilgisine muhtaç, ona katılmaya hazır ol­duğu için onu tetikleyen, tahrik eden nesneyle karşılaşır. Özne, amacına uygun bir biçimde nesneyi işler, değişti­rir, onu mamul ve mamur hale getirir. Böylece doğal du­rumda hiçbir işleve sahip olmayan her iki taraf da işe ya­rar hale gelmiş, faydalı olabilmiştir.

iii.Tarih akla uygun yasalarla değiştiği için yetkin bir akıl ta­rihte, geçmişte neler olduğunu bilir ve tarihin seyir ve de­ğişim yasalarını deşifre ederek, gelecekte neler olacağını kestirebilir. Muhtemel yanlışlıkları ortaya çıkmadan ber­taraf edebilir, olması muhtemel kötülükleri önleyebilir.

iv.Bilme, özne ve nesne arasında gerçekleşen diyalektik bir süreçtir. Özne bilmek ister, nesne de bilinmek. İşlem ta- mamlandıktan sonra özne bilmiş, nesne bilinmiştir. Her ikisi de artık önceki özne ve nesne değildir. Bilmiş ve bilinmiş olma eylemi aklın yeni bir gerçeklik yaratmasıdır.

Bu şekilde akıl gerçeklikleri sürekli yeniden ele alıp, da­ha makul gerçeklikler yaratarak, kurarak, daha kusursuz bir gelecek inşa etmektedir.

v.Diyalektik, iyi olanın karşıtı ile kaim olduğunu bize gös­termektedir. Nitekim insanoğlunun bütün aktiviteleri, bir başka insan tarafından diyalektik olarak yok edilmiş ak-tivitelerden ibarettir. Bu, olumsuzluğun olumsuzlanması, gelişme ve ilerlemenin sihirli anahtarıdır.

vi.Efendi köle diyalektiği, toplumsal ilişkiyi var eden ve top­lumsal bütünlüğü kuran bir süreçtir. İnsanların kabul et­me ve fark etme istekleriyle, kabul edilme ve fark edilme istekleri bu süreçte buluşup, kaynaşıp, bütünleşmektedir. Bu süreç sayesinde toplumda, hem birbirine destek hem de birbirine karşı olan tüm fikirler, eylemler senkronize olmaktadır. Kısacası bu süreç, birey ve onun dışındaki di­ğer tüm unsurlarıyla toplumun uyumlu ve işlevsel bir ya­pı arz etmesi, bir sistem, bir bütün haline gelebilmesinin sırrını içermektedir.Modern epistemolojinin sofistike bir formülasyonu olan He- gel’ci söylem, modern siyasal proje ve programların hemen hep­sinde bir iz bırakmıştır.Hegel söyleminin ilk bölümü, yani “bütünün parçalardan da­ha fazla anlamlı olması ve parçanın ait olduğu bütün içinde iş­levsellik kazanması”, modern tutucu kuram ve siyasal rejimlerin temel tezini teşkil etmektedir.

Modernitenin düzen ve yapıya bu bağlamdaki aşırı vurgu­sunun temelinde ilahi düzen fikri bulunmaktadır. Kurulu düze­ne veya sisteme ya da varolan yapıya, en başta birey olmak üzere onu oluşturan unsurların uyum ve itaatinin yüceltilmesini vaaz eden tutucu yaklaşımların ilk teorisyeni bilindiği gibi Eflatun’dur ve değişim, şu veya bu biçimde bozulma, huzurlusuzluk, kaos ve her şekliyle gerilemedir. İlahi düzen fikrine vaziyet alış iddiasıy­la kendi rasyonalitesini kuran modernite, Hegel’in bu söylemiy­le, ilahi düzen fikrine yeniden sığınmaktadır. Nitekim A. Comte ve Durkheim gibi sosyologlar aracılığı ile uzun yıllar kara Avru- pası toplumbilimine hakim olan sosyolojizim, bu söylemin pek çok açıdan siyasal proje ve programlar halinde uygulanmasına epistemik meşruiyet sağlamıştır. Hatta Türk sosyoloji geleneği de büyük ölçüde bu kaynaktan beslenmiştir. Tasarlanan bir sisteme göre, sistem içine dahil edilen parçalar için takdir edilen normlar ve rollerle sınırlı bir düzen ve yapı vücuda getirme ve orga­nik bir sistem gibi toplumları tasarlama ve her parçanın sadece, onun için takdir edilen işlevi yerine getirmesini bekleme ve ak­si tüm etkinlikleri “disfunction” tabiri ile reddetme, hiç kuşku­suz ki, pek çok zorba ve despotik siyasi proje ve programın ye­gane esin kaynağı olmuştur.

Kendi içindeki antinomiler, kendi kendini inkar etmesine yol açan emareler taşıyor olmakla birlikte, Hegel söyleminin bi­rinci bağlamıyla özetlenen bu bölümü; modernitenin tutucu bir dünya düzeni olarak kurulması ve uygulanmasında en stratejik görevi ifa etmiştir

Hegel söyleminin ikinci bölümü, modernitenin sahiplendiği “bilgi edinme sürecini” açıklamaktadır.

Buna göre doğal durumda hiçbir işe yaramayan nesneler, on­ların sırlarına vakıf olma potansiyeli içeren öznelerce incelenme­li, mamul ve mamur hale getirilmeli ve doğal hallerindeki fay­dasız durumlarından kurtarılarak, insanlığa faydalı hale getiril­melidir. Aynı şekilde ilgi ve ihtimama muhtaç, yol gösterilme­yi, çekip çevrilmeyi, yönetilmeyi bekleyen insanlar ve toplumlar da bu durumlarından kurtarılıp, güdüm altına alınarak işe yarar hale getirilmelidir. Zira doğal ve sosyal nesneler, doğal halleriy­le değil, yetkin bir akıl tarafından işlendikten sonra hak ettikle­ri gerçekliğe bürünmekte ve bu işlemden geçirildikten sonra işe yarar hale gelmektedirler. Hegel, doğal olay ve nesnelerin, top­lumsal olgu ve varlıkların; bilen öznenin özünde öznelleştiğini, daha doğrusu onlara ilişkin bilginin bilen özne tarafından bilin­diğini, öznel bir bilgi haline dönüştürüldüğünü belirtmektedir. Ona göre bu biliş, sözü edilen nesneye, layık olduğu gerçekliği giydirdiği için artık nesnede, ona giydirilen nesnel gerçeklikten başka bir gerçeklik olamaz. Dolayısıyla bilmesini bilen bir özne, bu bilişiyle, nesnenin nesnel gerçekliğini ondan çekip çıkartmak­ta ve onun ne olduğunu bilmektedir.

Hegel, yetişmiş olduğu mümbit düşünce ortamının da etki­siyle, bilinmek istenenin tamamen bilinemeyeceği, çevresine bilgi sunan varlığa ilişkin bilinenlerin, hiçbir zaman bilinen son şey olamayacağı, bilgi edinen zihnin bilinebilecekleri asla tüketeme­yeceğini ima eden ifadeler dile getirmiş olmakla blirlikte; söyle­minin bu ikinci bölümü ile, modernite gibi makro bakış açıları­nın, global ideolojilerin, bilimsel alandaki meta tahkiyelerin meş­ru ve makul temellerini atmıştır.

Söyleminin üçüncü bölümüyle Hegel, modernitenin üstlen­diği kutsal misyonlara rasyonel bir zemin döşemiştir: Ayrıca He­gel, başka herhangi bir zorlamaya başvurmadan, birer iletişim materyali olan yasal metinlerle sembolik şiddet uygulanarak in­sanların “hizaya dizilebilmelerinin mümkün” olduğunu, modern siyasal proje ve programlar için formüle etmiştir.

Hegel tarihte olup biten olayların, kurulmuş devletlerin ve yaşamış olan hemen her şeyin yetkin aklın yapıtı olduğunu dü­şünmektedir. Dolayısıyla tarih akla uygun yasalar içerdiği için, geçmişte olanların nasıl olduğu bilinebilmektedir. Tarihsel ve toplumsal değişimin nasıl oluştuğunu bilmek, hem örnek almak hem de ders çıkarmak için önemlidir. Akıl ile imar, ihya ve ıslah edilerek bugüne taşman geçmiş, bugün de, akıl tarafından imar, ihya ve ıslah edilerek geleceğe devredilecektir. Dolayısıyla, her gün bir öncekinden daha makul olacağı için, gelecekte mükem­mel bir evreni kurmak mümkündür. Zira yanlışlıklar tekrarlan­mayacak, gözden kaçan kötülükler bertaraf edilecek ve güzel olan her şey, daha güzel olarak akılda kurgulanıp gerçekleştirile­cektir. Daha da önemlisi modern çağlarda daha mükemmeli bul­mak için zor ve tehdit kullanmak, ceberrut önlemlere başvurmak da gereksizdir. Çünkü yetkin akıl bir sonraki günün nasıl olaca­ğını kestirebildiği, muhtemel iyi ve kötülükleri tahmin edebildi­ği için, kötülüklerin sergilenmesini önleyen yasaları, bugünden yürürlüğe sokacak ve kötü bir eylemin icra edilmesini önleye­cektir. Hegel’in bu tezi iktidarı elinde bulunduran siyasal grup­ların hemen hepsinin işlem ve uygulamalarını haklı kılmak için ileri sürdükleri argümanları beslemektedir. Esasen siyasal aktivi- teler; plan, proje ve programlardan ibarettir. Her siyasi grup, ya­rını en iyi görebildiğini ve bugünkü yanlışların asla tekrarlanma-yacagını vurgulayarak taraftar toplamaktadır. Dolayısıyla bu si­yasal aktivitelerden hangisi, kerametin sadece “kendisinde men­kul” olduğu izlenimi bırakırsa, daha fazla izleyiciye sahip olma fırsatı yakalamaktadır. Bu yüzden de siyasal gruplar çoğu zaman hayal pazarlamakta, düş vaat etmekte ve sanal hazlarla, mutlu­luklara davet edip, narkotik etkiler yaratarak, kendilerine taraf­tar bulma yarışına girmektedir. Modernitenin kutsadığı siyaset yapma biçimini Hegel, söyleminin bu üçüncü bölümüyle rasyo­nelleştirmiş ve yüceltmiştir.

Hegel’in bir diğer katkısı yasalardır. Mevcut yasaların hemen hepsi muhtemel suçları önlemeye, potansiyel suçluları ürkütme­ye yöneliktir. Daha da önemlisi modern dönemlerin tüm hukuk kurallarının toplum çıkarına dayandırılmasıdır. Hegel’in katkı­larıyla suç, modern toplumlarda; akrana, rakibe, hasıma, şefe, krala, imparatora yönelik olmaktan çıkmış; daha güzel bir top­lum ve dünya kurulmasını tehlikeye sokan bir tehdit olarak ta­nımlandığı için, doğrudan topluma yönelik bir saldırı sayılmıştır. Bu yüzden de toplumdan tecrit edilen suçlular, Foucault’nun yet­kinlikle analiz ettiği gibi, eski dönemlerde aleni cezalandırılırken, modern dönemlerde kuytu köşelerde cezalandırılmış; bedene acı çektirmekten ziyade, suç işlediği hükmedilen kişinin ömür boyu “insan içine çıkamaz” hale getirilmesi temin edilmiştir.

Hegel’in modernite açısından çok büyük bir anlam taşıyan bu bağlamdaki bir başka katkısı, hakkın hukukunun, devletin hu­kukuna dönüştürülmesine vesile olmasıdır.

Hukukun amacı bilindiği gibi, haklı olanın haklarını güven­ce altında tutarak, toplumda adaleti tesis etmek ve huzuru sağ­lamaktır. Bu yüzden de insanlar haklı olduklarını yargı kuramla­rı nezdinde tescil ettirmek zorundadırlar. Kimse hakkını kendi­si arayamaz. Aksi takdirde haklı iken suçlu durumuna düşebilir. Bu perspektife uygun olarak hukuk devleti anlayışı geliştirilmiş­tir. Bu anlayışla devlet bireyin karşısında çok güçlü olduğu, üs­telik fiili güç kullanma tekeline sahip bulunduğu için, yurttaşlar devletin yaptırımlarına karşı hukuki yollarla korunmuştur. Zira devleti ele geçiren güçler devletin kamusal gücünü ekonomik ve siyasal amaçlarına araç haline getirmişlerdir. Hukuk devleti kimi zaman polis devletine, zorba devlete dönüşmüştür ve bu dönü­şümde de gerekçe olarak çoğu zaman, Hegel’in hukuk felsefesi kullanılmıştır. Dolayısıyla siyasette egemen olan güçlerin; hak­kın hukukunu, devletin hukukuna dönüştürmelerine Hegel im­kan sağlamıştır. Daha da önemlisi bu yolla egemen güçler, ken­dilerine muarız tüm güçleri sindirme, susturma, ürkütme fırsatı­nı ele geçirmişlerdir. Kısacası, zayıfı korumak ve kollamak ama­cıyla üretilmiş gibi görünen modern hukuk, Hegel’in de kuram­sal desteği sayesinde, güçlünün, gücünü pekiştirme, koruma, sür­dürme aracına dönüşmüştür.

Hegel, tarih teorisi ve hukuk felsefesi ile kuşkusuz ki çevre­sinde oldukça etkili olmuştur. Max Weber, tarihselciliği sosyal bilimlere özgü bir yöntem olarak kullanmış ve bilimsel açılımla­ra öncülük etmiştir. Herhangi bir yönetim mekanizması olan de­mokrasiye hukuk devleti kimliği eklemlenerek, temsili demokra­tik yönetim biçimlerinin yüceltilmesi temin edilmiş, bireysel inisi­yatiflerin tümüyle kurumsal inisiyatiflere terk edilmesi sağlanmış ve modernitenin en önemli bunalımlarinden birisi olan kurum­sal krizlerin içine modernitenin yuvarlanmasının önü açılmıştır.

İnceleyin:  Modern Zaman, Mekân ve Toplumsal Unutma

Hegel’in söyleminin dördüncü bölümünde, birey olmanın yol haritası çıkartılmaktadır. Buna göre kişi, çevresindeki nes­nelerin ne olduğunu, neye yaradığını, nasıl kullanılabileceğini keşfederek birey olmayı başarabilir. Zehirli mantarla, besleyici – lezzetli mantarı birbirinden ayırt etmeyi bilemezseniz hayatta kalma şansınız pek azdır. Size verilen görevleri yapmayı becere­mezseniz, geçiminizi temin edecek bir işte tutunmanız pek zor­dur. Öğretmenin anlattığı dersi dinlemezseniz sınıfınızı geçme ihtimaliniz pek zayıftır. Herkesten farklı bir özelliğinizin, bece­rinizin, yeteneğinizin olduğunu gösteremezseniz, arkadaş grubu­nuz içinde takdir görmeniz pek uzak ihtimaldir. İlgisini çekecek, hoşuna gidecek, gönlünü kazanacak bir şey yapamazsanız, duy­gusal yakınlık duyduğunuz partrenizden karşılık görmeniz pek mümkün değildir. Tüm bunlar yani; ister doğal isterse sosyal bir varlık olsun, çevrenizdekileri etkilemeyi, onlardan yararlanma-yı, onlara nüfuz etmeyi sağlayacak bir bilgi edinemezseniz, var­lığınızı çevrenizde hissettirmeniz, bir özne olarak çevrenizin sizi fark etmesini temin etmeniz mümkün değildir. Kısacası Hegel’e göre, birey olmak demek, çevresini güdüm altına almak, çevre­sindeki sosyal ve doğal varlıkları motive ve manipüle etmeyi bil­mek demektir. Aksi takdirde, başka güdücülerin güdümüne ta­bi olmak durumundadır.

Hegel’in tabi kılan ve tabi olan eksenine dizdiği öznellik, in- dividüalizmin paradoksal biçimde kollektivizmi en yoğun haliyle beslemesi sonucunu doğurmuştur. Zira iktidarı bir biçimde ele geçirenler, bunun hikmetini, kişisel becerilerinde bulmuşlar ya da iktidarı ele geçirmek için girişilecek her türlü suistimal ve ent­rikanın adının “kişisel beceri” olacağına inanmışlardır. Nitekim siyasi hayatta olduğu kadar ticari faaliyetlerinde, sosyal ilişkile­rinde ve özellikle iş ilişkilerinde insanlar; mevcut, muhtemel ve potansiyel rakiplerini, ne pahasına olursa olsun bertaraf etmeyi en büyük başarı saymışlardır. Dolayısıyla birey olabilmenin ye­gane yolunun, başkalarının kendisine tabi kılınmasına bağlı ol­duğu inancının modern yaşam biçimiyle birlikte işlenmesi, mo­dern hükümranlığın nedenini açıklayan argümana dönüştürül­müş; kim, kimleri kendine tabi kılabiliyorsa, o kadar başarılı sa­yılmış ve takdir görmüştür.

Hegel’in tabi kılan ve tabi kılınan söyleminin görünen so­nuçlarının yanı sıra, gündelik hayatta görünmeyen başka bir­çok biçimi bulunmaktadır. Sözgelimi uzman diktatoryası bun­ların başta gelenidir. Doktor, teşhisine ilişkin öğütler verirken ya da reçete yazarken hastasına tam anlamıyla köle gibi davran­maktadır. Yönetici için emrinde çalışan herkes kul olmak zo­rundadır. Bir avukat ya da muhasebeci, ustabaşı, mimar, mü­hendis müşterilerine karşı benzeri güç gösterilerinde bulunabil­mektedir. Gene benzer biçimde minnet ya da sevgi kozunu güç aracı haline dönüştüren ebeveynler, çocuklarını bu şekilde gü­düm altında tutmaktadır. Nitekim toplumsal ilişkilerdeki doğal liderliklerin birçoğunda da benzer bir otoriter ilişkiye tanık ol­mak mümkündür.

Hegel öteden beri toplumsal yaşamda varolan bu tür ilişki­lerin bir yandan ortaya dökülmesine ön ayak olurken, bir yan­dan da bu ilişkilerin, modern birey olma ülküsüne dönüştürülüp, sulta ve boyunduruk aracı haline getirilerek abartılmasını meş­rulaştırmış ve argümanlaştırmıştır.

Hegel söyleminin nesnel siyasete katkı sağlayan beşinci bö­lümü negativite kuramıdır. Bu kuram, diyalektik yok olma sonu­cunda daha iyi varoluşların gerçekleştirildiği tezine dayanmak­tadır.

Tutucu yaklaşım ve siyasal programları etkilemekle, onların teorik zeminini oluşturmakla birlikte negativite kuramı ile He­gel, modern devrimlerin ve değişim ülkülerinin teori babası ol­ma özelliğini taşımaktadır. Nitekim, onu ayakları üzerine otur­tarak ona devrimci bu karakter kazandırdığını iddia eden Marx, bu bağlamda haklıdır. Zira, köhnemiş orta çağdan, körpe mo- dernitenin doğuşunu, Hegel’in diyalektik yok etme kavramıy­la tanımladığı negativite kuramı anlatmaktadır. Negativite, di­yalektik olarak yok etme olduğu için, mutlaka pozitif sonuçları olmaktadır. Sözgelimi leziz bir yemeği yemezsek, yemek bozu­lup yok olacak, güzel bir çiçeği koklamazsak çiçek kuruyup gi­decektir. Oksijen ve hidrojen tek başlarına hiçbir işe yaramaz­lar. Ama, belirli bir düzene göre bir araya geldiklerinde su gibi mükemmel bir varlığı ortaya çıkarmaktadırlar. Tıpkı diyalektik yok etme yoluyla, doğal nesnelerle gerçekleştirilen bu mükem­mellikler gibi, sosyal hayatta da mükemmel ‘negativite’ler oluş­maktadır. Sermaye ve emek modern ekonomik mucizelerin ya­pıtaşlarıdır. İnsanlık tarihi boyunca hep varolan bu iki değer, sa­dece modern dönemlerde gerektiği gibi diyalektik yok etme iş­lemini gerçekleştirdikleri için ekonomik mucizeler varolabilmiş- tir. Modern dönemin en mükemmel diyalektik yok etme işlemini kuşkusuz ki ulus devletler gerçekleştirmektedir ve dünyayı imar, ıslah ve ihya edecek olan da bu ülkelerdir. Demek ki diyalektik yok etmenin, akılla yapay olarak kurulmuş modern dönemler­deki en mükemmel örneği devlet – yurttaş bütünleşme (totalite) sidir. Bu mükemmel birlik ve bütünlüğü kim ki tehdit ve tahdit etmeye yönelik faaliyet içindedir, toplumsal hain odur ve en bü­yük cezayı hak etmektedir. Negativite kuramı ile Hegel, görül­düğü gibi, modern siyaset operatörlerine oldukça etkili bir yap­tırım gücü kazandırmaktadır.

Bununla birlikte Hegel’in negativite kuramı, kurulu her dü­zenin ne kadar kusursuz olursa olsun asla baki olamayacağı ima­sını içermektedir. Zira eninde sonunda her olumsuzluk, olum- suzlanmaya mahkumdur. Olumsuzun olumsuzlanması ilkesi ön­lenemez bir süreç olduğuna göre, diyalektik yok etme ile gerçek­leştirilen her eylem, kurum, yapı; yeniden olumsuzlanacağı, her diyalektik yok oluşla yenileri kurulacağından, sürekliliğini koru­yacak epistemik paradigmaların, toplumsal kurum (devlet gibi) ların ve yapıların sonsuza dek ayakta kalması mümkün değildir. Onlar da bizzat kendilerinin yarattığı faktörler tarafından diya­lektik olarak yok edileceklerdir.

Modernitenin kuramsal çatısının kurulduğu en muhkem sü­tün olan Hegel söyleminin son bölümünü ünlü efendi – köle di­yalektiği oluşturmaktadır.

Efendi köle diyalektiği, toplumsal bütünleşmenin, kenetlen­menin nasıl gerçekleştirildiğine yönelik bir betimlemedir. Bu­na göre her bir kişinin eksikliğini bir başka kişinin eksikliği ta­mamlamakta ve toplumsal yaşamı bu eksikliklerden oluşan tam­lık var etmektedir. Matematiksel olarak mantığa pek uygun düş­meyen bu açıklama, Hegel’in diyalektik kuramından üretilmek­tedir. Aslında kuram oldukça basit bir biçimde somutlanabilir. Bir kişi sevmek istiyor. Bir başka kişi de sevilmek. Bunlar karşı­laştıklarında sevmek isteyen sevmiş, sevilmek isteyen sevilmiştir. Her ikisinin de eksikleri bir tam meydana getirmiştir. Gerçekten de anne çocuk ilişkisi bunun en canlı örneğidir. Anne çocuğu ile anaçlık duygularını tatmin etmekte, çocuk da annenin himmet ve himayesine ihtiyaç duymaktadır.

Bu basit örnekle somutlanan Hegel’in efendi köle diyalektiği ile, Hegel öncelikle, isteklerin karşılıklı olduğunu vurgulamakta­dır. Yani efendi olmak kadar köle olmak da istenmekte ve diyalektik yok oluş bu sayede gerçekleşmektedir. Bu nokta, kökeni mitolojik öykülere dayanan meşhur “fallus tasarımı”na bizi ulaş­tırmaktadır: Tanrıça Gaia, evreni yarattığında evrenin tek haki­midir. Fakat bir süre sonra erkek iktidarına ihtiyaç duyar ve Ura- nos’u doğurur, onunla evlenir ve göklerin tanrısı Uranos, yerlerin tanrıçası Gaia olur. Çiftin çocuklarından biri olan ucube yaratık Kyklop’un iktidarında gözü olduğu korkusuna kapılan Uranos, onu yeraltına fırlatıp atar ve karısı ile arası açılır. Gaia buna çok kızar ama kocasına gücü yetmez. Oğlu Kronos’u tahrik ederek onun, çakmaktaşından yaptığı orakla, babası Kronos’un erkek­lik organını kesip, hadım etmesini ve iktidarını elinden alması­nı temin eder. Babasını alt eden Kronos iktidarını kimseyle pay­laşmaz ve evrene tek başına hakim olur ama o da dişil entrikalar sonucunda oğlu Zeus tarafından yok edilir. Bu öykü, öteden beri dişil ve eril karakter ayrımının neden yapıldığı ve bu ayrıma gö­re iktidar taraflarının nasıl tesbit edildiğine dair fikir vermekte­dir. Ayrıca simgesel olarak erkeklik organının iktidar ve güç pa­rametresi olarak neden sergilendiğini izah etmektedir. İlk güna­hın müsebbibi Havva imgesiyle benzer açıklamalar, sadece mito­lojik metinlerle sınırlı kalmamış, dini metinlerde de yer almıştır.

Hegel de, efendi köle diyalektiği ile, toplumun içinde bir gü­ce bağlanarak kendini güvende hissedenlerle, güç ve iktidar gös­terisinde bulunmaktan haz duyan insanların birlikteliklerini betimlemekte ve geleneksel imgelemi, daha rasyonel bir biçimde yeniden işlemektedir. Böylece iktidar, iktidar ve otoriteye du­yulan ihtiyacın sonucunda ortaya çıkmakta ve kaçınılmaz, yok edilemez bir toplumsal olgu olarak tasavvur edilmektedir. Do­ğal olarak da bu olgunun yapısal ve kurumsal görünümleri ol­mak zorundadır. Hegel’in söylemi, iktidar meraklıları kadar ik­tidar dinginlerine de vurgu yapmakta, bir bakıma ilgilerin, efen­diden köleye kaymasına açık kapı bırakmaktadır. Demek ki kö­le, köle olma isteğine kapılmazsa iktidarı yok etmek ya da silik­leştirmek, en azından hesap sorulur hale getirmek mümkün ola­caktır. İkincisi Hegel diyalektiğinde kötü, iyi ile kaimdir. Efen­dinin köleye ihtiyaç duymasından daha fazla kölenin efendiye muhtaç olduğuna dair Hegel’in vurgusu efendi ile köle kavram­larını, pejoratif anlamlarından arındırmaktadır. Kölenin efendi­yi var etmesi ya da zayıfın güçlüye ihtiyaç duyduğu için gücün varolması gibi, kötü de iyiyi netleştirmektedir. Demek ki iyinin varolması, kötünün varolması ile belirginlik kazanmaktadır. Bu yüzden de kötü ile iyi kavramlarını, iyi olan ile kötü olanın iliş­kileri bağlamında anlamlandırmak gerekmektedir.

Bununla birlikte sonuçları itibariyle bakıldığında, Hegel, devletin ya da güçlü kurumsal mekanizmaların varlıkları ve iş­levselliklerini, efendi köle diyalektiği ile gerekçelendirdiğinden, modern siyasal kurumlar ile bu kurumlar aracılığı ile egemenlik iddiasında bulunan güçlerin heves ve hedeflerini meşrulaştırmış ve haklılaştırmıştır. Temsili parlamenter demokratik sistem gibi, görülmez el veya doğal denge gibi, insan hakları özgürlükler gi­bi pek çok kavram, kurum ve mekanizmanın kutsanmasına ve­sile olmuştur. Sözgelimi vatandaşlarına sürekli görev ve rol bi­çen ve bu davranış kalıplarına riayet ve intisap edenleri yücelten totaliter yönetim biçimlerine, efendi köle diyalektiği söylemi ile sağlam bir mesnet sunmuştur. Mensuplarının sayı ve üyelikleri sayesinde sınırsız ve sorumsuz imparatorluklar haline gelen pek çok sivil toplum örgütüne, varlıklarını gerekçelendirebilecekleri epistemolojik sığınaklar bahşetmiştir. Tatmin ve tüketim amaçlı tüm davranışların “özgürlük” gibi bir kavramla haklılaştırılma- sma fetva çıkarmıştır. İnsanların birlikteliklerini “istismar” üze­rine inşaa edebilmelerinin haklı ve makul bir açıklamasını orta­ya koymuştur. Kısacası, modern yaşam biçiminin vahim sancıları olarak tanıklık edilen ama gündelik yaşamda çok fazla önemsen­meyen; ezen-ezilen, hakim-mahkum, sömüren-sömürülen, kaza- nan-kaybeden ilişkilerinin makul ve mantıklı bir izahının olaca­ğına dair anlayışlar geliştirilmesine Hegel’in Efendi köle diyalek­tiği, kuramsal bir dayanak oluşturmuştur.

Sonuç olarak, içinde pek çok mümbit antinomi barındırıyor olmakla birlikte, Hegel’in söylemi bir bütün olarak bakıldığın­da; modernitenin, hem bir teori olarak kurgulanmasına imkan vermiştir. Hem modern kuramların varlıklarının gerekçelendirilmesi işlemine mesnet teşkil etmiştir. Hem de modern yaşam biçimlerinin pek çoğunun haklılaştırılması ve meşrulaştırılması için makul ve mantıklı açıklamalar ortaya koymuştur.

Cengiz Anık – Modern Düşüncenin Bunalımı,syf:115-145

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir