Kuran-ı Kerim’de Aşıkların Vasıfları

po Kuran-ı Kerim'de Aşıkların Vasıfları

ALLAH RESULÜ’NE BAĞLANMA:

Allah Resulü’ne, — selât ve selâm üzerine olsun— , bağlanma konusu İlâhî yasayla belirlenmiştir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “De ki: eğer Allah’ı seviyorsanız bana bağlanın ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Kur’an, 3/31)

Bil ki, Allah için, kullarına duyduğu sevgide, iki sevgi ya da iki ilgi vardır. Bu sevgi, iradeye bağlı bir özelliktir. Birincisi, başlangıçtan beri Allah’ın onlara, kullara duyduğu sevgidir, işte bu sevgiyle Allah onlara, Kendine bağlanmalarını sağlamıştır. Örneğin, bütün peygamberlerin (hepsine selâm olsun) O’na kendiliklerinden bağlanmaları gibi. Öyle ki bu bağlanma, onlar için sonuçta iki çeşit sevgi ilgisi doğurmuştur, çünkü bağlanma iki biçimde olmuştur: Birincisi, farzları yerine getirmekle ve O’nu sevmekle; İkincisi, nafile ibadetler yapmakla, Hz. Peygamber, selât ve selâm üzerine olsun, Aziz ve Celil Rabb’inden naklettiği bir hadisi kudside şöyle buyurmaktadır: “Kendisine farz kıldığım şeyleri yerine getirmekle kulumun Bana yaklaşmasından daha çok sevdiğim bir şey yoktur. Kulum Bana, Ben kendisini sevinceye kadar nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder. Ben onu sevince onun kulağı, gözü, eli ve tüm organları olurum.” Kul nafile ibadetler yapmakla, Allah o kulun kulağı ve diğer organları oluyorsa, peki kul farzları yerine getirmekle, Allah’ın kula duyduğu sevgi ne olur? Buna verilecek cevap şudur: Hakk bu seçkin kulun iradesiyle murad eder; bu sevgiye, bu bağlanmaya özgü olan ilk ve asıl iradeyle, yani Allah’ın dilemesiyle (nıeşie) tam bir mutabakat içerisinde, o kula bu âlemde hükmetme imkânını verir. Böylece Allah, o kulu, o sevgiyle muvaffak kılar. Dolayısıyla bu sevgi, yukarıda belirtilen birinci çeşitte yer almış olur, ki bu anlam Allah’ın şu sözünde ifadesini bulmaktadır: “Allah dilemedikçe siz hiçbir şey dileyemezsiniz.” (Kur’an, 76/30), “Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe, siz hiçbir şey dileyemezsiniz.” (Kur’an, 81/29). Hakk Teâlâ Kur’an’da zikrettiği sıfatlar nedeniyle, o sıfatları üzerinde uygulayan kullarını sever. Bu sıfatlar ise, ancak Hz. Peygambere bağlanmakla elde edilir.

Demek ki Allah’ın Resulü, sclât ve selâm onun üzerine olsun, bu yolu sünnetleştirmiştir. Bunu da Allah’a bağlanmakla yapmıştır, çünkü “O hevadan konuşmaz; onun konuştuğu kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.” (Kur’an, 53/3-4). Allah Resulü, hem Allah’a hem de bize bağlı olarak hareket eder, fakat Allah, kimilerinin sandığı gibi, fiilin, hem Kendisi için hem de bizim için olmasını kabul etmez. Bu bağlamda Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: Allah sadece bana ve size ne yapacak, nasıl davranacak bilmiyorum. Ben bana vahyolunana bağlanıyorum. Ben sadece açık bir uyarıcıyım.” Bununla ilgili olarak, Allah da şöyle buyuruyor: “Resulün üzerine sadece duyurmak, bildirmek düşer.” (Kur’an, 5/99).

Allah Resulü’ne bağlanmak demek, onun bize söylediği şeyleri yerine getirmek demektir. Bu nedenle, eğer Allah Resulü “yaptığım şeylerde bana uyunuz” demişse madem, biz ona uyduk; öyle dememiş olsaydı bile bize düşen onun söylediği şeylere uymaktır. Dolayısıyla, buradan bizim için çıkarılacak sonuç, bize emrettiği ve yasakladığı şeylerde ona uymamız gerektiğidir. Onun bize çizdiği sınırlarda durmak demek, fiillerinde ve ahlâkında ona uymak demektir. Bu tutum, “keramet” ve “ayet” diye isimlendirilir, yani bu tutum, bağlanmanın hakikiliğine ve doğruluğuna dair gerçek bir kanıttır. Peygamberler de aynı şekilde İlâhî emirlere bağlıdırlar. Hz. Peygamber, selât ve selâm üzerine olsun, bu konuda şöyle buyuruyor: “Ben ancak bana vahyedilene tabi oluyorum.” Böylece, İlâhî emirlere tabi olması sonucu ortaya çıkan ve onun üzerinde gözüken, Allah’ın işine, fiiline bağlanma olayı bir “ayet”, bir mucize, bir işaret, bir örnek olmaktadır. Eğer biz de onun gibi onlara tabi olursak, onlara bağlanırsak, bizim için de bir “keramet” olmaktadır. Fakat bu fiil, bu eylem himmet ve teveccühle olmalıdır; insan kendi nefsini sevme, ona tabi olma durumuna düşmemelidir… O zaman Allah’ın iradesi dışında başka bir sebebi olmayan ve ancak o şekilde olması gereken olağanüstü haller kulda görülür. Bu fiil zahiri bir sebebten dolayı zuhur edecek olursa, kul bu mucizevi hal içine giremez. Örneğin, zahiri bir sebeble kuşların uçması misali. Haki- katte kuşları havada tutan Allah’tan başkası değildir. Bu şu anlama geliyor: Kuşların havada durabilmeleri ve uçabilmeleri için gerekli se- bebleri Allah yaratmaktadır.

Buna karşılık, eğer insan, olağan durum dışında havaya çıkar ve alışılagelen zahiri sebeble değil de yalnızca kendi iradesiyle havada yürürse, bu fiili, Allah’ın Kendi İradesiyle eşyayı yaratmasındaki fiiline benzer. İşte Tann’nın yaratma fiiliyle, eşyanın se- beblere bağlı olarak vuku bulması arasındaki bütün fark burada yatmaktadır. Bunun özelliği Allah’a ittiba etmekle, O’na bağlanmakla gerçekleş- mesindedir. Bu çerçevede Kendisine ittiba edilecek varlık yalnızca Allah’tır. Kendi İradesiyle yarattığı fiilinde ittiba edilecek varlık da gene Allah’tır. Her şey Allah’ın yardımıyla ve dilemesiyledir. “O’ndan başka Allah yoktur; O Azizdir; O hikmet sahibidir.” (Kur’an, 3/6)

TÖVBE EDENLERE ALLAH ‘IN DUYDUĞU SEVGİ:

Sübhan Allah’ın tövbe edenlere duyduğu sevgi de, onların Allah’a ve Resulüne bağlanmalarıyla ilgilidir. “Tevvclb” Allah’ın bir sıfatıdır. Aynı zamanda Allah’ın “Esmaül-Hüsna”sından, yani güzel isimlerinden biridir. Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır; “Gerçeklen de Allah, o “tevvab”tır.” (Kur’an, 9/104) yani tövbeleri en çok kabul edendir. “Allah tövbe edenleri sever” (Kur’an, 2/222). Demek ki, Allah sadece Kendi ismini ve sıfatını sevmekledir. Kul bu isim ve bu sıfatla isimlenir ve sıfatlanırsa kulunu da sevmektedir. Fakat kul, ancak Hakk’ın kendisine bu sıfatı verdiği ölçüde bu sıfatla sıfatlanır. Bunun nedeni de şudur: Kul, kendisini Allah’tan uzaklaştıran günah, isyan, itaatsizlik ve başkaldırı gibi kınanacak her türlü hal içindeyken bile Yüce Allah kuluna doğru döner. Kul, kendi hemcinslerinden biri kendisine bir kötülük, bir haksızlık yaptığında, bu kötülüğe karşı iyilikle karşılık verir ve ona kötülükle mukabelede bulunmaya kalkışmazsa, yani işte bu şekilde Allah’a dönerse, bu kul “tevvab” diye adlandırılır. Her an ve her durumda Allah’ın kendisiyle beraber olduğunu bilmeyen kişinin, yalnızca Allah’a dönmesi doğru olacaktır. Bu nedenle O, “Allah’a bu şekilde dönerseniz” derken, tıpkı Kuranda: “Nerede olursanız olunuz, Allah sizinle beraberdir.’’ (Kur’an, 57/), “And olsun ki insanı biz yarattık, dolayısıyla nefsinin ona ne vesvese verdiğini biliriz, çünkü biz ona onun şahdamarından daha yakınız.” (Kur’an, 50/6) dediği gibi, her an ve her durumda Allah’ın kendileriyle beraber olduğundan gâfil olan kişilere hitap etmiştir sadece.

Eğer sen Allah’a, hesap sorulacağı idrakiyle dönersen, gerçekte, bu dönüş senin içinde bulunduğun durumdan, içinde bulunmadığın başka bir duruma dönüştür. Bütün durumlar Allah’ın Elinde olduğu için, dönüş de bu şekilde Allah’a izafe edilir. Demek ki, gerçekten Allah’a dönen kişi, muhalefetten muvafakata, ma’siyetten itaata dönmüş olmaktadır. İşte, Allah’ın tövbe edenlere duyduğu sevginin anlamı budur.

Sana karşı kötü davranışta bulunanları affedersen, Allah da, Kendisine karşı yaptığın kötü davranışlardan dolayı seni affeder. Böylece sana doğru ihsanla, iyilikle döner. İşte, bu şekilde, işlerin hakikatini bilirsen… Allah’ın kullarına yaptığı hitabın anlamını anlarsan…, derecelerin ve mertebelerin arasındaki farkı görürsen…, o zaman Allah’ı hakkıyla tanıyan ve O’nun Kelamını anlayan bilginlerden biri olursun.

Tövbe edenlere Allah’ın duyduğu sevgi, kadınların adet gördükleri sırada çektikleri eziyet ve sıkıntının söz konusu edildiği ayetin sonunda dile getirilmektedir: “Sana adet görme hakkında soruyorlar, De ki: O bir eziyettir. Adet halinde kadınlardan çekilin, temizleninceye kadar temas kurmayın. Temizlendikleri zaman, Allah’ın emrettiği yerden varabilirsiniz. Allah tövbe edenleri ve tenıizlenenleri sever” (Kur’an, 2/22).

Hz. Peygamber’de, selât ve selâm üzerine olsun, bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Hiç kuşkusuz Allah, insanları baştan çıkarmış ve fakat sonra çok pişman olmuş ve tövbe etmiş olanları sever”, yani kötü işleri deneyen ve kendisine kötülük yaptığı kimselerle Allah’ın kendisini denemesini isteyen kişi söz konusu edilmektedir burada. Onların kötülükleri karşısında, onlara iyilik ve güzellikle davranacaktır, çünkü artık “tövbe etmiş” birisidir. Ancak, Allah kullarını böyle itaatsizliklerle denemez. Yaratma açısından fiil olarak (bütün fiiller Allah’ın yaratması olsa da) Allah’a böyle bir şey izafe etmekten sakınalım! O fiiller, Allah’ın fiillere o şekil de hükmetmesinden dolayı itaatsizliktir. Yoksa Allah’ın bütün fiilleri, O’nun fiili olması açısından güzeldir. Öyleyse bunu iyi anla!.

TEMİZLENENLERE ALLAH ‘IN DUYDUĞU SEVGİ:

Allah’ın temizlenenlere duyduğu sevgi de gene onların Allah’a ve Resulü’ne bağlanmalarıyla ilgilidir. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allah temizleyenleri sev er.(Kur’an, 2/222). Temizlik (talhir), bir “takdis” ve “tenzih” sıfatıdır. Bu sıfat Allah’ın sıfatıdır.

Kulun temizliğine gelince; bu, kulun, içinde bulunması kendisine layık olmayan her türlü kusurdan kendisini çekip kurtarmasıdır, çünkü bir başkasına bu durum övülecek bir durum gibi gözükse bile, kendisi için, şer’an, bu durum kınanılacak bir durumdur. Kibir, zorbalık, övünme, kendini beğenme ve gurur gibi olumsuz sıfatlardan kul kendini arındırırsa, Allahu Teâlâ onu sever. Bu temizleyişlerden bazıları kaibler üzerindeki İlâhî damga nedeniyle kalbe bir anda giremez. Allah şöyle buyuruyor: “… işte Allah her kibirlinin, her zorbanın kalbini böyle mühürler.” (Kur’an, 40/35). Demek ki Allah, insanlardan müstehak olanlara, zahiren, büyüklük ve zorbalığı gösteriyor ki, ister büyüklük iddiasında bulunması ve ister kendisini öyle sanması, ya da kalbinde bu büyüklük ve bu zorbalıktan ma’sum olmasına rağmen kibir içinde bulunması nedeniyle bunlara müstehak olsun. Çünkü yaratıkların bütünü karşısında kendi acizliğini, zilletini ve yoksulluğunu bilir bu kul. Örneğin, kendisine acı veren, pire ısırması, büyük ya da küçük abdestini yaparken çektiği sıkıntıdan kurtulmak istemesi, açlık duygusunun doğurduğu acıyı gidermek için bir ekmek parçasına muhtaç olması gibi… Peki, her gün ve her gece bu durumda olan birinin, kalbinde büyüklük ve zorbalık fikri olması nasıl olur da doğru olur? işte, onun kalbi üzerine Allah’ın koyduğu mühür bu şekildedir. Bu nedenle onun kalbine hiçbir şey giremez.

Bu iki eğilimin onun dış varlığında tezahür etmesi konusuna gelince, o bundan pek zarar görmez, fakat Allah onun için bazı durumlar yaratır ki o, bu durumlarda o sıfatlarla gözükür ve bu yüzden kınanmaz. Bununla birlikte bazı durumlarda da onun kınanabileceği durumlar yaratır Allah. İşte kim kendi zatını, üzerinde böyle uygunsuz sıfatlar gözükmeyecek şekilde arındırırsa o kişi temizlenmiş demektir. Allah o kulu sever. Nitekim, tam tersine Allah, sevgisini, her gururlu ve kibirli kişiden uzaklaştırır. Tıpkı Allah’ın buyurduğu gibi: “inananlara karşı dudağını bükme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü Allah, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez” (Kur’an, 31/18). Ancak cahil olan kişi kendini bu sıfatla gösterir, cahillik ise, kınanılacak bir durumdur. Bu nedenle Allah, selût ve selâm üzerine olsun Hz. Peygamberi cahil olmaktan sakın- dırmıştır. Hz. Nuh’a hitaben Allah şöyle buyurmuştur: ”Sana cahillerden olmamanı öğütlerim.” (Kur’an, 11/46).

Cahil olan kimse, emsalleri önünde, kendisini onlardan üstün olduğunu iddia etmekten geri durmaz. Hatta Rabb’inden ve Yaratıcı- sı’ndan üstün olduğu sanısına bile yakalanır. Fakat bu şekilde, emsalleri önünde üstünlük taslamak demek herşeyden önce, kendi nefsine karşı üstünlük taslaması demektir. Oysa ki bir şey kendi nefsi üzerine üstünlük taslayamaz. Bu kibirlilik ve kendini beğenmişlik ancak bir cahilliktir. Hele hele bir insanın Rabb’ine karşı büyüklük taslaması tümden saçmalıktır. Çünkü ya Yaratıcısını tanıması gerekir ya da kendisinin bir yaratıcısı olduğunu bilmemesi gerekir. Eğer O’nu tanır ve O’na karşı büyüklenirse, işte o adam tam cahildir; Yaratıcısının kemal sıfatlarla sıfatlanmış olması gerektiği gerçeğini bilmiyordun Eğer bu gerçeği bilmiyorsa tam anlamıyla o bir cahildir. Dolayısıyla Allah ona karşı buğz eder. Sırf cahilliği yüzünden onu sevmez, çünkü bu gurura sırf kendi cahilliği yüzünden kapılmaktadır. Cahillik bir ölümdür; ilim ise bir diriliştir. Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Ölü iken kendisini dirilttiğimiz, yani ilimle dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olurmu?”(Kur’an, 6/122).

İşte bu iman ve keşf nurudur ki Allah onu ona ilham/vahiy yoluyla bağışlamış ya da o durum üzerinde onu sağlamlaştırmıştır. İşte bu tür kusurlardan ve benzeri sıfatlardan kendini temizleyen kişi Allah’ın sevgilisi olur. Bunu böyle bil! Allah’ın temizlenenlere duyduğu sevgi buradan ileri gelir. Allah şöyle buyuruyor: “Allah temizlenen- leri sever.” (Kur’an, 2/222). Bu temizlenmiş insanlar, kendilerini temizledikleri gibi, kendileriyle birlikte başkalarını da temizlerler, yani onların temizliği başkalarına da sirayet eder. Bu bakımdan onlar, Hakk’ın naibi olarak, Hakk’ın yerine geçerler. Gerçi hakikatte temizleyen Allah’tır. Hakk koruyandır, gözetendir, sakındırandır, bağışlayandır, hem kendini hem de başkalarını bu tür hatalardan koruyan kişi Allah katın da kınanan biri durumuna düşmez. Allah o kişiyi bunlardan korur, sakındırır. Bu tür durumlara düşmekten onu alıkoyar. Allah’ın kendisine verdiği ilimle, o hatalardan başkalarını da temizlemeye çalışır.

Cahilliğin ve ölümün karanlığından, ilmin ve hayatın ışığıyla kurtulmak için kendisine gerekli olanları bilen ve ona göre davranan kişi, Kıyamet Günü’nde, mizanda, çevresini çepeçevre kuşatacak nurlarla tartılacak. İşte o kişi Allah’ın sevgilisidir. İlâhi velayetin yardımına özel olarak mazhar olur ve Allah’ın yeryüzünde halifesi olur. “Mukarre- bun”dan, yani Allah’a yakın olanlar arasından velayet ve halifelik makamına yükselmiş olanlar, Allah’ın kendilerine naiplik verdiği kişilerdir, çünkü onlar öteki insanlar dışında bu İlâhî işlevi yerine getirmekle görevlidirler. Bununla birlikte her insan kendi uzuvlarını, ayrıca duygularını ve yeteneklerini yerinde kullanmakla yükümlüdür.

İnceleyin:  Futuhat-ı Mekkiyye’den Bazı Fıkhi Hükümlerin Zahir-i ve Batın-i Yorumları -2

İşte Allah, temizliğin ne olduğunu böylece insana bildiriyor ve kullarını bu şekilde temizliyor.

SABREDENLERE ALLAH ‘IN DUYDUĞU SEVGİ:

Allah’ın sabredenlere duyduğu sevgi de gene onların Allah’a ve O’nun Elçisi’ne bağlanmalarıyla ilgilidir. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allah sabredenleri sever.” (Kur’an, 3/146). Onlar bu şekilde Allah’ın kendilerini sınadığı kişilerdir. Bu nedenle, kendilerine bu belayı, bu imtihanı gönderen Allah’tan başkasına yalvarmak gibi bir hataya düşmediler. Sadece O’na yalvarıp yakardılar.

Allah yolunda savaşırken başlarına bir bela, bir felaket geldiğinde asla gevşemezler. Savaşırken zayıflık, cesaretsizlik göstermezler, çünkü onlar savaşı O’nunla birlikte sürdürürler, bu durum kendilerine zor gelse bile, böyle olması gerekir, aksi takdirde, kendilerine zorluk olmasaydı, o zaman sınav diye bir şey olmazdı. O belanın ortadan kaldırılması için Allah’tan başkasına güvenmezler, bel bağlamazlar. O belanın sona ermesi için sadece Allah’a sığınırlar. Tıpkı Salih peygamberin dediği gibi: “Bu dert bana dokundu. Sen merhamet edenlerin en merhametlisi- sin.” (Kur’an, 21/83) Böylece felaket anında başkasına değil, sadece Allah’a açtı derdini ve bu imtihan karşısında Allah’a hamd ve sena etti. Bu nedenle, “Allah onu sabreden biri olarak buldu. O ne güzel bir kuldur. O devamlı ve çokça tövbe eden biridir” (Kur’an, 38/44). Şikayet etmesine rağmen durum böyledir.

Öyleyse bu şu demek oluyor, sabreden kişi sadece Allah’a açar derdini, şikayetini başkasına değil, sadece O’na bildirir. Kuşkusuz böyle davranması gerekir. Sabreden kişi, “ilâh! kahr”ın mukavemeti, dayanık- lığı karşısında derdini Allah’a söylemezse, Allah’a karşı edepsizlik etmiş olur. Oysa ki peygamberler, hepsine selâm olsun, edep ehlidir ve Allah’tan gelen özel bir ilimle donanmışlardır.

Biliyorsun ki senin sabrın ancak Allah’tan gelmektedir, senin zatından ya da kendi çevrenden ya da kendi gücünden değil. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: “Sabret; sabrın ancak Allah’tandır.” (Kur’an, 16/127). Öyleyse, o sana ait olmadığına göre, hangi şeyle övüneceksin? O belaların kaldırılması için yalnızca Kendine sığınsınlar ve O’ndan başkasına sığınmasınlar diye Allah kullarına, bu şekilde belalar verir. Kullar bu şekilde davranırlarsa, o zaman sabredenlerden olurlar ve Allah’ın sevdiği kullan arasına girerler.

Allah’ın isimlerinden biri de “es-Sabur”dur. Bunun anlamı “çok sab-reden”dir. Allah, sadece Kendi süslü giysisini üzerinde gördüğü kimseleri sever. Burada bir sır, bir incelik var, yani: Allah burada kendi makamını sana vermiş oluyor.

Kuşkusuz sabır, ancak eza ve cefa çeken birinde görülür. Biliyoruz ki, Allah’ın kulları arasında Allah’a ve Resulü’ne eza ve cefa çektirenler olmuştur. Onları tanıyalım ve dolayısıyla onlarla savaşarak ya da ilim öğrenmek isterlerse (çünkü onlar cahillerdir) onlara ilim öğreterek Allah’a karşı yapacakları bu eza ve cefayı ortadan kaldıralım diye Allah bize onların niteliklerini bildirmiştir. Bu nedenle Allah Kendini “es-Sabûr” diye adlandırarak, yapılan eziyeti bize atfetmiştir. “Sabur” sıfatıyla sıfatlanarak Kendisine yapılacak eziyeti O’ndan uzaklaştırmamız için onları bize tanıtmıştır. Ayrıca bize gönderdiği bela, eza ve cefa karşısında sadece Kendisine yakarmamız ve o belayı başımızdan kaldırması için sadece O’na dua etmemiz gerekliğini bilmemiz için, onları bize tanıtmıştır. O’na bu şekilde dua etmemiz, isteğimizi O’na bildirmemiz, sabırlı olmamızı engellemez. Allah’ın bize duyduğu sevgi devam eder. Aynı şekilde O’nun “Sabâr” ismi de devam eder gider. Bu ezayı ortadan biz kaldıralım diye, kendisine eza verenleri bize bildiriyor. Nitekim sahih bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Bir eza, cefa ya da zulüm karşısında Allah’tan başka sabırlı biri yoktur.” Öyleyse gönlünü, sana bu konuda yaptığımız uyarılar üzerinde tut, daima!

ŞÜKREDENLERE ALLAH ‘IN DUYDUĞU SEVGİ:

Allah’ın şkredenlere duyduğu sevgi de gene onların O’na ve O’nun Elçisi’ne bağlanmalarıyla ilgilidir. Allah Kitabında Kendini “şûkredenleri seven biri” olarak vasfetmiştir. Şükür, O’nun bir nimetidir, bir sıfatıdır, çünkü “Allah şilkredenlerin ecrini verir ve her şeyi bilendir.” (Kur’an, 2/158). Bu nedenle Allah Kendisinin sahip olduğu sıfatları kulunun üzerinde de görmeyi sever.

Şükür, ancak nimet üzerindeyken olur, yoksa bu konudaki gerçekleri bilmeyen bazı insanların ileri sürdükleri gibi bela üzerindeyken değil. Çünkü Allahu Teâlâ nimetini eza içine, cezasını da nimeti içine gizlemiştir. Dolayısıyla bu hakikatleri, yani bu durumları bilmeyen biri için, bu konular biraz karmaşık konulardır. Bu nedenle, o tür insanlar bela üzerindeyken şükrettiğini sanır, oysa bu doğru değildir. Bu durum tıpkı tiksinti veren bir ilacı içmek gibi bir şeydir, ki kuşkusuz bela cümlesindendir bu. Fakat aslında bu, bundan dolayı ölen, helâk olan biri için tam anlamıyla bir beladır. Aynı zamanda bu bir hastalıktır da. Hastalık nedeniyle o ilacı kullanmıştır. Bundan doğan elem, acı ise kendisinin istediği ilacın düşmanıdır. Böyle olmakla birlikte, vücut böyle bir belaya maruz kalırsa, vücuttaki bu acıyı giderecek olan şeyi içmek gerekir. İşte o zaman o ilaçtır. Vücut o ilacı içerken tiksinecektir, fakat hasta olan insan, bu tiksintinin, bu acılığın içinde, ondan doğacak bir nimetin gizli olduğunu, yani hastalığını giderecek şeyin, şifanın onun içinde bulunduğunu bilir. Böylece, o acının, o tiksinti veren şeyin içine bir nimet yerleştirdiği için Allah’a şükreder. Tiksinti verse de o ilacı kullanmaya sabırla devam eder. Çünkü hastalığın sona ermesi için, ilacın içinde o acının olması gerektiğini bilir. Dolayısıyla vücudunu rahata erdirmek için, o acı ilacı bir an önce almaya bakar. Bu hakikati iyi düşün!

İşte bu nedenle, o durumda bulunan kişi bundan dolayı şükreder yoksa belaya maruz kaldığı için değil. Tiksinilecek bir şeyin içine gizli bir nimeti yerleştirdiği için Allaha şükrederse, Allah ona bir başka nimet daha verir ki o da sağlık ve afiyettir, hastalığının sona ermesidir, tiksinti veren ilacı içme konusunda onu sabırlı ve kararlı kılmasıdır. Bu nedenle, Allah şöyle buyuruyor: “And olsun ki eğer şükrederseniz, size nimetimi artırırım; (yani sağlık ve afiyet nimetini verir) yok eğer nankörlük ederseniz hiç kuşkusuz azabım çetindir.” (Kur’an, 14/7).

Aynı şekilde bir insan Hakk Teâlâ’ya eza vermeye kalkışırsa, biz de bu eza verenin, o eziyetini ortadan kaldırmak için ona eza vermeye uğraşırız. Hakka bu şekilde eza verme işinden vazgeçirinceye kadar onu engelleriz. Eğer biz, Hakk’a eziyet veren bu kişiye, onu öldürerek ya da benzeri bir yolla eza veriyorsak, bunu Hakk Teâlâ için yapmış oluruz, tıpkı tiksinti veren ilacı içmek istemeyen hastaya derhal o ilacı içirmek gibidir bu. İlacın acısı geçer geçmez, hasta ondaki nimeti görecektir.

Bütün bunları şunun için söylüyoruz: Yani her şey O’nun Fiili’nden, O’nun Kazası’ndan ve Kaderi’nden ileri gelmektedir.

Allah, Davud aleyhisselâm’dan Kendisi için bir ev, yani kutsal bir tapınak yapmasını istemişti. Fakat Davud tapınağı yaptığı her defasında tapınak yıkılıyordu. Bunun üzerine Rabb’i ona bir vahiy göndererek şöyle dedi: “Bu tapınak senin elinle yükselmeyecek, çünkü sen kan akıttın.” Bunun üzerine Davud şöyle dedi: “Ey Rabb’im, bu işi sadece Senin için yaptım.” Allah da ona “Doğru söyledin. Bu işi Benim yolumda. Benim için yaptın. Evet, ama onlar da benim kullarım değiller mi? Bu tapınak ancak kan akıtmaktan uzak ve temiz olan birinin eliyle yükselecektir.” O zaman Davud şöyle dedi: “Ey Rabb’im, öyleyse benim çocuklarımdan biri olsun!” Allah da ona şöyle vahyetti: “Evet bu tapmak senin oğlun Süleyman’ın eliyle yükselecektir.” Nitekim daha sonra, Süleyman aleyhisselâm, yükseltmiştir o tapınağı.

İşte eğer anladıysan, sana anlattığım konunun özü budur. Böylece sen artık bu işin nasıl olduğunu bütünüyle biliyorsun, İlâhi Emr, yani Allah’ın işi böyledir: Yapan o değildir, fakat O’dur. Eğer O’nu böyle tanımazsan, tam anlamıyla O’nu tanımamışsın demektir. “Attın amma sen atmadın, fakat Allah attı” (Kur’an, 8/17) . İşte yapan o değildir, fakat O’dur derken, demek istediğimiz budur. Hakikatleri olduğu gibi görmeyenlerin akılları bu noktada çıkmaza girer.

Cenabı Hakk’a yapılan bu ezayı kul ortadan kaldırırsa, Allah bunun için o kula teşekkür eder. Bu ezayı ortadan kaldırma işinde, yukarıda sözü edilen, ilacı kullanmadaki etkinin aynısı vardır. Şükür, şükredilen şeyin artırılmasını gerektirir. Dolayısıyla Subhan Allah kullarına gösterdiği bu teşekkür tutumuyla kullarından Kendine daha çok şükretmelerini ve şükürlerini amellerinde de yansıtmalarını ister. Bu bağlamda, Hz. Peygamber aleyhisselâm Hz. Ayşe’ye hitaben “Rabb’ime şükreden bir kul olmayayım mı?” demişti. Dolayısıyla, Allah’ın kendisine gösterdiği bu teşekkür tutumuna karşı O’na şükretmek için, ibadetini daha da artırdı. Böylece Allah da, onun, hidayette ve yaptığı bütün işlerde muvaffak olmasını sağladı, öyle ki bu başarısı öte dünyaya dek uzandı. Öte dünyada mutlular için herhangi bir amel herhangi bir elem, bir üzüntü söz konusu olmayacaktır.

Allah’a yapılan ezayı ortadan kaldırma konusunda, tiksinti veren ilacı kullanmayla alakalı olarak yapılan uyarıya gelince; Bu uyarı, O’nun hayat belirtisi olan nefesini kulundan geri aldığı, yani ruhunu kabzettigi anda kuluna yaptığı uyarıdır. Gerçekten de, Allahu Teâlâ Kendini, ölümden tiksinen kulun bu kötü tutumundan tiksinen biri olarak nitelemektedir. Allah, Kendini bu şekilde, bu tutumundan hoşlanmayan biri olarak nitelemesine rağmen, ona öyle davranması gerekmektedir.

Bu tiksinti, hastanın ilacı içerken duyduğu tiksintinin aynısıdır, çünkü bir konuda sahip olunan ilmin derecesi, sonuçta ona uygun davranmayı gerektirir, dolayısıyla insanın gerçekleşeceğini bildiği hakikatlerin hilafına (o hakikatlere aykırı) hareket etmesi saçma olur. Buna göre, İlâhî hakikatlerin bildirdiği âlemin varlığı (vûcûd) zorunlu (vacib) olmaktadır. Fakat, bu zorunluluk (vaciblik) yanında imkân’ın (mümkünlük) yeri neresidir?. Öyleyse gönlünü inceltmeye bak! Bil ki, “Allah şükredenlerin ecrini verir ve yaptıklarını bilir.” (Kur’an, 2/158). Dikkat edilecek olursa, Allah’ın şükürle ilgili vasfı ilimle ilgili vasfından önce gelmektedir. Öyleyse sen de amellerinde şükrünü arttır ki, onun için yaptığın ibadetlerden ve amellerden ötürü O’nun sana karşı duyduğu teşekkür ve memnunluğa karşılık vermiş olasın.

Bu amel oruç ibadetidir, çünkü oruç ibadeti sadece O’nun içindir. Nitekim kudsi bir hadiste: “Ademoğlunun oruç dışında her ameli kendisi içindir; Oruç ise Benim içindir, bu yüzden onun ecrini Ben veririm.” buyurul- maktadır. Öyleyse sen de, şu kudsi hadiste ifade edildiği gibi, Allah’a yapılacak bir ezayı O’ndan uzaklaştır: “Biriyle dostluk kurarken Benim için mi dostluk kurdun, ya da birine düşman olurken Benim için mi düşman oldun?”, “Benim için birbirini sevenlere, Benim için birbirini ziyaret edenlere, Benim için birbiriyle oturup sohbet edenlere, Benim için birbirlerine yardım edenlere Benim muhabbetim, sevgim vacip olur.”

Allah bizi, kendilerine nimet verdiği ve nimetini her an ve her durumda üzerlerinde gördüğü, ayrıca Kendine şükreden kullarından etsin!

İYİLİK EDENLERE ALLAH ‘IN DUYDUĞU SEVGİ:

İyilik yapanlara Allah’ın duyduğu sevgi de gene O’na ve Elçisine bağlanmakla ilgilidir. Bu konuda Allah şöyle buyuruyor: “Allah iyilik yapanları sever.” (Kur’an, 2/195). İhsan, Allah’ın bir sıfatıdır. Allah muhsin’dir, yani iyilik ve güzellik ihsan edendir. Ayrıca mücmil’dir, yani iyilik ve ihsanını ayrım gözetmeksizin herkese verir. Demek ki Allah Kendi sıfatını sevmekledir .Bu sıfatı kulun nefsinde tezahür etmektedir. Ihsan’la nitelenen kula muhsitı denir. Muhsin olan kul Allah’a, sanki O’nu görüyormuş gibi ibadet eder. Yani Allah’a müşahede içerisinde ibadet eder. Allah’ın ihsanı; hareketleri ve tasavvurları içinde kulları Allah’ın görmesi makamıdır. Nitekim, Allah şöyle buyuruyor: “Allah her şeye şahittir.” (Kur’an, 85/9) “Nerede olursanız olunuz,O sizinle beraberdir.” (Kur’an, 57/4). O’nun her şeye şahit olması, O’nun ihsanıdır, dolayısıyla Allah şühuduyla kulunu helâk olmaktan korur. O kulun bulunduğu her durum Allah’ın ihsanından dolayıdır, çünkü kulu o duruma koyan, yerleştiren Allah’tır. Bu nedenle Allah nimetlerine ihsan adını vermiştir. Gerçekten de, ancak seni tanıyan ve seni bilen biri, sana bilerek, nimetler verir. Seni hem tanıyan hem de aynı zamanda gören birinin ihsanı sürekli bir ihsandır, çünkü O seni sürekli görmekledir. Ve gene çünkü O seni sürekli tanımaktadır.’İlâhi Yasa’ya göre ihsan budur.

Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ihsan, Allah’a sanki O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni her an görmektedir.” Bu şu anlama geliyor: Her ne kadar sen muhsin değilsen de, yani iyilik ve güzellikle davranmazsan da, hiç kuşkusuz Allah her an Muhsin’dir, selât ve selâm üzerine olsun Hz. Peygamber, ashabının huzurunda, Cebrail’e ihsanı bu şekilde ta’lim etmiştir. Onların dilinden ben de sana anlatıyorum. Öyleyse, bu ta’limin doğrudan tanığı olan sen, beni iyi dinle! Hz. Peygamber, bilgiyle, bu ta’lim tarzıyla, muhatabına yani Cebrail’e bir şeyler öğretmeyi anlatmamıştı, çünkü o bu bilgiyi zaten biliyordu. Bu tarz ile maksud olan amaç, bunu orada hazır bulunan ashaba öğretmekti. O sebepten Allah’ın Resulü o konuyu Cebrail’e tefsir etmişti. Nitekim bu hadisin sonunda Hz. Peygamber: “Bu Cebrail’di, insanlara dinini öğretmek için gelmişti” buyurmuştur.

İnceleyin:  İbn Arabi - Futuhat-ı Mekkiyye,cild:16 ''Notlarım''

ALLAH YOLUNDA SAVAŞANLARA ALLAH ‘IN DUYDUĞU SEVGİ:

Allah yolunda savaşanlara Allah’ın duyduğu sevgi de gene onların Allah’a ve Resulü’ne bağlanmalarıyla ilgilidir. Hususi bir vasıfla belirte- rek Allah şöyle buyuruyor: “Kuşkusuz Allah Kendi yolunda, kurşunla kaynamış binalar gibi, saf bağlayarak savaşanları sever.” (Kur’an, 61/4) yani o saflar arasında hiçbir gedik açılmaz, çünkü saflar arasında açılacak bir gedik şeytanlara yol açmak demek olur, oysaki yol tekdir; o da Allah’ın yoludur.

Bu görünen hat çeşitli noktalardan kesilirse, o zaman tam bir hattın gerçek varlığının olmasıdır. İşte Allah’ın yolu için ayette geçen “rassu- mersûs” sözcüğünün anlamı budur. Kim Allah’ın bu görünen (zâhir) yolunda bu şekilde saf bağlayarak çalışmazsa, çarpışmazsa, Allah ehli olamaz. Aynı şekilde, cemaat halinde toplu namaz kılanların safları da (ancak bitişik olması ve insanların birbirine sıkı sıkıya yapışmaları koşuluyla), Allah yolunda bağlanmış bir saftır. İşte, ancak o zaman, gerçek anlamda Allah’ın yolu açıkça gözükmüş olur. Kim bu şekilde yapmazsa ve saflarda boşluklar bırakırsa, Allah’ın yolunu kesmek için uğraşmış ve de Allah yolunun gerçek varlığını ortadan kaldırmış ve onu kesintiye uğratmış olur. Dolayısıyla Allah, kullarından belirtildiği şekilde davranmalarını istemektedir. Bunu da, onları yaratanlar, yapanlar zümresine katmak için ister. Bu bağlamda Allah şöyle buyuruyor: “…Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir.” (Kur’an, 23/14). Allah’ın yolu ancak bu şekilde olur, tıpkı noktalardan meydana gelen bir çizgi gibi. Öyle ki o noktalar arasında o çizgiyi kesintili hale getirecek hiçbir boşluk yoktur. İşte o zaman çizginin şekli tam olarak gözükür. Namazda tutulan saf da böyledir. Orada Allah’ın yolunun gözükmesi için, cemaat halinde namaz kılanların birbirine sıkı sıkıya tutunması, tek bir çizgi haline gelmesi gerekir. Hiç kuşkusuz böyle bir durum çokluk olmasını gerektirir. Bu da Cenabı Allah’da, mübarek ve yüce “esmaü’l-hüsna”sının, güzel isimlerinin birbirine sıkı sıkıya tutunması (taraşs) demektir. İsimlerin bu şekilde sürekli birbirine tutunmasından yaratma yolu zuhur eder. Böylece, “Hayy” (Diri) sıfatı, “Alîm” (herşeyi bilen) sıfatıyla içiçe bulunur. İkisi arasında başka isim için yer kalmaz, arada bir boşluk olmaz. “Alîm” sıfatının yanında “Mürîd” (isteyen) sıfatı; onun yanında “Kâil” (söyleyen) sıfatı; onun yanında “Kâdir” (Kudret sahibi) sıfatı; onun yanında “Hakem” sıfatı; onun yanında “Mukit” (besleyen) sıfatı; onun yanında “Muksit” (adaletle dağılan) sıfatı; onun yanında “Müdebbir” (Yönelen) sıfatı; onun yanında “Mufassıl” (Ayıran) sıfatı; onun yanında “Razık” (Rızık Veren) sıfatı; onun yanında “Muhyi” (Dirilten) sıfatı vardır. Bu şekilde sıfatların yanyana dizilişiyle oluşan “yaratma yolu”nun vücuda gelmesi için, İlâhî isimlerin saf bağlaması bu şekilde olur. Bir kez bu Yol ortaya çıkınca, bu isimlerin yanyana dizilmesine ilave edilecek başka bir şeye gerek kalmaz. Böylece yaratma işi bu ilâhî isimlerle, daha doğrusu o isimlerin yanyana dizilip varolmasıyla belirlenmiş olur. Yaratmanın gerçekleşmesi için, onların durumu budur. İlâhi isimler yaratına işinde devamlı olarak devrededirler; dolayısıyla ancak bu şekilde kavranılabilirler.

Buna göre, âlem de “hayy”dir (diridir), “alim”dir (bilendir); “mürid’dir (isteyendir); “kail”dir (söyleyendir); “kadir”dir, (güç ve kudret sahibidir); “hakem’dir; “mukit”tir, (besleyendir); “muksit”tir (adaletle dağıtandır); “müdebbir”dir (yönetendir); “mufassıl”dır (ayırandır); geriye kalan öteki İlâhî isimler de bu şekilde devam eder gider.

Tarikatta bu iş, bu süreç, “Allah’ın isimleriyle ahlâklanma” diye adlandırılır. Öyle ki bu ilâhî isimler kulda zuhur eder, aşikar olur, tıpkı o isimlerin sürekli yanyana gelmesiyle Doğru Yol’un ortaya çıkmasında da zuhur edişleri gibi. Eğer onların arasına yaratılışta bir boşluk girse, Allah’ın Yolu kaybolur; hadiste belirtildiği gibi, saflarda açılacak boşluklardan sızan şeytanların yollan açığa çıkar. Öyleyse sana yaptığım bu uyarılara iyi kulak ver, onları kalbine iyice yerleştir!

Demek ki kul, Hakk’ın isimleriyle mahlukatın varolmasında ilâhî isimler makamına yükselir; ve bu sıfatlarla, saflar arasındaki boşluklardan sızarak içeri giren şeytanlar tabiatına sahip düşmanlarla savaşır. Bu nitelikleri elde eden kullara mutlaka yardım edilir ve onlar düşmanı mutlaka yenerler, çünkü onların arasında düşmanın sızabileceği bir boşluk yoktur. Öyleyse Allah bu nitelikleri taşıyanları sever. Tek başına ele alındığında insan da, kendisini hareket ettiren her şeyde bir saf oluşturur. Dolayısıyla bütün hareketlerini Allah için yapar; hareketlerinde Allah’tan başkasına yer vermez, böylece hiç kimse onu bu hareketinden vazgeçiremez, onu yolundan geri çeviremez. Bu nedenle, düşmanların gözü daima onun üstüne çevrilir. Sürekli onun hareketlerini ve fiillerini, yaptığı her şeyi gözetlerler. Böylece girebilecekleri bir boşluk bulmayı umarlar; Allah’ın yolunu kesmek suretiyle, onunla Allah’ın arasını açmaya çalışırlar.

Demek ki, yapılan her fiil, her eylem bir “hat”tır, çünkü o fiil, o eylem ilâhı isimlerin, övülmüş sıfatların ve pek çok fiillerin bir toplamıdır. Dolayısıyla iş yoğunlaşır, büyür ve âlemde karmâşık (mürekkeb) suretler gözükür. Bunun nedeni basittir, çünkü iki çizgi bir yüzey oluşturur; iki yüzey de bir cisim oluşturur. Her cisim de, bir zattan ve yedi sıfattan meydana gelen mükemmel bir sureti temsil etmek için sekiz öğeden ibarettir.

Demek oluyor ki, bu terkibin, bu oluşumun sonucu cisim ortaya çıkar. Bunun ötesinde bir başka oluşum şekli yoktur. Hiç kuşkusuz, bütünü içinde bu öğeler arasında bir uyumsuzluk, bir karşıtlık olmaksızın, cisim sekiz öğeden oluşmaktadır. Bu öğelere daha başka öğeler ilave edilirse, o zaman daha büyük daha hacimli, yani daha çok boyutlu bir cisim oluşur. Yüzeyler çoğalınca, çizgiler de çoğalır. Çizgiler çoğalınca, noktalar da çoğalır. Cisimlerin ilkini oluşturan cismin, meydana geldiği asıl öğeler üzerine aslında yeni bir şey ilave olmaz, eklenmez, çünkü bu ilk cisim ne bir maddi ilkeye dayanır ne de ondan önceki bir cisme dayanır.

Öyleyse kim bir süreklilik içinde kendi “saf’ını, kendi çizgisini oluşturursa, yaratanlar arasına girecektir, tıpkı şu ayette Allah’ın buyurduğu gibi; “…yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir!”(Kur’an, 23/14). Demek ki Allah o kullar için de bu yaratma vasfını onaylamıştır. Yaratma konusunda kendisinin önceliği olduğu için, kendisini de “En Güzel Yaratıcı” olarak nitelemiştir. Eğer Kendini böyle nitelemeseydi, o “yara- tanlar”ın varlıkları zuhur etmezdi. Öyleyse Allah’ın ileri sürdüğü şey kendiliğinden isbat edilmiştir. Ayrıca Allah, bu hakikati indirmemiş olsaydı, o zaman bu hakikate uygun düşen bilgiden de mahrum olurdun; dolayısıyla bu hakikate karşı çıkan biri, yani bizzat cahillerden biri olurdun.

İşte kim bu sıfatla sıfatlanırsa, Allah’ın sevdiği biri olur. Kim Allah’ın sevdiği olursa, kendisini seven Allah’ın ona vereceği şeyi hiç kimse bilemez, çünkü seven, sevdiğine kendini verir bütünüyle.

Burada akla şöyle bir soru gelebilir ve itirazda bulunulabilir, yani; “Allah veli kullarım sever. Seven sevdiğine de acı çektirmez. Oysa ki bu dünyada velilerden, resullerden ve nebilerden ve onlara tabi olanlardan ve ancak onlara tabi olarak imanlarını koruyanlardan daha fazla kitnse acı çekmemiş, hiç kimse onlardan daha fazla belalara maruz kalmamıştır. Peki, onların Allah’ın sevgili kulları olmalarına karşılık, bu acıları, çileleri hak etmelerinin gerçek nedeni nedir?” Bu soruyu biz şöyle cevaplıyoruz: Allah şöyle buyuruyor: “Allah onları sever, onlar da O’nu severler.” (Kur’an, 5/54). Bela, ancak belayı istememekle birlikte olur. Herhangi bir işi istemeyen kişi, o isteğinin doğru olduğuna dair delil bulmaya da kalkışmaz. Öyleyse, istek olmasaydı, bela da olmazdı. Ancak şunu belirtelim ki, resul delil istemez, dolayısıyla o belayı istemiştir.

Bu nedenle, delil getirmek inkâr edenin işi değildir, denir. Oysa ki gerçekte durum hiç de öyle değildir. Aksine, inkâr etliğini ileri sürdüğü konuda delil getirmek inkarcının işidir.  Çünkü herhangi bir şeyi inkâr ettiğini ileri sürmek demek o şeyin, o davanın bizzat var olduğunu kabul etmek demektir. Öyleyse, iddiasından dolayı, inkâr edenden delil getirmesi istenir, çünkü davasını isbat etmek ona düşer. Allah kullarını sevince, kulların bilemeyeceği bir biçimde onları sevgisiyle rızıklandırır. O zaman kullar, kendilerinde Allah için bir sevgi duyarlar. Bunun üzerine, kendilerinin, Allah’ı seven inşalardan olduklarını ileri sürerler. Bu nedenle onları, sevenler olarak imtihan eder ve gene onları, Allah’ın sevdiği kulları oldukları için, nimetlere boğar. Onlara nimet vermesi, Allah’ın onları sevdiğine dair bir delildir. “En üstün delil Allah’ındır.” (Kur’an, 6/149). O halde kiıllar O’nu sevdiklerini ileri sürdükleri, iddia ettikleri zaman, Allah onları bu konuda imtihan eder. Gene aynı sebeple, Allah yaratıkları arasından sevdiklerini imtihan eder. “Allah doğruyu, hakikati söyler; doğru yola iletir” (Kur’an, 33/4).

ALLAH ‘IN GÜZELLİĞE DUYDUĞU SEVGİ:

Güzellik sevgisi de yine O’na ve Elçisine bağlanmakla ilgilidir. Güzellik Allah’ın sıfatıdır. Sahih bir hadisde Allah’ın Elçisi, selât ve selâm üzerine olsun, şöyle buyurmaktadır: “Allah güzeldir; güzelliği sever.” O halde Allah’ın Elçisi, Allah’ı “güzel” sıfatıyla sevmemiz konusunda bizi uyarmaktadır.

Bizler bu konuda ikiye ayrılmış durumdayız. Bizden bazıları “hikmet güzelliği” olan mükemmel güzelliğe tutkundurlar. Her şeyde Allah’ı severler, çünkü her şey bir hikmetle örülüdür; her şey bir hikmet sahibinin sanatı ve eseridir. Bazıları da bu sevgiye ulaşamazlar, bu düzeye erişemezler. Onların güzellikle ilgili ilmi bir istek üzerine kurulmuş ve bir kayıt altına alınmış güzelliğin ilmidir. Bu da Hz. Peygamber’in şu sözünün konusunu teşkil etmektedir; “Allah’a sanki O’nu görüyormuşsun gibi ibadet et. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, O seni her arı görmektedir.” Buradaki “kaf” harfi (sanki, gibi anlamına olan harf, çev.) sıfat niteliğindedir; dolayısıyla bu kayıtlı güzellikten daha ilerisini daha ötesini algılamaya erişemeyen insan, bunun böyle olduğunu hayal eder. Böylece O’nu bu güzellik anlayışıyla kayıt altına alır, tıpkı namazda O’nu, Kıble’ye yönelmekle kayıt altına alışı gibi.

Demek ki böyle biri Allah’ı Güzelliği için sever. Bu konuda o kişi üzerine bir günah, bir kusur yoktur, çünkü o kendi gücü ölçüsünde meşru bir iş yapmaktadır. “Allah her insanı ancak gücü ölçüsünde yükümlü tutar.” (Kur’an, 2/223). Öyleyse Allah’ı, Güzelliği için sevmek düşer üzerimize.

Öyleyse şunu bil ki, hiç kuşkusuz Allah âlemi son derece muhkem ve son derece güzel bir konumda yaratmıştır, tıpkı, İmam Ebu Hamid el-Gazali’nin dediği gibi: “İmkan dahilindeki bütün gerçeklikler içinde, bu âlemden daha güzel, daha eşsiz bir şey yoktur.”

Öte yandan Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur; “Allah, Adem’i Kendi suretinde yaratmıştır.” İnsan bu âlemin bir mecmuudur, toplamıdır. Allah’ın bu âlemle ilgili ilmi, Kendisiyle ilgili ilimden başka bir şey değildir, çünkü mevcudat içinde sadece O vardır. Buna göre, insanın da O’nun surelinde olması gerekir. Allah, insanı, kendi bireysel varlığı içinde izhar edince, insan Allah’ın bizzat lecelligâhı olur. Bu nedenle, insan âlemde O’nun Güzelliğini görür ve o Güzelliği sever. Âlem ise, Allah’ın Güzelliğidir; dolayısıyla Güzel olan da Allah’tır. Güzelliği seven de O’dur. İşte Allah’ı kim bu nazarla severse, âlemi Allah sevgisiyle sevmiş olur. Daha doğrusu, ancak Allah ın Güzelliğini sevmiş olur. Buradan şu sonuca varıyoruz: Sanatın güzelliği, sanata mal edilemez; aksine o sanatı ortaya koyan sanatçıya mal edilir. Buna göre, bu âlemin güzelliği Allah’ın güzelliğidir.

Bu âlemin güzelliğinin sureli, yani eşyanın güzelliği çok ince, dakik bir güzelliktir. Bu da şu demek oluyor: Bu âlemde iki güzellik vardır. Bu iki güzellik de tabiî bir aşkla sevilen iki kişiye benzer. Bu iki kişi, insanlığın hakikatini paylaşan iki genç kız ya da iki delikanlı olabilir. Dolayısıyla o iki kişi bir ilk ve asıl örnektir (prototiptir). O iki kişi, aynı zamanda vücut ve ruh mükemmelliğinin aslı ve temel ilkesi olan suret mükemmelliğidir, ki bu suret, hem terkibi gerçekliği için ve hem de kendini meydana getiren öğeler için bir bütünlük sağlar. Sakatlıklardan ve biçimsizliklerden kurtulmak birlik olmaktır.

Bu iki kişiden biri güzellikle vasıflanır ve her gören onu mutlaka sever; öteki çirkinlikle vasıflanır ve her gören ondan iğrenir.

Peki öyleyse bu güzellik nedir ki kendine Güzellik ismi verilen varlığı gören herkes onu sevmektedir?. İşte biz bu bilgileri sana, yani senin görüşüne aktarmış oluyoruz.

Bu durum, belli bir sohbet ya da dostluk ve ilişki kurduktan sonra değil de, sadece bir kez gördükten sonra bir kişiye sevgi duyulursa olur. Öyleyse, iyi düşün ve Allah’ın izniyle, bu işin bizzat aslım, esasını, özünü kavramaya bak! Allah Kendini Güzel olarak nitelemektedir. Zararlı ve çirkin gözüken mahlukatında bile, tabiatlarına ve gayelerine uygun davranmayan korkunç şeylerde bile, Allah’ın güzelliğini görmek mümkündür.

Allah’ın insanda görmeyi sevdiği sıfatlardan bazılarım kısaca anlatmış olduk. Aslında bu sıfatlar pek çoktur. Otorite olan kaynaklara göre anlattığımız hususlarda seni uyardık; bu konularda insanın nasıl davrandığını anlatmış olduk. Şimdi de, kısaca, inşaallah, sevginin öteki sıfatlarından söz edeceğiz. Bunlar, sevenin sahip olduğu ve bu nedenle de “seven” diye adlandırıldığı sıfatlardır.

 

Muhyiddin İbn Arabi – İlahi Aşk

Çev:Mahmut Kanık

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir