İslam’da Müsamaha / İmam el-Gazzâlî

islamda-musamaha-faysalu-t-tefrika-beyne-l-islam-ve-z-zendeka20140811172530 İslam'da Müsamaha / İmam el-GazzâlîGİRİŞ

İmam âlim, fâzıl Ebû Mâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâiî (rahmetullâhi aleyh) der ki:

İzzetine teslim olarak, nimetlerini tamamlamasını niyâz ederek, tevfîkini, yardımını ve tâatını ganimet bilerek, günahta ve sıkışık du­rumlarda kalmaktan korumasını ve bize nimetlerini bol bol ihsan etme­sini dileyerek Allah Teâlâ’ya hamd ederim.

Peygamberliğine boyun eğerek, şefaatine nâil olmayı ümid ederek, sahip bulunduğu esrâra ve yüksek seciyyesine sımsıkı sarılarak peygam­berliğinin hakkını ifâ İçin Allah’ın kulu, Resûlü ve bütün mahlûkatın en hayırlısı Muhammed (s.a.v.)’e, onun âl, ashâb ve ehl-i beytine Cenâb-ı Hak’tan salât ve selâm dilerim.

Ey içi şefkat dolu hassas rûhlu kardeş! Dinî muamelelerin sırlarına dair yazdığımız (tasavvufî) eserlerimizin, bazı hasetçi kimseler tarafın­dan kötülenmesi haberinin kulağınızı tırmalaması sebebiyle canınızın sıkıldığım ve kalbinizin incindiğini görüyorum.

Bu gibi kimselerin iddialarına göre; bu kitaplarda eski âlimlerin ve büyük kelâmcıların benimsedikleri mezhebe muhalefet edilmiştir ve yine onlara göre; Eş’arî mezhebinden bir arpa ucu kadar sapmak bile küfürdür, çok önemsiz hususlarda dahi Eş’arî’ye muhalefet etmek gaf­let ve dalâlettir.

Ey kalbi şefkat dolu hassas rûhlu kardeş! Müsterih ol, aldırma,canını sıkma, bu gibi üzüntülerden birazcık olsun kendini kurtarma­ya bak. “Onların dediklerine sabret ve en güzel bir şekilde-kendileri­ni halleriyle baş başa bırak.” Ta’rîz taşı atılmayan ve haset edilmeyen kimseleri hakir, kâfir ve sapık olmakla itham edilmeyen kimseleri ise küçük görürüm.

İnsanları, Hakk’a dâvet edenler içinde Peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.)’den daha kâmili ve daha akıllısı var mıdır? Öyle iken onun hakkında bile: “Delilerden biri” demişlerdi.

Alemlerin Rabbi olan Allahü Teâlâ’nın sözünden daha üstünü ve daha doğrusu var mıdır? Böyle iken O’nun için bile: “Eski kavimlerin efsanesi” demişlerdi.

Sakın onlarla mücadele ederek vakit geçirme. Onları susturacağım diye tama’ etme. Çünkü bu, yersiz bir tama’dır, yankı yapmayacak yer­lere seslenmektir. Şâirin şu sözünü işitmedin mi? Kulak ver:

Her düşmanlığın sulha dönüşmesi ümid edilebilir,

Fakat kökleri hasede dayanan düşmanlık müstesna.

5) Devamlı olarak şeriatın hudutlarına riâyetle süslenmiş olması icâbeder. Bir kalbe; ancak bu gibi hazırlıklar sonunda peygamberlik meş’alesinden feyz gelir ve kalp bu sâyede cilâlanmış parlak bir ayna şeklini alır. “Gam gibi parlak bir kalpte bulunan imân ışığı nurlar saç­maya başlar. Hattâ nerde ise ateşe temas etmeden ışık verir.”

*

İlâhları hevâ ve heves,

Ma’bûdları emirler, âmirler, sultanlar Kıbleleri para, pul

Şeriatları benlik (ahmaklık, yobazlık),

Arzuları makam ve şehvet,

İbâdetleri zenginlere hizmet,

Zikirleri vesvese ve desîse,

Hâzineleri kurnazlık,

Düşünceleri meşrep ve menfaatlerinin îcâbettirdiği şekilde hilebazlık olan bir güruhun kalplerine, melekûtun sırları nasıl tecelli edebilir?

Bunlar küfür karanlığını imân aydınlığından ne ile ayırt edecekler?

İlâhî bir ilhamla mı? Fakat İlâhî bir ilhama mazhar olması için kalpleri dünyevi kirlerden temizlenmemiş ki.

İlmî bir olgunlukla mı? Fakat ilim sahasındaki bütün sermayeleri necaset meselesi ve za’ferân otunun suyu (ile tahâret yapmanın câiz olup olmaması) gibi şeylerdir.

Heyhat… Heyhat! Bu gâye kuru bir arzu ve boş bir hayâl ile ulaşı­lamayacak kadar yüce, aziz ve nefistir.

Şu halde sen kendi işinle meşgul ol da geriye kalan zamanını zayi etme.

“Zikrimizden yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey iste­meyen kimselerden ilgini kes. Çünkü bunların ilim sahasında ulaştıkları seviye bundan ibarettir: Şüphesiz ki Allah kendi yolundan sapanlarla hidâyet üzere olanları çok daha iyi bilir

 

TAKLİTÇİLERİN İÇİNE DÜŞTÜKLERİ ÇELİŞKİLER1

Eğer sen bu düşmanlık hissini kendi kalbinden ve senin halinde -olup da hasetcinin iğvâsına kapılmayan ve körlüğe benzeyen taklit­le bağlanmamış olan, aksine insan aklı ve düşüncesi tarafından ortaya çıkarılmış olan zor meseleleri halletmeye susamış- olan kimsenin gön­lünden söküp almak istersen; evvelâ kendi nefsine, sonra kendi duru­munda olan kimseye hitâp et ve küfrü tarif etmesini iste.Eğer muhatabın küfrün târifinin: “Eş’arî, Mu’tezile veya Hanbelî gibi muayyen bir mezhebe muhalefet etmemektir.” şeklinde olduğunu iddia ederse o zaman bu kimsenin ahmak ve budala bir insan olduğunu bil. Zîra, taklit bu adamı bağlamıştır. Onun için bu kimse körlerden de kördür. Böylesini ıslâh edeceğim diye vaktini zâyî etme.

Böyle birini susturmak için tutulacak yol; bu gibi kimselere -ken­dileri gibi mukallid olan- hasımlarının delilleriyle karşı koymaktır. Çünkü böyle kimseler, kendileri ile muhalif mukallidleri arasında hiç­bir ayrılık ve gayrılık bulamayacaklardır. Mukallid muhalifin mezhep­ler arasında Eşarî mezhebine meylettiğini ve bu mezhebe prensiplerde ve prensiplerin sonuçlarında muhalefet etmenin açık bir küfür olduğu­nu iddia ettiğini düşünelim. Şimdi ona şöyle bir soru sorulmalıdır: Bekâ sıfatının zât üzerine zâid bir sıfat olmadığını ileri sürerek Eş’arî’ye, Allah’ın bekâ sıfatı konusunda muhalefet eden el-Bakillânî’nin kâfir olduğuna hüküm verirken hakkın Bakillânî ile olmayıp Eş’ar’î ile olduğunu ne ile biliyorsun?

Eş’arî’ye muhalefet ettiği için Bakillânî’yi tekfir etmek, hangi se­beple Bakillânî’ye muhalefet ettiği için Eş’arî’yi tekfir etmekten daha doğrudur? Niçin ilki hak üzeredir de, İkincisi değil veya hak üzere olan; biridir de diğeri değil?

Acaba bunun sebebi zaman itibariyle birisinin diğerinden evveli gelmiş olması mıdır? O halde Mu’tezile’nin birçok âlimleri Eş’arî’den evvel gelmişlerdir. Bu duruma göre Mu’tezile’nin hak üzere olması îcâbetmez mi?

Yoksa sebep, ilim ve fazilet bakımından derecelerin farklı oluşu| mudur? Faziletin dereceleri hangi kıstas ve miyarla ölçülerek uyulan ve taklid edilen (metbû’ ve mükalled) zâttan daha üstün bir kimsenin mevcut olmadığı sonucuna varılmıştır?

Eğer Bakiilânî’nin Eş’arî’ye muhalefet etmesine izin verilirse bu hak niçin başkalarından esirgenir? Bakillânî ile el-Kalânîsî ve el m Kalânisi arasında ne fark vardır? Bu ayrıcalığı Bakillânî’ye tahsis ederken kullanılan ölçü nedir?2

“Bakillânî’nin muhalefeti lafzîdir, sözdedir, bunun ötesinde bir. gerçekliği yoktur.” tarzında bir iddia ortaya atılmıştır. Nitekim bazı mutaassıp kimseler kendilerini zorlayarak bu gibi şeyler söylemişler ve “Bakillânî bekâ sıfatını kabul etmemekle beraber Allah TeâJâ’nın varlığının devamı hususunda Eş’arî ile aynı fikirdedir. Bu konudaki ihtilaf zât veya zât üzerine zâid bir vasıfla ilgili basit bir ihtilâf olup şiddet göstermeyi gerektirmez.” demişlerdir.

 

İyi ama, Allah Teaiâ’nın mümkün olan her şeye kâdir oJduğunu ve her şeyi eksiksiz olarak bildiğini kabili ettikleri halde; ilâhi sıfatları kabûl etmeyen Mu’tezile’ye neden bu kadar çok şiddet gösteriImekte-dir? Mu’tezile’nin Eş’arî ‘ye muhalefet ettiği nokta: “Allah zât ile âlim ve kâdir midir, yoksa zât üzerine zâid olan ilim ve kudret stfatı ile mi? meselesinden ibarettir.

Bu iki ihtilâf arasında acaba ne fark vardır? Allah Tealâ hakkında  kabûl ve reddedilecek sıfatlar üzerinde düşünmekten daha yüce ve daha  önemli hangi konu vardır?

Şöyle bir itirazda bulunabilir: Mu’tezile’ye göre; ilim, kudret ve hayat gibi sıfatlar sonuçta Vâhid (tek) olan Zât’tan sudur eden sonuç­lardır. Sırf bundan dolayı Mu’tezile tekfir edilir. Zîra bunlar, târifleri ve mahiyetleri itibariyle yekdiğerinden farklı olan sıfatlardır. Mahiyetleri farklı olan şeylere “bir” demek ve bunların yerine Tek Zât’ı ikâme etmek kabil değildir.

Güzel ama, Eş’arî’nin: “Kelâm Allah Teâlâ’nın zâtı ile kaim olan zâid bir sıfattır, kelâm sıfatı tek olmakla beraber aynı zamanda Tevrat, İncil,Zebur ve Kur’ân’dır, emir, nehiy, haber ve istihbardır.” demesi ni­çin garip karşılanmamaktadır? Bunlar da, mahiyetleri farklı olan haki­katlerdir. “Hayır değildir.” demek kabil değildir. Çünkü, haber: “Doğru ve yalan olması ihtimal dahilinde olan sözdür.” diye târif edilmektedir. Halbuki doğru ve yalan olma ihtimali emirde ve nehiy’de mevcut değil­dir. Yalan ve doğru olması muhtemel olan bir söz ile böyle bir ihtimale sahip olmayan bir söz nasıl bir ve aynı olur? Bu halde muayyen bir şey üzerinde hem kabûl, hem red birleşmiş olmaz mı?

Şayet bunun cevabının verirken muhalif saçmalar, ve müşkülü izah etmekten aciz kalırsa, o kimsenin fikir adamı olmadığına, başkalarının taklitçisi bulunduğuna hükmedilmelidir. Bu halde mukallidin susması veya o susmazsa yanında bulunanların susmaları şarttır. Çünkü mukallid bir meseleyi delile dayanarak izah etme seviyesinde değildir. Böyle bir seviyede olsaydı başkalarına tâbi olamaz, başkaları kendisine tâbi olurdu, başkalarının arkasına takılmaz, halka önder olurdu.

Taklitçi eğer meseleyi delillerle İspat etmek yolunu tutarsa, bu fuzulî bir çaba olur. Böyle birisi ile uğraşan, soğuk bir demiri döven veya çürümüş bir şeyi düzeltmek için uğraşan kimseye benzer. Zama­nın çürüttüğü bir şeyi attâr nasıl düzeltebilir.

İnsaf edilirse görülür ki: Hakkın muayyen bir nazarîyeci (ehl-i na­zar) ile olduğuna inananlar küfre ve çelişkiye en yakın olan kimselerdir.

Küfre yakındırlar, zira; muayyen bir nazarîyeciyi, zerre miktarı kü­çük günah (zelle) işlemekten bile ma’sûm olan, uyulması imânın icâbı, muhalefet edilmesi ise küfrü gerektiren Peygamber’le aynı seviyede tutmuşlardır.

Çelişki içerisindedirler, zîra; her nazarîyeci düşünmenin farz ol­duğunu söyler, diğer taraftan da: “İstidlâl neticesinde benim vardığım kanatten başka bir kanaate varmayacaksın, benim görüşlerim delildir.” der. “Görüşlerimi (mezhebimi) taklit et.” diyen bir kimse ile: “Görüşlerimi ve görüşlerimin istinad ettiği delilleri birlikte taklit et.” diyen bir kimse arasında ne fark vardır? Bu çelişki değil de nedir?

 

TEKFİRDE ESAS OLAN KAİDE

Muhtelif taklitçi zümrelerin çelişkili düşüncelerini gördükten sonra herhalde küfrün târifini öğrenmek isteyeceksiniz. Bunun izahı uzun, kavranması zordur. Fakat ben şimdi sana bir “kaide” ve doğru bir işaret vereceğim, bu kaidedeki içeriği ve kapsamı (yani kaidenin efradını câmi ve ağyârını mani’ olması) sayesinde dikkate alınması ge­reken nokta gösterilmiş ve muhtelif mezhep mensuplarını gelişigüzel tekfir etmekten korunma imkânı elde edilmiş olur. Bu kaidenin devamlı olarak göz önünde bulundurulması fırkaları tekfir etmekten insanı men edecektir.

“Lâ İlâhe İllallah Muhammedü’r-Resûlüllah” düs-tûruna samimî bir şekilde bağlı kaldıkları ve bu düstûr ile çelişki teşkil eden bir durum­da bulunmadıkları müddetçe; yolları (mezhepleri) ne kadar farklı olursa olsun ehl-i İslâm’a dil uzatmaktan ve çeşitli mezhep mensuplarına kâfir demekten kaçınmalıdır. Ben diyorum ki:

Küfür: “Hz. Peygamber’i, Allah Teâlâ’dan getirdiği şeyler husu­sunda tekzip etmektir.”

İmân ise: “Getirdiği şeylerin cümlesini tasdik etmektir.”

Bu duruma göre, Hz. Peygamber’i tekzip ettikleri için Yahudi ve Hıristiyanlar kâfirdir. Bunlar kâfir olunca Brahmanların haydi haydi kâfir olmaları gerekir, çünkü Brahmanlar bizim Peygamberimizi tekzip ettikten başka diğer peygamberleri de tekzip etmektedirler. Dehrilerin (tanrısızların) kâfir sayılmaları daha tabiîdir, çünkü bunlar, bizim Peygamberimiz de dahil olmak üzere diğer bütün peygamberleri inkâr ettikten başka peygamber göndereni (Allah) de inkâr etmişlerdir.

Bunların bu şekilde tekfir edilmeleri; küfrün -meselâ köle ve hür olma hali (rıkk ve hürriyet) gibi- şer’î bir hüküm oluşundadır. Çünkü bir kimseyi tekfir etmenin mânâsı, o kimsenin öldürülmesinin mübah olması ve âhirette cehennemde ebedî kalacağına hükmedilmesi demek­tir. O halde küfrün ne olduğu da pek tabiî olarak şer’î delillerle bili­necektir. Bu şer’î delil de ya nass (âyet ve hadis) veya nassa dayanan kıyas olur. Yahudi ve hıristiyanların kâfir oldukları nasslarda açıkça ifa­de edilmiştir. Nasslara istinaden yapılan kıyasla; brahmanlar, seneviler, zındıklar ve dehrîler (materyalistler) pek tabiî olarak küfür bakımından yahudi ve hıristiyanlarla aynı kümde tutulmuşlardır. Kıyas:

Bunların hepsi müşriktirler; çünkü peygamberleri tekzip etmekte­dirler;

Her kâfir peygamberleri tekzip eder,

O halde tekzipçilerin hepsi kâfirdir.

Efradını câmiî ve ağyârını mani olan (içeriği ve kapsamı doğru olarak belirlenip uygulanması gereken) kaide işte budur.

 

VARLIKLARIN BEŞ MERTEBESİ

Söylediklerimiz çok açık olmakla birlikte bunun altında kapalı ve anlaşılması zor olan hususlar vardır. İşte bütün zorluklar buradan gelmektedir. Çünkü her fırka (mezhep) muhalifini tekfir etmekte ve onu Hz. Peygamber (s,a,v.)’i tekzip etmekle itham etmektedir.

Meselâ, Hanbelîler, Hz. Peygamberdin haber verdiği “Fevk’’ [Allah’ın üst’te oluşu) ve istivâyı (Allah’ın Arş’ın üzerine istivâsı) tekzip ediyorlar iddiasıyla  Eş’arî’leri tekfir etmektedirler.

Buna karşılık Eş’arîler ise, “Allah’ın misli olan hiçbir şey yoktur.”’ âyetinin anlamını tekzip ederek teşbihe kayıyorlar zannederek Hanbelıleri tekfir etmektedirler.

Keza Eş’arîler Hz. Peygamber haber verdiği halde Allah’ı görme­nin mümkün oluşunu (rü’yetullah’ın cevazı), ilim ve kudret gibi sıfat­ların varlığını inkâr etti diye Mu’telize’yi Peygamberi tekzip etmekle itham etmekte ve bu sebeple onları tekfir etmektedirler.

Mu’telize ise, İlâhî sıfatların kabûl edilmesini kadîm varlıkların çoğaltılması mânâsına almakta ve tevhîd bahsinde Hz. Peygamber’i tekzip ediyorlar diye Eş’arîlerin kâfîr olduklarını iddia etmektedirler.

 

Varlığın Beş Mertebesi

Bu çıkmazdan kurtulmanın tek yolu İslâm’a göre “Tekzip” ile “Tasdîk”in (kabul ve reddin) mahiyet ve târiflerinin bilinmesidir. Bu sayede mezheplerin aşırılıklarını, birbirini tekfirde nasıl ölçüsüz hare­ket ettiklerini açıkça göreceksin. O halde ben derim ki:

Tasdik: “Tasdik haberle, daha doğrusu haberi veren kimse ile ilgi­lidir.” bunun gerçek mahiyeti ise, Hz. Peygamber’in var olduğunu ha­ber verdiği her şeyin mevcudiyetini kabul etmektir. Ancak varlığın beş mertebesi mevcuttur. Varlığın bu mertebelerinden gafil olan kimseler kendilerine muhalif olan mezhep mensûplarını tekzipçi olarak görmüş­lerdir.

Varlık (el-vücûd): a) zâtî, b) hissi, c) hayâli, d) aklî, e) şibhî olmak üzere beş kısımdır. Hz. Peygamberin mevcudiyetini haber verdiği bir şeyin, varlığın bu beş şeklinden biri suretinde mevcut olduğunu kabul eden bir kimse mutlak bir şekilde Hz. Peygamberi tekzip etmiyor de­mektir. Şimdi varlığın bu beş sınıfını ve te’vildeki örneklerini açıkla­yalım:

Zâtî varlık (el-vücûdü’z-zâtî): Hissin ve aklın dışında sabit olan hakikî varlıktır. His ve akıl bu varlığın bir suretini alır ve zihindeki bu surete idrak denir. Göklerin, yeryüzünün, hayvanların ve bitkilerin var olmaları böyledir, bu nev’i varlık çok açıktır. Daha doğrusu, bu cins varlıklar o kadar açıktır ki birçok kimse bu neviden başka varlık oldu­ğunu bile bilmez.

Hissi varlık (el-vücûdü’l-hissî): Sadece duyu organları için var olan, varlığı onu hissedene mahsus olan, hariçte aynî ve maddî bir varlı­ğı bulunmayan varlıktır. Uyuyan bir kimsenin, hattâ uyanık fakat hasta olan birinin gördüğü bazı şeyler (hayâletler) varlığın bu sınıfına girer.

Bu durumda olan kimseler bazı şeyler hayâl eder ve suretlerini görürler | ama bunların hissin dışında varlıkları yoktur. Fakat tıpkı dış âlemde var olan şeyler gibi görünürler. (Sanal varlıklar)

Hattâ sıhhatte ve uyanık bulundukları zamanlarda peygamberlerle velîlere, meleklerin cevherlerini aksettiren güzel sûretler görünür. On­lar bu vasıta ile vahye ve ilhâma mazhar olurlar. Başkalarının, uykuda iken gayb âleminden telâkkî ettikleri şeyleri onlar uyanık iken telâkki ederler. Bu keyfiyet derunlarının pek berrak ve saf oluşundan ileri gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak: “Melek, Meryem’e düzgün bir insan biçiminde göründü.” buyurmuştur.

Resûllüllah (s.a.v.) da ekseriya Cebrail (a.s.)’i bu yoldan görürdü. Onu aslî şekliyle sadece iki defa görmüştü. Cebrail, muhtelif sûretlere temessül eder, Hz. Peygamber de onu bu suret içinde görürdü.

Resûlüllah (s.a.v.)’ın rü’yâda görülmesi de böyledir. Hadiste “Rü’yâda beni gören hakîkaten beni görmüştür, çünkü şeytan benim suretime bürünemez temessül edemez.” buyrulmuştur. Hz. Peygamberin bu şekilde görülmesi mübârek vücûdunun Medine’deki ravzasından, rü’yâ görenin bulunduğu yere intikal etmesi suretinde değildir. Belki vücûduna âit suretin uyuyanın hissinde varolması (temessül etmesi) şek­lindedir.

Bunun sebebini ve sırrını izah etmek uzun sürer, esasen bu hususu diğer eserlerimizde açıklamış bulunmaktayız.

Verdiğimiz bu misallere inanmazsan kendi gözüne inanmalısın. Meselâ, bir nokta büyüklüğünde bir ateş parçasını eline alıyorsun, son­ra bu ateşi doğru bir çizgi üzerinde hızla hareket ettiriyorsun ve ateşten bir çizgi görüyorsun. Bu ateş parçasını bir daire üzerinde hareket ettir­diğin zaman da ateşten bir daire görüyorsun. Görülen ateşten çizgi ve daire hissinde mevcuttur, hissin dışında yoktur. Çünkü her halükârda dış âlemde mevcut olan bir noktadan başka bir şey değildir. Birbirini takip eden zamanlar içinde noktanın hat ve daire şeklinde görünme­si çizginin veya dairenin dış âlemde mevcut olduğunu hiçbir şekilde göstermez. Çizgi ve dairenin histe mevcudiyeti sadece bir hâlde ve bir andadır.

Hayâli varlık(el-vücûdü’l-hayâli):Duyu organları ile görmekte

olduğumuz varlıklar gözümüzden kayboldukları zaman zihnimizde on­ların birer suret (form)leri kalır ki buna hayâl (imaj) denir. Göz kapatıl­mış vaziyette meselâ bir filin veya bir atın sureti zihinde canlandırıla­bilir. Sanki fil veya at görülüyormuş gibi zihinde meydana getirilen bu suret mükemmel bir şekilde dimağda mevcut ise de dış âlemde yoktur.

Akli varlık (el-vücûdü’I-aklî): Belli bir şeyin; bir ruhu, bir haki­kati ve bir mânâsı bulunur. Akıl bu şeyin, dış âlemdeki varlığını, his ve hayâldeki suretini hiç nazarı itibara almaksızın mücerred mânâ ci­hetini kavrar, el gibi. Elin hissî ve hayâlî bir sureti vardır, ayrıca bir de mânâsı vardır ki bu onun hakikatidir. Bu mânâ elin “tutma gücündür, aklî mânâda el işte bu “tutma kuvvetindir.

Aynı şekilde kalemin bir sureti vardır, fakat onun hakikati bilgileri yazma cihetidir. Akıl, kalemin bu mânâsını kamışın ve divitin hayâlî ve hissî suretine bağlı olmaksızın kavrar.

Varlığa benzeyen varlık (el-vücûdü’l-şibhî): Bu; bir şeyin, sureti ve hakikati ile ne hariçte, ne histe, ne hayâlde ve ne de akılda bizâtîhî mevcut olmamasıdır. Fakat mevcut başka bir şey olup bir özelliği ve sıfatı ile öbür varlıklara benzediğinden şibhî varlık adını almıştır.

Tevîller bölümünde misalleri verilince bu husus daha iyi anlaşı­lacaktır.

Var olan eşyanın, varlık mertebeleri işte bunlardır.

 

VARLIKLARIN YORUMLANMASI

Şimdi dinle de, bu derecelerin yorum/te’villerdeki misallerini an­latayım:

Zâtı varlık: Bunun için misal vermeye ihtiyaç yoktur. Zira açıktır, olduğu gibi anlaşılır, te’vîl edilemez. Mutlak ve hakikî varlık budur. Resûlüllah (s.a;v.)’ın varolduğunu haber verdiği arş, kürsi ve yedi semâ gibi. Bunlar zâhirî mânâları ile anlaşılır, te’vil edilemezler. His ve hayâl ile ister idrak edilsin, ister edilmesin bunlar bizâtihî var olan cisimlerdir.

Hissî varlık: Bu varlığın te’vîller bahsinde pek çok misalleri vardır. Biz iki örnek vermekle iktifa ediyoruz.

Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Ölüm alaca bir koç şeklinde, kıyâmet günü getirilir ve cennetle cehennem arasında boğazlanır.” “Ölüm bir arazdır.” veya “Ölüm bir arazın olmayışıdır”, “Arazın cisim haline çevrilmesi imkânsızdır, buna güç yetmez.”

gibi bir sonuca delil ile vâsıl olanlar, bu haberi şu şekilde anlayacaklardır: “Kıyâmette toplanan insanlar koçu görecekler ve onun ölüm olduğuna itikad edeceklerdir, bu koç dış âlemde değil, sadece on­ların hislerinde mevcut olacaktır. Bu durum, âhirette ölümün mevcut oluşundan kesin olarak ümidi kesme hususunda kesin (yakînî) bir bil­ginin husûle gelmesini sağlayacaktır. Şu halde boğazlanan koç değil,kendisinden ümit kesilen şey, yani Ölümdür.

Bu istidlâl ve düşünüş taamı doğru bulmayanlar ise belki de ölü­mün kendisinin koçun zâtı haline dönüşeceğine ve böylece boğazlana­cağına itikad edeceklerdir.

(Güneş tutulması hâdisesi ile ilgili olarak rivâyet edilen) bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Şu duvarın içinde cennet (ile cehennem) bana gösterildi.“, “(“cisimler birbirinin içine girmez.’’, “Büyük cisim küçük cismin içine sığmaz.” gibi bir sonuca delil ile ulaşanlar bu ha­disi şöyle anlayacaklardır: “Cennetin kendisi duvara nakledilmiş de­ğildir, fakat cennetin duvardaki süreli sanki gözle görülüyormuş gibi histe temessül etmiştir.” Büyük bir şeyin misalinin küçük bir cisimde görülmesi imkânsız değildir. Nitekim kocaman semâ küçük bir aynada görülebilir. Şu halde bu, mücerred hayâl gücü ile cennetin soyutlanmış sûretinin farklı bir şekilde görülmesidir. Semânın aynada görülmesi ile, gözler kapatıldıktan sonra aynadaki semânın sûretinin tahayyül yolu ile idrak edilmesi (zihinde canlandırılması) arasındaki fark malûm bulun­maktadır, (İlki histe İkincisi hayalde.)

Ayın aynada görülmesi hissî varlık, muhayyilede tasavvur edilme­si hayalî varlıktır.

Hayalî varlık’. Bunun misali, Resulullah (s.a.v.)’ın şu hadisleridir:

“Ben Yunus b. Mettâ’ya bakıyor gibiyim, üzerinde Katvân mamu­lü bir aba olduğu halde telbiye ediyor ve dağlar ona cevap veriyordu, Allah Teâlâ ise ona: lebbeyk yâ Yunus, diyordu.’’

Aşikârdır ki bu, Hz. Peygamber’in hayâlindeki bir sûretin temsil yolu ile ifade edilmesidir. Çünkü Hz. Yunus’un bu vaziyette oluşu Pey­gamberimizin dünyaya gelişinden çok evvel idi, bu vaziyet yok olup gitmişti, o zaman mevcut değildi.

“Uyuyan bir kimsenin rü’yâsında muhtelif sûretler görmesi; bu hâdise, müşâhede ediyormuş gibi Resûlüllah’tn hissine temessül etmiş­tir.” demekte de garipsenccek bir durum yoktur. Fakat: “Ke’ennî enzu- ru” (sanki ona bakıyorum) buyrulmuş olması bu bakışın gerçek bir bakış olmadığı, takat bakışa benzeyen bir hâl olduğu hissini uyandırmaktadır. Maksat misal vererek anlatmaktır, suretin kendisi güve değildir

Hulâsa, muhayyilede görülen her şeyin, görme mahalli olan histe de görülmesi pek ala tasavvur edilebilir ve böylece müşâhede meydana gelmiş olur. (Tahayyülün tasavvur edildiği hususlarda nadir haller ha­riç müşahede imkânsız değildir. Hayâlde meydana getirilen suretlerin müşâhede yolu ile de görülmesi, zihinde canlandırılması genel olarak  mümkündür). Nadir haller dışında imkânsız değildir.

Aklivarlık: Bunun da birçok örnekleri varsa da biz iki misal ver­mek süretiyle iktifa ediyoruz: Bunlardan biri Hz. Peygamber’in şu hadisidir:

“Günahları sebebiyle cehenneme girip de oradan çıkanlara cen­netten bu dünyanın on misli büyüklüğünde bir yer verilir”.

Bu hadisten anlaşılan zâhirî mânâ, bu yerin; en,boy ve yüzölçüm itibariyle dünyadan on misli büyük olmasıdır. Bu ise hissî ve hayalî bir farktır. Onun için bu haber karşısında hayrete düşülerek: Hadislerde anlatıldığı üzere cennet semâdır, semâ da dünyadan ve (dünya kavramı da dahil) olduğu halde dünyanın on mislini nasıl içine alabilir?” Te vîl yapmasını bilenler şu hükümle hayretlerini izâle ederler;Burada bahis konusu edilen fark mânevidir, aklîdir, hissî ve hayâlî değildir. Meselâ bazen şöyle denilir: “Bu çınar çekirdeği şu çınar ağacından birkaç misli büyüktür.” Bununla çekirdekteki istidat (kapasite) kastedilir. Bu; çekir­değin his ve hayâl ile idrak edilen saha itibariyle büyüklüğü değil, akılla idrak edilen büyüklüğünü ifâde eder.

Bir hadiste: “Allah Teâlâ Âdem’in çamurunu kırk sabah eliyle yoğurdu.” buyrul muştur. Görüldüğü gibi bu hadiste Cenâb-ı Hakk’ın eli bulunduğundan bahsedilmektedir. Hissî ve hayâlî organ mânâsındaki el mefhûmunun Allah Teâlâ için kullanılmasının doğru olmadığını delil ile ispat edenler bu elin aklî ve rûhânî olduğunu kabûl etmektedirler. Yani elin sürerini değil, mânâsını, rûhunu ve hakikatini kabul etmişlerdir. El kelimesinin mânâsı ve ruhu ise, bir şeyi tutmaya ve kavramaya yara­yan, kendisi ile iş yapılan, iyilikte bulunulan veya bulunulmayan vasıta  demektir.      Allahu Teala melekleri vasıtasıyle ihsanda bulunur veya bulunmaz. Nitekim Hz. Reygamber (s.a.v.) bir hadislerinde: “Allah Teâlâ’nın ilk yarattığı şey akıl (isminde bir melek)dır, Allah Teâlâ aklı ilk defa yarattığı zaman ona dedi ki: İnsanlara senin vasıtanla ihsanda buluna- cağım ve insanların ihsanıma mazhar olmalarını da yine senin vasıtanla engelleyeceğim.” buyurmuşlardır. Mütekellimlerin inandıkları gibi bu hadiste geçen aklın araz olması mümkün değildir.

Zîra Allah’ın ilk ya­rattığı şeyin araz olması imkânsızdır. Belki bundan maksat, ismi akıl olan ve ta’lim görmeye muhtaç olmadan zâti ve cevherleri ile eşyayı idrak eden melektir. Vahiy ve ilham yolu ile hakikî bilgileri enbiyâ ve evliyânın Levh-i Mahfûz’a benzeyen kalplerine nakşetmesi itibariyle bu melek’e “Kalem” de denilir. Bundan dolayı başka bir hadis-i şerifte: “Allah Teâlâ’nın ilk yarattığı şey kalemdir.” buyrulmuştur. Buradaki “kalem”in, ismi akıl olan bir melek mânâsına geldiği kabûl edilmezse iki hadis arasında bir çelişki hâsıl olur. Muhtelif itibarlar ile bir şeyin birçok ismi olması mümkündür.

Zâti itibariyle “akıl”, Allah Teâlâ ile mahlûkat arasında vasıta ol­ması itibariyle “melek”, vahy ve ilham yolu ile bilgileri kalplere nakşet­me işi onunla hâsıl olduğu için “kalem” adını almıştır.

Nitekim Cebrâil (a.s.)’e de zâtı itibariyle “Ruh”, sırların kendisine tevdi olunmuş olması itibariyle “Emîn”, kuvvetinin kemâli itibariyle “Zû-Mirrch” (kuvvetli), kuvvetinin kemâli itibariyle “Şedîdü’l-Kuvâ” (pek çok kuvvetli), makamının Allah Teâlâ’ya yakın oluşu itibariyle “Mekîneni’nde Zî’l-Arşı” (Arş’ın sahibinin yanında duran), melekler­den bazılarının kendisine tâbi olmaları itibariyle “Mütâ” (Metbû’) de­nilmiştir.

Kanaati böyle olan bir kimse hissî ve hayâli kalem ve el yerine, aklî bir kalem ve el  kabûl eder. İster kudret olsun, ister başka bir şey olsun el’in Allah Teâlâ’nın bir sıfatı olduğu kanaatinde bulunanlar da vardır, nitekim bu konuda kelâmcıiar ihtilâf etmişlerdir.

Şibhî varlık: Bunun misâli Allah Teâlâ hakkında vârid olan; gadab, şevk, ferah, sabır vs. gibi şeylerdir.

Meselâ, gadabın mahiyeti, neticede sükûnet bulmak ve ferahlamakiçin kalpteki kanın galeyan etmesidir. Bu ise elem ve eksiklik mânâsına gelir. Gadabın; hissî, hayâli ve aklî bir şekilde Allah Teâlâ’ya isnad edi­lemeyeceği sonucuna delil ile vâsıl olanlar, gadabı; gadabın meydana getirdiği neticeleri meydana getiren başka bir sıfat şeklinde anmıştır ve böylece “gadab”ı “ceza vermeyi irâde etme” diye açıklamışlar ve onu irâde sıfatına ircâ’ etmişlerdir. Aslında irâde ile gadab arasında hiçbir münasebet yoktur. Fakat gadab ile irâde haiz bulundukları sıfatlardan bazıları bakımından birbirine yakın oldukları gibi “elem verme” gibi bir sonuç meydana getirmeleri itibariyle de yekdiğerine benzerler.

İnceleyin:  Mütebâyin İsimlerle İlgili Çokça Hata Yapılan Bir Hususa Dair

İşte te’vîllerin dereceleri bunlardır.

 

VI -TE’VÎL KAÇINILMAZDIR

Şeriat sahibinin sözlerini zikredilen derecelerden biri şeklinde an­layan ve te’vîl eden herkes şeriatı tasdik edici durumdadır. Tekzip bütün bu mânâların reddedilmesi demektir. Şeriatı tekzip eden kimse Hz. Pey­gamber (s.a.v.)’in sözlerinin mânâsız ve yalan olduğuna, bu sözlerin demagoji veya dünyevî maslahatlar mülâhazasiyle söylenmiş olduğuna inanır. Bu ise hâlis küfürdür, zındıklıktır, ileride anlatılacağı gibi, te’vil kanunlarına riayet ettikleri müddetçe te’vîlcilerin tekfir edilmeleri îcâp etmez. Mezhebi ne olursa olsun, bütün Islâm müctehitlerinin zarurî ola­rak te’vîle başvurdukları ortada iken te’vîl yapanların tekfir edilmeleri nasıl câiz olur?

Te’vîl yapmaktan en uzakta kalmış olan zât -Allah ona rahmet etsin- İmâm Ahmed’dir. Te’vîllerin en garibi ve hakikat olmaktan en uzak olanı ise; aklî veya şibhî varlığı mecâz veya istiare olarak kabûl etmektir. İşte Hanbelî, bunu yapmaya mecbur olmuş ve yapılmasının lüzumuna da kâni olmuştur. İmâm Ahmed’in, sadece üç hadisi açıkça te’vîl ettiğini Bağdat’ta sözlerine güvenilir kimselerden işitmiştim. Bu hadisler şunlardır:

1-“Hacer-i Esved yeryüzünde Allah’ın sağ elidir (onu öpen, Allah’ın elini öpmüş olur).”

2-“Mü’minin kalbi Allah Teâlâ’nın parmaklarından iki parmak .arasındadır.”

“Rahmân olan Allah Teâlâ’nın nefesinin Yemen tarafından gel­diğini hissediyorum.”*

 

Bu hadislerin zâhirî mânâlarının kastedilmediği ve kastedilmesi- nin de imkânsız olduğu neticesine delil ile ulaşan İmâm Ahmed bakınız bunları nasıl te’vîl etmektedir:

Sahibine daha çok yaklaşmak için sağ eli öpmek âdettir. Aynı şe­kilde Allah Teâlâ’ya yaklaşmak (takarrub) için de Hacerü’l-Esved öpü­lür. Hacerü’l-Esved, zâtında ve sıfatlarında değil, arızî vasıflardan biri bakımından el’in mislidir. Bu sebeple “Hacerü’l-Esved”e “sağ el” (el- yemîn) ismi verilmiştir. Böyle varlığa biz, şibhî varlık adını vermiş ve bunun te’vîl şekillerinin hakikî mânâdan en uzak kalanı olduğunu be­lirtmiştik. Kendisini te’vîlden en uzak tutanların başında gelen bir zât olan İmâm Ahmed’in bu tip bir te’vile nasıl mecbur olduğuna bakınız.

*

Aynı şekilde hissî mânâda Allah Teâlâ’nın parmaklarının olma­sını imkânsız gören -zîra, bir adamın kalbi açılacak olsa orada Allah Teâlâ’nın parmaklarının mevcut olmadığı görülecektir- İmâm Ah­med, parmakları rûh (mânâ ve mahiyet) olarak anlamıştır ki bu da aklî mânâda parmaktır. Parmakların ruhundan maksadımız, eşyayı arzu edildiği gibi evirip-çevirme yeteneğidir. İnsanın kalbi melekle şeytanın şiddetli mücadeleleri ve sadmeleri arasında yer alır. Melekle şeytan vasıtasiyle Alla Teâlâ kalpleri istediği gibi evirip çevirir. Şu halde hadiste geçen iki parmak, melek ile şeytandan kinâyedir.

İmân Ahmed’in, te’vîlin bu kadarı ile iktifa etmesi, bu üç hadisin dışında kalan diğer hadislerin zâhirî mânâlarının kastedilmiş olmasını imkânsız görmemesinden, bir de nazarî düşünce sahasında mütehassis olmamasındandır. Eğer nazarîyât alanında vukûfu fazla olsaydı, “Fevk” (Allah Teâlâ’nın üstte olması) vs. gibi te’vîl etmediği şeyler te’vîl edil­mesi lâzım geldiğini anlayacaktı.

Mu’tezi lî ve Eş’arîlerin nazarî alanda araştırmaları daha fazla ol­duğundan daha ileri giderek birçok nassın zâhirî mânâlarını te’vîl ey­lemişlerdir. Âhiretle ilgili işler hususunda Hanbelîlere en yakın olanlar -Allah dahada muvaffak kılsm- Eş’arîlerdir. Zira, bu bahiste Eş’arîler, pek azı müstesna, nassların çoğunu olduğu gibi yani te’vîlsiz kabûl ederler. Te’vîlle en çok uğraşan Mu’tezile’dir. Bu kadar olmamakla be­raber -yukarıda da söylediğimiz gibi- Eş’arîler de bazı bahislerde te’vîl yolunu tutmuşlardır.

Bu cümleden olmak üzere Eş’arîler:“Kıyamet günü ölüm alaca bir koç suretinde getirilir..hadisi ile,“Amellerin terazi ile tartılması” hakkında, vârid olan nassları te’vîl etmişlerdir. “Amellerin tartılması” meselesini te’vîl eden Eş’arî, “Ameller değil, amellerin yazıldığı kâğıtlar tartılacak ve Allah bu kâğıtlar üzerinde amellerin derecesine ve miktarına göre ağırlık yara­tacaktır.” demiştir. Bu ise gerçek mânâya en uzak olan ve şibhî varlıkla ilgili bulunan bir te’vîldir. Çünkü üzerine yazı yazılan kâğıtlar cisimdir. Bu cisimler üzerine yazılan yazılar ve çizilen çizgiler ıstılâhî olarak araz olan amellere delâlet etmektedir. Bu duruma göre terazide tartılan şey amel değil, üzerine amellerin nakşedildiği ve terim olarak ameli ifâde eden mahal’dir.

Mu’tezile ise, terazinin kendisini te’vîl ederek: “Terazi, herke­se amelinin miktarının bildirilmesi”nden ibarettir, demiştir. Bu ise kâğıtların tartılması konusunda yapılan te’vîllerin ifrata vardırılmasıdır.

Bu iki te’vîlden hangisinin doğru olduğunu göstermek bahsimizin şümulüne girmez. Maksadımız şunu anlatmaktır: bir mezhep mensubu cehalette ve gabavette haddi aşarak:

“Hacerü’l-Esved gerçekten Allah’ın sağ elidir.”,

“Ölüm, her ne kadar araz ise de koç şekline girer (istihâle eder).”

“Ameller araz olduğu için yok olup gitmiş olsalar da teraziye ge­tirilir ve orada araz, ağırlığı olan bir cisim şekline girer.”

demedikçe nassların zâhirî mânâlarına tutunmakta ne kadar ileri giderse gitsin yine de te’vil yapmak mecburiyetindedir. Bunları söyleyen ve cehaletin bu derecesine düşen bir kimse ise akılla alâkasını kesmiş demektir.

 

VII,TE’VÎL YAPMA USÛLÜ

Şimdi te’vîl kanununu tedkik edelim:

Zikredilen beş derece üzerine yapılan te’vîllerin tekzip sahası­na girmedikleri ve bütün mezheplerin bu mevzû üzerinde ittifak et­miş oldukları anlatılmış bulunulmaktadır. Yine ittifak edilmiştir ki bu te’vîllerin câiz olabilmesi için zâhirî mânâyı kastetmenin imkânsız ol­duğunun ispat edilmiş olması icâbeder.

İmdi bu beş mertebenin en açık olanı zâtî varlıktır. Bunun sabit olması her şeye şâmildir (öbür ihtimalleri bertaraf eder). Zâtî varlığın sübûtu imkânsız olursa, hissi varlığa geçilir. Bunun sübûtu bundan son­rakilere geçilmesine engel teşkil eder. Hissî varlığın sübûtu mümkün olmazsa hayalî ve aklî varlığa geçilir. Bunların sübûtu da mümkün ol­mazsa şibhî ve mecazî varlıkta karar kılınır. Delile dayanan bir zarûret bulunmadıkça bir dereceden onu tâkibeden dereceye geçmeye müsaade edilemez.

Bu noktada delili anlama tarzından doğan ihtilâflara geçilmek du­rumu zarûrî olarak ortaya çıkmaktadır. Zîra Hanbelîler “Hassaten üst (fevk) cihetinin Allah Teâlâ’ya isnat edilmesinin imkânsızlığını göste­ren hiçbir delil yoktur.” derken Eş’arîler aynı şeyi rü’yet için söyler­ler. Rü’yetin imkânsız olmadığını (Mu’tezile’ye karşı) müdafaa eder­ler. Bu gösterir ki mezheplerden her biri muhalifinin beyan ettiği şeye razı olmamakta ve delilini kat’î bulmamaktadır. Ne olursa olsun hiç bir mezhebin, muhalifini, delilde hatta etti diye tekfir etmesi doğru olmaz.

Fakat “dalâlet ehli” ve “bid’atcı” demesi caizdir.

Dalâletçi demesinin sebebi; kendisine göre, yoldan sapmış ol­masından, bid’atcı demesinin sebebi ise selef-i sâlihînin hakkında ne söylediği açıkça malûm olmayan bir mevzûda yeni bir görüş ortaya atmasındandır. Selef arasında meşhur olan Allah Teâlâ’nın görülmesi­nin câiz oluşudur. Hâl böyle iken birisinin çıkıp da “Allah görülemez.” demesi bid’attır. Görüleceğini (ifâde eden nassları) te’vîl etmesi de bid’attır. Bundan dolayı “Allah Teâiâ’nın görülmesinden maksat kalp ile müşâhede edilmesidir.” şeklinde bir kanaate sahip olan kimsenin bu görüşünü söylememesi ve açıklamaması uygun olur. Çünkü selef böyle bir şey söylememiştir.

Fakat bu noktada Hanbelîler şöyle diyebilirler: “Üst (fevk) cihe­tinin Allah Teâlâ’ya isnadı selef arasında meşhurdur, buna mukabil se­leften hiç biri “Âlemin Yaratıcısı âleme bitişik de değil, ayrı da değil; âlemin ne içinde, ne de dışındadır; O, altı yönden hâlî ve ayrıdır, üst (fevk) cihetine nisbeti alt (taht) cihetine nisbeti gibidir.” dememiştir. Bu sözler bid’attır. Zîra bid’at, seleften bize gelen görüşler haricinde görüşler ortaya atmaktır.”

Bu noktada, iki türlü seviyenin bulunduğu açık bir şekilde meyda­na çıkmaktadır:

1- Halk seviyesi (ve makamı): Bu seviyede doğru olan ittibâdır, zâhirî mânâyı bozmaktan prensip olarak sakınmaktır, sahâbenin sarih olarak beyan etmediği hususları açıkça te’vîl etmemek ve bid’at çıkar­mamaktır, doğrudan doğruya soru yolunu tıkamaktır, halkı kelâm il­mine dalmaktan, araştırma yapmaktan ve kitap ile sünnetin müteşâbih olanına uymaktan men etmektir.

Nitekim birisinin Hz. Ömer’e iki müteariz/çelişik âyeti sorması üze­rine Hz. Ömer onu kırbaçla dövmek sûretiyle cezalandırılmıştı. İmâm Mâlik’e istivâ sorulduğunda şöyle demişti: “İstivâ malûmdur, ona imân zaruridir, keyfiyeti mechûldür, onun ne olduğunu sormak ise bid’attır.”

2-Nazar ehlinin (düşünürlerin) seviyesi: Bunların rivâyet yolu ile gelen ve nasslara dayanan inançları sarsıntıya maruz kalmıştır. Bu se­viyedeki kimselerin yapacakları araştırmaların, zaruret miktarını geç­memesi, zâhirî mânâyı terk etmelerinin sadece kat’î delil zaruretine inhisar etmesi tıyğun olur. İnancının dayandığı delilin yanlış ve esassızolduğunu ileri sürerek muhalifleri tekfir etmeleri doğru olmaz. Çünkü delilin ne olduğunu hatasız olarak bilmek kolay bir şey değildir. Deli­lin, düşünürler tarafından kabûl edilen asgarî müşterek şeklinde olması  lâzımdır. Delilin delil oluşu hususunda ititfak olmalıdır. Çünkü tera­zi üzerinde anlaşma olmazsa; ihtilâfı ölçerek, tartarak ortadan kaldır­mak mümkün olmaz. Bu hususta beş önemli kıstasın neler olduğunu el-Kıstasil ’l-Müstakîm isimli eserimizde anlattık ki bunlar anlaşıldıktan  sonra üzerinde ihtilâf edilmesi tasavvur edilemez.

Daha doğrusu bunları iyice anlayan bir kimse bu ölçülerin şeksiz bir bilgi elde etmek için vasıta olduklarını kesin bir şekilde idrak eder. Bunları hakkıyla öğrenen kimseler insaf ve iz’an sahibi olurlar, ihtilâfları kolaylıkla ortadan kaldırarak zor ve üstü kapalı meseleleri rahatlıkla halledebilirler. Fakat aşağıdaki sebeplerden dolayı bunlar arasında da ihtilâfın bulunmaması imkânsız değildir:

a) Bazıları bu kıstasların (kriterlerin) şartlarının tamamını gereği gibi kavrayamazlar.

b) Fikirlerin doğruluğunu tanımaya yarayan kıstaslara baş vura­cakları yerde kendi şahsî ve indî görüşlerine müracaat ederler. Tıpkı her şiiri aruzla ölçmek zor olduğu için iyiden iyiye aruz öğrenildiği halde zevk-i selime müracaat edilip hata yapma dairesine girildiği gibi.

c)Delillerin mukaddimesini teşkil eden bilgiler de anlaşılmamış olabilir. Zira delillerin esasını teşkil eden bilgiler tecrübe, tevatür vs. yolları ile elde edilirler. İnsanlar ise tecrübe ve tevatür gibi hususlarda birbirinden farklıdırlar. Birine göre tevatür olan diğerine göre tevatür olmayabilir. Birinin yaptığı tecrübeyi diğeri yapmamış olabilir.

d)Vehme dayanan hükümler akla dayanan hükümlerle karşıtırılabilir.

e) Güzel ve meşhur olan sözler (vecizeler ve atasözleri) zarûrî ve kesin olan hükümlerle karıştırılır. Nitekim bunlar, Mihakkün-Nazar (Doğru düşüncenin ölçüsü) isimli kitabımda izah edilmiştir. Bu ölçüleri bütün incelikleri ile öğrenmek, bellemek -inat etmemek şartıyle- kolay kolay hata etmeme imkânını bahşeder.

 

VIII-KESİN OLAN VE OLMAYAN DELİLLERE DAYANAN TE’VİLLER

Bazı kimseler kesinlik ifâde eden delile değil de galib bir zanna dayanarak hemen te’vîl yolunu tutuverirler. Bu şekilde hareket eden kimseleri her konuda, gelişigüzel tekfir etmek de doğru değildir. Bu hususta düşünerek hareket etmelidir. Yapılan te’vîller akâidin ana konu­ları veya bu ana konularla ilgili ehemmiyetli meselelerle alâkalı değilse bunları tekfir cihetine gitmemeliyiz.

Bazı mutasavvıfların yaptıkları şu te’vîl bu duruma örnek teşkil eder: “Hz. İbrahim’in; yıldızları,ayı ve güneşi görmesinden ve bunların her biri için “hâzâ Rabbî” (işte Rabb’im budur) demesinden maksad, yıldız, ay ve güneşin zâhirî mânâları değildir. Belki burada geçen yıl­dız, ay ve güneş sözleriyle nûrânî ve meleki birtakım cevherler kas­tedilmiştir. Bu cevherlerin nûrânîyeti hissî değil, aklîdir. Bu cevherler arasındaki nûrluluk farkı yıldız, ay ve güneş arasında bulunan ışık farkı gibidir.” Böyle te’vîller yapan Sûfiyye’nin delilleri şunlardır:

1-Hz. İbrahim gibi bir Nebî bu cisimlerin ilâh olduklarına itikad etmeyecek derecede büyük (ecell)tür.

2- Hz. İbrahim, bu cisimlerin ilâh olmadıklarını anlamak için bun­ların batışını (ufûl’ünü) görmeye muhtaç değil idi. Acaba bu cisimler batmasaydı onların ilâh olduklarına mı itikad edecekti? Bu cisimlerin sonlu ve sınırlı olmaları onların ilâh olmalarının imkânsız olduğuna delâlet etmiyor mu idi?

3- İbrahim’in gördüğü ilk şey nasıl yıldız olabilir ki güneş ondan daha ışıklıdır ve ilk görünen de yine güneştir?

4- Cenâb-ı Hâk evvelâ: “Böyleçe biz İbrahim’e yerin ve semâların melekûtunu gösteriyoruz.” buyurduktan sonra, Hz. İbrahim’in; yaldız, ay ve güneş için: “İşte benim Rabbim budur”dediğini nakletmektedir! Hz. İbrahim’in, -kendisine melekût apaşikâr bir şekilde gösterildikten sonra- bu cisimlerin ilâh oluşları vehmine kapıldığı nasıl câiz olabilir?

Mutasavvıfların bu gibi mülâhazaları zannî delâletlerdir, kesin delil olma vasfını haiz değildir. Bu itirazlara şu şekilde cevaplar verilmiştir:

a)“Hz. İbrahim bu cisimlerin ilâh olduklarına inanmayacak kadar büyüktür.” itirazına şu cevap verilmiştir: “Bu hâdise cereyan ettiği za­man Hz. İbrahim sabî idi. İleride peygamber olacak kimselerin,derhal vazgeçmek şartıyle çocukluk çağında bu gibi şeyleri hatırlarından ge­çirmelerinin garip bir yönü yoktur.”

b)Gerçi yıldız, ay ve güneşin sınırlı ve sonlu olmaları da bunların hadis ve mahlûk olduklarını gösterir. Fakat Hz. İbrahim’e göre, “yıldız, ay ve güneşin” batmalarından (üful ve ğurûb) bunların hadis ve mahluk oldukları sonucuna varmak, “sınırlı ve sonlu cisim oldukları için bunla­rın hâdis ve mahlûk oldukları sonucuna varmak”tan daha açık bir delil şekli olabilir, bu da garip değildir.

c)-Evvelâ yıldızları görmesi, çocukluk çağında bir mağaraya hap­sedilmiş olmasından ve oradan gece çıkmış bulunmamasındandır.

d)-Daha evvel: “İşte biz böylece İbrahim’e yerlerin ve göklerin melekûtunu gösteriyoruz.” buyrulduktan sonra Hz. İbrahim’in yıldız, ay ve güneşe: “Hazâ Rabbî” (Benîm Rabbim budur.) demesi, Cenâb-ı Hakk’ın, Hz. İbrahim’in son hâlini zikrettikten sonra esas mevzûun başlangıcına geçmiş olmasındandır.

Bu ve benzeri te’viller de, delilin mahiyetini ve şartlarını bilmeyenler tarafından delil sanılan zanlardan ibarettir.

İşte mutasavvıfların yapmış oldukları te’vîlin cinsi böyledir.  “Nalinlerini çıkar.”, “Sağ elinde olanı yere bırak.” âyetlerinde geçen “Asa” ve “na’linler”i de bu şekilde te’vîl etmişlerdir.’ Herhalde akaidin esasları ile ilgili olmayan böyle mevzularda “zan” akâidin esas mevzularında bulunması icâbeden “kesin delil” hükmünde tutulmakta­dır. Böyle hususlarda hiçbir kimsenin kâfir ve bid’atcı olduğu söylene­mez. Fakat böyle te’vîller halkın zihnini karıştırırsa-selefin sözü olarak bize nakledilmeyen her hususta- bilhassa bu gibi te’vîlleri yapanların bid’atcı sayılması icâbeder.

Altından yapılan bir buzağının akıl sahibi olan kimselere ilâh olarak kabul ettirilemeyeceğini ileri süren bazı bâtınîlerin, Samirî’nin te’vîlci olduğunu ileri sürmeleri de buna yakındır. Batınîlerin bu te’vîli de nihayet bir zandan ibarettir. Putperestlerde olduğu gibi bazı kimsele­rin bu kadar cahil olmaları imkânsız değildir. Böyle nâdir oluşu yakînin husulüne engel olur.

Akâidin önemli prensiplerinde, kat’iyet ifâde eden delillere dayan­madan bu cins te’vîl yaparak nassların zâhirî mânâlarını tahrif edenler tekfir edilir. Kat’iyet ifâde eden delillere dayanmadan, sadece zan, ve­him ve zâhîrî mânâyı garip görme gibi şeylere istinaden âhirette cesetlerin haşredilmesini ve hissi cezalar görülmesini reddedenlerin de bunlar gibi kat’î olarak tekfir edilmeleri icâbeder. Zîra ruhların cesetlere iâde edilmesinin imkânsızlığını gösteren hiç bir delil mevcut değildir. Üstelik böyle te’vîllerden bahsedilmesi din bakımından çok zararlıdır. Bu se­beple de böyle te’vîllere teşebbüs edenlerin tekfir edilmesi çok lüzumlu­dur. Filozofların çoğunun (cesetlerin haşrı mevzuunda) kanaatleri budur.

“Allah Teâlâ zâtını veya küllî  olan şeyleri bilir; şahıslarla ilgili olan cüz’i hususları bilmez.” diyen filozofların tekfiri de vâciptir. Zîra bu, kat*f olarak Hz. Peygamber’i tekziptir. Filozofların bu te’vîli, zikrettiği­miz te’vîl derecelerinden hiç birinin sahasına girmez. Çünkü cesetlerin haşredileceğini, Cenâb-ı Hakk’ın şahıslarla ilgili her şeyi bildiğini an­latan âyet ve hadisler haddinden fazladır; te’vîl götürmez. Zaten, onlar da bunun te’vîl olmadığını itiraf ediyorlar ve şöyle diyorlar: “Halk aklî (ruhî) haşrı anlamak kabiliyetinde değildir. Halbuki cismanî haşra inan­malarında kendileri için fayda vardır.”

“Halkın kalbine korku ve ümit vermek için Allah Teâlâ’nın halkın her şeyini bildiğine, onları gözetlemekte olduğuna inanmalarında onlar için menfaat vardır. Bu sebeple Hz. Peygamber’in bunu halka böylece anlatması câizdir. Başkalarının arasını bulan (bunun için yalan söylese bile) yalancı değildir. Hakikat olmasa bile Peygamber maslahata uygun olanı söylemiştir.”

Bu fikir kat’î olarak bâtıldır. Hz. Peygamber’i açıkça tekzip ettik­ten sonra, tekzip etmediklerini göstermek için böyle bir mazeret ileri sürmüşlerdir. Peygamberlik makamını bu gibi rezilce sözlerden tenzih etmek lâzımdır. Doğruluk ve doğrulukla ıslâh, yalana ihtiyaç bırakma­yacak kadar geniş bir saha teşkil eder.

Zındıklığın ilk derecesi bu nev’î te’vîller yapmaktır. Mutlak zın­dıklık ile Mu’tezile arasında bulunan zındıklık mertebesi budur. Şu husus müstesna; Mu’telize ile felsefenin metodları birbirine yakındır: Mu’tezile böyle mazeretlerle Hz. Peygamber’in yalan söylemesini caiz görmez. Sadece aksi şıkkın doğruluğu ispat edilince zâhirî mânâyı te’vîle çalışır. Felsefe ise te’vîle az veya çok ihtimali olan zâhirî bir nassı te’vîl etmekle iktifa etmez, daha ileri gider.

Mutlak zındıklık ise ruhanî (aklî) ve hissî mânâda haşrtn inkâr edilmesi ile beraber âlemin yapıcısı (Sâni’i, mimari ustası)nm kökten

Hissî olan zevk ve elemleri reddetmekle beraber bir nev’i ruhani ve aklî-haşrin varlığjnı kabûl etmek, teferruatı (cüz’iyatı) biImediği kabûl edi­len bir Sânî’in varlığına inanmak nisbi ve mukayyet bir zındıklıktır. Zîra bunda peygamberlerin doğru söylediklerini bir nev’i kabul etmek vardır.

Öyle zannediyorum ki -doğrusunu Allah bilir-“Ümmetim yetmiş küsur fırkaya ayrılacak. Zındıklar müstesna hepsi cennete girecekler­dir” hadisi ile kastedilen işte bunlardır. Zmdıklar ayrı bir fırkadır. Bazı rivayetlerde hadisin metni böyledir. Bu hadisin zâhiri gösterir ki: Hz. Peygamber bu sözü ile ümmetinden olan zındıkları kastetmiştir. Çünkü hadiste “Ümmetim fırkalara ayrılacak.” denmiştir. Hz. Peygamber’in Nebîliğini esastan reddedenler esasen onun ümmetinden değildirler.7

Haşrı ve Allah Teâlâ’yı prensip olarak reddedenler, Hz. Peygam­ber’in nebîliğini kabûl etmiyorlar demektir. Filhakika onlar ölümün sjrf bir yokluktan ibaret olduğuna, âlemin Allah Teâlâ’ya muhtaç olmadan öteden beri kendi kendine var olduğuna inanırlar. Allah Teâlâ’ya ve ahi ret gününe inanmaz, Peygamberlerin demagoji “telbis” yaptıklarını söylerler. Bu sebeple bunların “ümmetim” mefhumuna girmeleri kabil değildir. Şu halde “bu ümmetin zındıkları” tâbirini .anlattığımız şeyden başka mânâsı yoktur.

 

TEKFİRİ GEREKTİREN HUSUSLAR
VE MUTLAK ZINDIKLIK

Hangi şey tekfiri gerektirir; hangi şey tekfiri gerektirmez? Bu me­selenin izah edilmesi bütün mezheplerin ve görüşlerinin anlatılmasını, her mezhebin itiraz ettiği hususun ve dayandığı delilin açıklanmasının, mezheplerin zâhirî mânâdan uzak kalma sebeplerinin ve te’vîlde tut­tukları yolların beyan edilmesini gerektirecek kadar uzun açıklamalara ihtiyaç gösterir. Bu ise bir çok ciltlere sığmaz. Ayrıca izahına vaktim de kâfi gelmez. Şu halde bir tavsiyede bulunmak bir de kanun/ilke koy­makla iktifa etmek gerekmektedir.

TAVSİYE: “La ilahe illâllah Muhammedü’n Resûllüllah” dedikle­ri ve bununla tenakuz teşkil eden bir vaziyette bulunmadıkları müddet­çe ehl-i kıbleye dil uzatmaktan, imkân nisbetinde sakınmak lâzımdır. Çünkü tekfirde tehlike vardır, sükûtta yoktur. Burada tenakuz (çelişme) dan maksat ister mazeret ve sebep göstererek, ister göstermeyerek ol­sun Hz. Peygamber’in yalan söylemesini câiz görmektir.

KANUN: Nazari şeylerin iki kısım olduğunu bilmek icâbeder. Bunlardan biri, dinin esas prensipleriyle ilgilidir. Diğeri ise talî (fer*î) meselelerle ilgilidir. İmânın esas prensipleri Allah Teâlâ’ya Resulü’ne ve Ahiret gününe imân olmak üzere üçtür. Bunun dışında kalan mese­leler fer’îdir. Bir husus müstesna fürû ile ilgili meselelerde kimse tekfir edilemez. Müstesna olan husus şudur: “Hz. Peygamber’den tevatür yolu ile bize gelmiş olduğu kesin bir şekilde bilinen dinî bir esası reddetmek.”

Fer’î meselelerde muhalif durumda olan kimselerin yerine göre hatalı ve bid’atçı olduğu söylenebilir. Fıkha âit mevzularda yapılan ha­talar, hilafet ve sahâbelerin durumları ile ilgili meselelerdeki bid’atler gibi. Halife, halife tâyini, şartları ve bununla İlgili şeylerde hata etmek esas itibariyle tekfiri gerektirmez. Halife tâyin etmenin vacip olmadı­ğına inanan İbn Keysân’ı (bu yüzden) tekfir etmek icâbetmez. Hilâfet mevzuunu büyüterek “Allah ve Resulüne imân etmek gibi hilafete de iman lâzımdır.” diyenlerin ve sadece bu kanaatlerinden dolayı böyle düşünenleri tekfir edenlerin görüşlerine iltifat etmemek icâbeder. Bun­ların hepsi de ifrattır. Hiç biri esas itibariyle Hz. Peygamber’i tekzip mahiyetinde değildir.

Fer’î meselelerde bile olsa tekzip mevcut olunca tekfir vâcip olur. Meselâ: birisi çıkıp da: “Allah Teâlâ’nın hac maksadiyle ziyâret edil­mesini emrettiği Kâbe Mekke’de malûm bina değildir.” dese bu küfür olur. Zîra bu iddianın aksi tevatüren sabit olmuştur. Hz. Peygamber’in o binanın Kâbe olduğuna şahitlik ettiğini kabûl etmese bunun kıymeti olmaz. Tersine, bu onun inatçı bir münkir olduğunu kesin bir şekilde ifade eder. Ancak İslâmiyet’in yeni duyulduğu zamanlarda bu durum kendilerine tevatür yoluyla ulaşmayanlar bundan müstesnadır.

Kur’an-ı Kerîm Hz. Âişe’nin iffetsiz olmadığını açıkça ifade ettiği halde onun iffetsiz olduğunu söylemek de böyledir, yâni küfürdür. Bu gibi şeyleri söylemek Hz. Peygamber’i tekzip ve tevatür yoluyla ge­len haberleri inkâr etmedikçe mümkün olmaz. Tevatür ise lisan inkâr etse bile kalbin (vicdanın) reddetmesi kabil olmayan bir haberdir. Fa­kat vâhid (ahâd) haberlerle sabit olan şeyleri inkâr edenler tekfir olun­mazlar. İcmâ He sabit olan şeyi reddeden kimsenin tekfir edilmesi de münâkaşaya değer bir mevzudur. Zîra icmâın kat’î bir delil olduğunu bilmek çok müşkül bir şeydir. Bunu ancak usûl-i fıkıh ilmini tahsil edenler bilirler. Diğer taraftan Nazzâm icmâın delil olacağını prensip olarak reddettiği için icmâm delil oluşu ihtilâftı hale gelmiştir. Fer’î meselelerin hükmü işte budur.

Üç esasa (Allah’a, Peygamber’e, Âhirete’e) iman ve bizâcihî te’ vîle ihtimal olmayan, tevatür ile nakledilen, aksi şıkkın doğruluğu delil ile sabit olmayan (Allah Teâlâ’nın her şeyi, en küçük teferruata varıncaya

Kadar bilmesinin, Cennet ve Cehennem’in, cesetlerin haşredilmesinin reddedilmesi gibi) hususlara gelince; böyle şeyleri reddetmek ve bunlara muhalefet etmek açıkça küfürdür. Mecaz yolu ile, çok uzaktan bile olsa te’vîle ihtimali olan hususlarda ise; delile bakmak icâbeder. Delil kesinlik ifâde ederse delilin gösterdiği şeye inanmak icâbeder. Fakat halk bunu anlayacak durumda olmadıkları için onlara bunun açıklaması zararlı ise bunu açıklamak bid’at olur. Delil kesin olmaz fakat galip bir zan ifâde ederse, bununla beraber açıklanmasının dinen mahzurlu olduğu malûm olmazsa -Mu’telize’nin rü’yetullâhı reddetmeleri gibi- bu gibi şeyler bid’at sayılır, küfür olarak kabul edilmez. Açıklanmasının zararlı olup olmaması münakaşalı olup zararlı oluşu ihtimali daha açık olası hususlarda ise tekfir etmek veya tekfir etmemek gibi iki ihtimal var­dır.

Mutasavvıf oldukları iddiasında olup Allah indinde ulaştıkları dere­ce sayesinde, namaz kılmak, içki içmemek, günah işlememek ve padişah (devletin malını yememek gibi şeylerle kendilerinin mükellef olmadıklarını söyleyenler bu kısma girerler. Muhakkak olan şudur ki, böyle kimselerin Cehennem’de ebedî olarak kalıp kalmayacakları münâkaşa mevzuu olabilir ama öldürülmelerinin vâcip olması münâkaşasız kabûl edilmelidir. Öyle ki böyle birini öldürmek 100 tane kâfir öldürmekten daha iyidir. Çünkü böylelerinin dine olan zararları daha büyüktür. Bun­lar bir daha kapatılamayacak olan ibâhe kapılarının açılmasına sebep olurlar. Bunun zararı ise, mutlak sûrette ibâhe ye inanan kimseden daha büvüktür.

Mutlak ibâhecinin söylediklerinin küfür olduğu açık olduğun- dan halk onu dinlemez. Bu gibiler ise şeriata dayanarak şeriatı yıkarken (nassların) umumîliğini tahsis etmekten başka bir şey yapmadıklarına kanidirler. Umumî olan teklifleri dinde üstün dereceye vâsıl olmayanlara tahsis ettiklerini sanırlar. Bunlar haram olan şeyleri yaparken zâhiren günah işlediklerine fakat bâtınları itibariyle günahtan beri olduklarına inanırlar. Bu durum; bütün fâsıkların aynı durumda olduklarını iddia et­melerine, bütün dinî bağların çözülmesine sebep olur.

Tekfir etmenin veya etmemenin her makam (seviye)de kesin ola­rak bilinmesinin doğru olacağı da sanılmamalıdır. Zîra; Tekfir, tekfir edilenin malının alınması, kanının dökülmesi, cehennemde ebedî ka­lınmasına hükmedilmesi gibi önemli hukukî neticeler doğuran şer’î bir hükümdür. Diğer şer’î hükümler nasıl biliniyorsa bu da o şekilde bilinir. Yâni bazen kesin olarak, bazen de galip zanla bilinir, Bazen de tereddüt hâsıl olur. Tereddüde düşüldüğü zaman tekfir cihetine gitmemek, tevak­kuf etmek doğru olur. Hemen tekfir yolunu tutmak cahillerin şiarıdır. Başka bir kaideye daha işâret edilmesi icâbetmektedir. Bazıları te’vîl yaptıklarına inanarak mütevatir bir nassa muhalefet ederler, bunların yaptıkları tc’vîllerin lisân kaideleri ile yakından ve uzaktan bir ilgisi bulunmazsa bu da küfürdür. Te’vîlci olduğunu iddia etse de tekzipçidir. Bazı bâtınîlerde gördüğüm şu sözler buna misâldir: “Allah Teâlâ birliği (Vahdeti) yaratması ve vermesi itibariyle birdir. Başkasına ilim verme­si ve başkasında ilim yaratması itibariyle âlimdir. Var olması demek başkasını var etmesi demektir. Vücûd, ilim, vahdet sıfatları ile muttasıf olması mânâsında vâhid, âlim, mevcûd değildir.” Bunlar sarih olarak küfürdür. Çünkü vahdet sıfatını vahdeti yaratmak mânâsında anlamak hiçbir şekilde te’vîl değildir. Böyle bir anlayışa Arap lisânı müsait de­ğildir. Allah Teâlâ vâhid ismini vahdeti yarattığı için almış olsaydı 3-4 adetlerini yarattığı için de 3-4 ismini alması gerekirdi. Zîra bu adetlerin yaratıcısı da O’dur. Bu nev’i sözler aslında tekzip olup sonradan te’vîl adını almıştır.

 

X-TEKFİRİN ŞARTLARI VE İCMÂ

Bu izâhlardan anlaşılmıştır ki tekfirle ilgili düşünceler şu husularla alâkalıdır:

Şer’î nass: Zâhirî mânâsı terk edilen nass acaba te’vîle müsait mi­dir, değil midir? Eğer müsait ise bu te’vîl akla yakın bir te’vîl midir, yok­sa (akıl ve mantıktan) uzak bir te’vîl midir? Te’vil edilmesi mümkün olan nassla, te’vîle müsait olmayan nassı ayırmak kolay bir şey değildir. Bu hususta söz sahibi olabilmek için Arap dilini ve bu dilin esaslarını, istiâre ve mecâz ifâdelerin bu dilde kullanılış tarzını darb-ı meseller (atasözleri) in kullanış şekillerini bütün incelikleri ile gayet iyi bilmek lâzımdır.

İnceleyin:  Hakikati İdrak Dereceleri

Te’vîl edilemez denilen nass acaba bize tevatür yoluyla mı yoksa ahâd rivayetle mi gelmiştir. Nassın tevatüren mi, ahâd olarak mı, yoksa mücerred icmâadan mı ibarettir? (Eğer şer’î hüküm) Tevatürle sâbit ol­muşsa, acaba tevatür şartlarına haiz midir, yoksa değil midir? Zira, umu­miyetle müstafîz (meşhur) haberler mütevatir sanılır. Tevatürün târifi: “Hz. Peygamber’in ve meşhur beldelerin mevcudiyetinin bilinmesi gibi, bir şeyin şüphe götürmez bir şekilde bilinmesidir.” Haberin tevatür dere­cesinde olabilmesi için Hz. Peygamber zamanına varıncaya kadar bütün asırlar için mütevatir olması îcâbeder. Acaba herhangi bir asırda tevatür bulunması şart olan adedin eksilmesi tasavvur olunabilir mi? Kur’ân-ı Kerim İçin şart kılman tevatürün, şartları için böyle bir şeye ihtimali yoktur. Kur’ân-ı Kerîm’den başka şeyler için bunu bilmek ciddi surette müşküldür. Bunu, ancak tarih kitaplarını, eski milletlerin durumlarını, ha­dis kitaplarını, hadisi rivâyet eden kimselerin hallerini ve sözlerin hangi maksat için nakledildiklerini İnceleyen mütehassıslar bilirler.

Bir haber her asırda tevatür derecesine ulaşırda yine kesin bir bilgi ifâde etmeyebilir. Bilhassa mezhep mensûpları arasında bulunan taas­sup sebebiyle birçok kimsenin bir şey üzerinde anlaşmalarını tasavvur etmek imkânsız değildir. Bundan dolayıdır ki Râfızîler Hz. Ali’nin hali­fe tâyin edilmesinin (kendilerince) mütevatir olan nassla sabit olduğunu iddia ederler. Râfızîlerin yalan söyleme hususunda anlaşmak ve söyle­nen yalana uymak bahsinde büyük kabiliyetleri olduğu için muhalif­lerince mütevatir olan hususların aksini bile mütevatir saymaktadırlar.

En zor anlaşılan ve bilinen şeylerden biri de icmâa dayanan hu­suslardır. Çünkü: icmâ, şartı icâbı “ehl-i hail ve akdin (salâhiyet sahi­bi kimselerin) bir mevzû üzerinde açık bir surette anlaşmaları için bir yerde toplanmaları” demektir. Bazı kimselere göre bu anlaşma (ittifak) nın bir asır boyunca devam etmesi lâzım gelir. Diğer bazılarına göre ise bu ittifakın bir müddet devam etmesi kâfi gelir. Bazılarına göre ise hükümdarın her tarafa yazı yazıp muayyen bir zamanda yaşayan bütün âlimlerden fetva istemesi ve bir daha ihtilâf edilmeyecek ve dönülme­yecek bir şekilde bütün fetvaların açık bir şekilde yekdiğerine uygun olması lâzım gelir. Böyle bir îcmâ tekevvün ettikten sonra buna muha­lefet eden acaba tekfir olur mu? Çünkü bazılarına göre ihtilâf edilmesi câiz olan bir müddette, ittifak ve muvafakatların devam edip gitmesi muhtemel olduğu gibi içlerinden birinin, dönmesi (rücû) de imkân da­hilindedir. Bu sebeple bu hususun bilinmesi çok zordur.

Muayyen bir fikri benimseyen bir kimseye, haberin tevatüren gelip gelmediği, icmâın ulaşıp ulaşmadığı meselesinde de durulması lâzımdır. Çünkü yeni doğan (ve yetişen) bir insan için hangi haberle­rin mütevatir olduğunu, hangi hususların icmâ ile sabit olduğunu,hangi meselelerin ihtilâftı olduğunu bilmek kabil değildir. Bunlar tedricî bir şekilde öğrenilir; selefin, üzerinde ittifak ve ihtilâf ettiği meseleleri an­latan kitapları mütalâa etmek suretiyle bilinir. Bir iki kitap okumak bu hususu öğrenmeye kâfi gelmez. Çünkü bununla icmâın mütevatir olduğu bilinmez. Meselâ; Ebû Bekir ei-Fârisî (Allah ona rahmet etsin) bir kitap yazarak icmâ ile sabit olan meseleleri anlatmıştır ama birçokları bu mese­lelerin çoğunun îcmâ ile sabit olduğunu reddetmişler, bazısına da muha­lefette bulunmuşlardır. Şu hale göre kendisine göre sübût bulmadığı için icmâ ile sabit olan bir meseleye muhalefet eden kimse hatalı ve cahil olsa bile tekzipçi değildir; tekfir edilmesine imkân yoktur. Bu gibi hususlarda incelemeler yaparak mütehassıs olmak kolay bir şey değildir.

Zâhirî mânâyâ muhalefet edilmesine sebep teşkil eden delil üzerinde de durulması îcâbeder. Acaba bu delil, bir delilde bulunması lâzım gelen şartları hâiz midir? Delilin şartlarının bilinmesi birçok cilt­ler tutacak izâhlara ihtiyaç gösterir. Kıstasü ‘l-Miistakim (doğru ölçü) ve Mihekk en-Nazar (doğru düşüncenin ölçüsü) isimli eserlerimde anlat­tığım şeyler bunlardan bir kısım örnekler mahiyetindedir. Zamanımız­daki fakîhlerin çoğunun, delilin şartlarının tam olarak anlatılması için karihalar (kafaları) bile müsait değildir, halbuki bunu bilmek şarttır. Çünkü delil kesinlik ifade edince te’vilden uzak olan hususların te’vil edilmesine müsaade edilir. Delil kat’î olmazsa ancak akla yakın ve yat­kın olan te’villerin yapılmasına müsaade edilir.

Söylenen sözün dine ne derece zararlı olduğuna bakılmalıdır. Eğer dine vereceği zarar büyük değilse, söylenen söz çok bâtıl ve çok yakışıksız da olsa iş çok basittir. Beklenen (müntazar) imâma inanan bazı Şiîierin “İmâm Serdâb’da gizlenmiştir; vakti gelince çıkacaktır.” deme­leri gibi. Filhakika bu, bâtıl olduğu açıkça belli olan yalan ve çirkin bir sözdür. Fakat din bakımından zararlı değildir. Bunun zararı buna inanan ahmak içindir. Çünkü buna inanan ahmak, imâmı karşılamak için her gün memleketinden ayrılır ve sonunda imâmın gelmediğini görünce ümitsiz ve eli boş evine döner. Bu misâlden maksat şudur: Bâtıl olduğu açıkça belli olsa da her hezeyan sahibini tekfir etmemek lâzımdır.

Tekfir eden kimsenin, anlattığımız bu hususları bilmesi îcâbettiği an­laşılınca -ki bu hususların herbirini derinlemesine bilmek herkesin kârı değildir- Eş’arî vs. ye muhalif olan kimseleri gelişigüzel tekfir edenlerin cahil ve düşünmeden konuşan kimseler oldukları ortaya çıkmış olur. Fı­kıhtan başka bir şey bilmeyen kimseler bu gibi çok önemli konularda nasıl Söz sahibi olurlar? Bu bilgilere fıkhın hangi bölümünde rastlanır? Fıkıh­tan başka ilim sermayesi olmayan bir fakîhin onu bunu tekfir ve dalâlete nisbet etmekle uğraştığım görürseniz ondan yüz çeviriniz. Aklınızı ve fik­rinizi onunla meşgul etmeyiniz. Zira bilgi ile ona buna meydan okumak insan tabiatında mevcuttur. Kendini âlim sanan cahiller bundan kendileri­ni alamazlar. Halk arasında ihtilâfın çok olmasının sebebi de budur. Âlim geçinen cahiller ortadan çekilselerdi halk arasında ihtilâf azalırdı.

 

XI-TEKFİR KONUSUNDA KELÂMÎ BİLGİLERİN DEĞERİ

“Kelâm (ilmin)i bizim bildiğimiz gibi bilmeyen, şer’i inançla­rı yazmış olduğumuz delillerle kavramayan kimse kâfirdir.” diyen ve müslüman halkı tekfir eden kelâm âlimlerinden bir kısmı tekfir husu­sunda şiddet göstererek çok ileri ve aşırı gitmişlerdir. Bunlar evvelâ “Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki geniş rahmetini daraltarak” Cennet’i kelâmcılardan bir avuç kimseye tahsis etmişler, sonra tevatüren gelen hadislerin ruhunu anlamamışlardır. Çünkü Hz. Peygamber ve Ashâb devrinde birçok kaba ve cahil Arabın müslüman olduğuna hükmedildiği bilinmektedir. Bunlar eskiden puta tapmakta ve delilin ne demek ol­duğunu bilmemekte idiler. Delilin mahiyetini öğrenmek isteselerdi bile anlayamazlardı. Her kim, imânın, tertibe dayanan taksimlerle, mücerret delilerle ve kelâm ile elde edileceğini sanarsa çok acâip bir şey uydur­muş olur. Aslında imân Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfü ve hediyesi olmak üzere kulunun kalbine atmış olduğu bir nûrdur. Bu nur bazen derûnî bir delil ile içe doğar ve bu anlatılamaz. Bazen uykuda rüya vasıtası ile içe doğar, bazen dindar bir adamla sohbet edilir ve sohbet esnasında o ada­mın durumu müşâhede edilerek nuru karşısındakine sirayet eder. Bazen de bir hâl karinesi ile olur: Bir kere Hz. Peygamber’i red ve inkâr eden bir bedevî, Peygamberimizin nûrâniyeti ve güzelliği -Allah şân ve şere­fini daha da artırsın- gözüne çarpınca nübüvvet nûrunun ışık ışık parla­dığını gördü. Bunun üzerine şöyle dedi: “Bu yüz yalancı yüzü değildir.” sonra İslâmiyet’in kendisine anlatılmasını istedi ve müslüman oldu.

Başka bir defasında yine biri Hz. Peygamber’e gelerek: “Allah için söyle, seni Allah Peygamber olarak mı gönderdi?” demişti Hz Peygamberdin “Evet, vallâhi Cenâb-ı Hak beni Peygamber olarak gön­derdi. demesi üzerine O’nu tasdik edip müslüman olmuştu.2 Bunlar ve bunlara benzeyen sayısız hadisler gösterir ki onlar kelâm ilmiyle ve de­lillerini öğrenmekle meşgul olmamışlardı. Ama böyle karineler vasıtası ile imân nuru kalplerinde bir ışık gibi parlıyor ve ondan sonra da böy­le önemli hadiseleri müşâhede ederek, Kur’ân okuyarak ve kalplerini temizleyerek o nurun parlaklığını daha çok arttırıyorlardı. Müslüman olmak için Hz. Peygamber’in veya ashâbın huzûruna gelen bir kimse­ye “Âlemin hâdis oluşunun delili, âlemin arazlardan hâli olmamasıdır. Hâdis olan şeyler (arazlar)den hâlî olmayan şey hâdistir.”, “Allah Teâlâ Zâtı üzerine zâid olan bir ilimle âlim, kudretle kâdirdir. Bu sıfatlar ne zâtının aynı ne de gayrıdırlar.” vs. gibi kelâmcıların âdetlerinden olan şeylerin söylendiği ne olurdu bir kerecik olsun nakledilseydi!

Bu ve bu mânâdaki sözlerin (yâni kelâmî mahiyetindeki sözlerin)muteber olmadığına kani değilim. Aksine bir harpten sonra ele geçirilen esirlerin yavaş yavaş, teker teker, kısa veya uzun bir süre içerisinde müs­lüman oldukları, birçok kaba kimselerin kılıçların altında İslâmiyet’e girdikleri malûmdur. Bunlara, kelime-i şehâdet getirdikleri zaman na­maz kılmak, zekât vermek öğretilir. Sonra zanâatlarına ve hayvanlarına bakmaları için memleketlerine dönmelerine müsaade edilirdi. Aynı şe­kilde bazı kimseler için kelâmcıların delillerinin imân vesilesi olabile­ceğini de reddetmem; fakat herşey bundan ibaret değildir. Aksine bun­lar nâdir olan hususlardır. En faydalı usûl, Kur’ân’da ifade edilmiş ol­duğu gibi, nasihat şeklinde söylenen sözlerdir. Kelâmcıların anlattıkları usûle gelince; bu, dinleyenlere, bunun halkı aciz bırakmak için bir cedel (münâkaşa) sanatı olduğu, bizatihi doğru bir şey olmadığı kanaatini ve­rir. Bu usûlün, inadın kökleşmesine ve pekişmesine sebebiyet verdiği de olabilir. Bu sebepledir ki: Hiçbir kelâm ve fıkıh münâzarasında bir kelamcının veya fakihin doğruyu anlayarak Mutezileden veua başka bir bidat mezhebinden hak olan diğer bir mezhebe döndüğü,keza Şafilikten Hanefiliğe geçtiği veya bunların aksinin olduğu görülmüş değildir. Bu geçiş ve intikallerin kılıçla muhabereye varıncaya kadar daha başka birçok sebepleri vardır. Selefin böyle mücadelelerle kimseyi İslâmiyet’e dâvet etmemelerinin, hattâ kelâm münâkaşlarına dalanları, işi gücü soru sormak, mesele ortaya çıkarmak olanları şiddetle kötüle­melerinin sebeplerini burada aramak îcâbeder. Müdâhaneyi (yağcılığı) ve bir tarafı kayırmayı bir yana bırakacak olursak -iki nev’i kimse için müstesna- tehlikesinin fazla olması sebebiyle kelâm meselelerini uzun uzadıya incelemenin herkese haram olduğunu açıkça söyleyebiliriz.

1-Kalbine bir şüphe düşüp de nasihat yollu sözlerle ve Hz. Peygamber’den nakledilen hadislerle bunu izâle etmek mümkün ol­mazsa ve kelâm ilmine göre düzenlenen sözler onun şüphesini giderir, derdine devâ olacak mahiyette olursa o zaman böyle birisinin kelâmdan faydalanması mümkündür. Böyle bir şüphesi olmayan kimseleri ise ke­lamdan korumak lazımdır. Çünkü bunları dinlemek, içinde bazı müş­küllerin doğmasına ve onu hasta edecek şüphelerin ortaya çıkmasına sebep olabilir. Netice olarak da inancı sarsılabilir.

2-İmânı, yakîn nuru ile sağlamlaşmış, aklı tam, dinine sımsıkı bağlı olan bir kimsenin, şüphe hastalığına düşen birini tedâvi etmek, mâhir bid’atçıları susturmak; dini ifsat etmek isteyen bid’atçılardan ko­rumak maksadiyle kelâm tahsil etmesi farz-ı kifâye İçersine düşülen şüpheyi ve müşkülü başka yoldan izâle etmek mümkün olmazsa bu hal­de tekrar kat’i inanç sahibi olmak için kelâm öğrenmek farz-ı ayn olur. Doğruluğu açıkça ortada olan husus şudur ki: Hz. Peygamber’in getir­diği ve Kur-ân ‘ın ihtiva ettiği her şeye kesin olarak inanan bir kimse, delilini bilmese de müslümandır. Kelâmı delil ile hâsıl olan imân ise ciddi surette zayıftır.

Herhangi bir şüphe ile yok olmaya mahkûmdur. İmânları en sağlam olan kimseler, çocukluktan itibaren tevatür dere­cesine varan haberleri işiten veya bülûğdan sonra ifâdesi güç halleri müşâhede ettikten sonra husûle gelen halk tabakalarının imânıdır. Böy­le bir imânın pekişmesi ise ibadet ve zikre devam ile olur. Hakikaten, gerçek takvâ mertebesine ulaşarak derûnlarını dünyevi kirlerden temiz­leyip daimî sûrette Allah Teâlâ’yı zikretmek mertebesine vâsıl olana ka­dar ibadetlere devam edenler için mârifet nûrları parlayarak, taklit şek­linde bildikleri hususlar gözle görülüyormuş gibi müşâhede edilir. İşte, itikadın düğümü (düğmesi, şüphesi) çözülüp gönüller Allah Teâlâ’nın nuru ile aydınlanmadıkça hâsıl olmayan gerçek mârifet budur. “Allah Teâlâ kime hidâyet dilerse gönlünü İslâmiyet’e açar.” O Rabbinden bir nûr üzere olmuş olur.” Nitekim Hz. Peygamber’e: “kalbin açılma­sı” (şerh-i sadr) sorulduğunda: “Allah Teâlâ’nın mü’min kulunun kal­bine attığı bir nûr ile olur.” demişti. Bunun alâmeti nedir? denildiğinde: “Yalan dünyadan el etek çekmek, ebedî olan âhirete gönül vermektir.” buyurmuşlardı. Böylece dünyaya yönelen, ölesiye dünya için gayret gösteren kelâmcının, mârifetin hakikatini idrak edemeyeceği anlaşıl­mış olur. İdrak etselerdi kat’î sûrette dünyadan el çekmeleri îcâbederdi.

 

XII-İLÂHÎ RAHMETİN GENİŞLİĞİ

Tekfir için nassların tekzip edilmesini esas almamız bahis konusu edilerek denebilir ki: İnsanlara İlâhi rahmeti daraltan ve herkesi tekfir eden kelâm âlimleri değil, kendisinden şu hadisler rivâyet edilen şeriat Sahibi Hz. Muhammed (s.a.)’dir.

“Allah Teâlâ kıyamet günü Hz. Âdem’e şöyle hitap edecektir:

  • Ey âdem! Zürriyetinden cehenneme göndereceklerim olacaktır.
  • Ne kadarını cehenneme göndereceksin, yâ Rabbî.
  • Bin’de 999’unu.”

“Ümmetim 70 küsur fırkaya ayrılacak, fakat bunlardan sadece bir tanesi necât bulacaktır.”

El-Cevâb: Birinci hadis sahihtir. Fakat bunun mânâsı: Cehenne­me gidecek olanların hepsi orada ebedî olarak kalacak olan kâfirlerdir.” demek değildir. İnsanların binde 999’u cehenneme gidecek ve ora­da günahları kadar kalacaklardır. Günahsız oldukları için cehenneme gitmeyecek olanların sayılan binde bir’den daha fazla değildir. “Siz­den cehenneme gitmeyecek hiçbir kimse yoktur.” (ve in minküm illâ vârîdûhâ) âyeti de bunu gösterir.

Ayrıca: “Cehenneme gidecek olan kimseler” demek, işledikleri günahlardan dolayı cehenneme gitmeyi hak edenler demektir. Bazı ha­dislerde de ifâde edildiği gibi, cehenneme sevk edildikten sonra ken­dilerine şefâat edilerek geri çevrilebilirler. Allah Teâlâ’nın rahmetinin vüs’atini ve büyüklüğünü gösteren sayısız hadisler mevcuttur. Bu ha­dislerden biri şudur:

Hz. Aişe diyor ki “Bir gece yanımda bulunan Resûlûllah’ı kaybet­mişim, onu aramaya başladım. Birden yere kapanmış namaz kılmakta olduğunu gördüm. Başının ucunda dikilmiş üç nur vardı. Namazı biti­rince, beni gözetlemekte olan bu zât kim? diye sordu. Ben Âişe’yim,yâ Resûlâllâh, diye cevap verdim.

  • Bu üç nuru gördün mü? buyurdular.
  • Evet, yâ Resûlâllâh, diye cevap verdim. Bunun üzerine buyur­dular ki:

Birinci nur içerisinde Rabbim tarafından gönderilen biri gelerek, Cenâb-ı Hakk’ın ümmetimden 70,000 kimseyi hesapsız ve azapsız cen­nete göndereceğini müjdeledi.

Sonra ikinci nur için de gönderilen diğer biri, Cenâb-ı Hakk’ın ümmetimden 70,000 adedin her biri yerine 70,000(70,000 x 70,000= 4,900,000,00) kimseyi, hesapsız ve azapsız cennete göndereceğini müj­deledi.

Daha sonra üçüncü nur içinde Rabbim tarafından gönderilen biri 70,000 ile 70,000’in çarpımından hâsıl olan 4,900,000,000 adetinin her biri yerine 70,000 (4,900,000,000 x 70,000 = 343,000,000,000) kimse­yi azapsız ve hesapsız cennete göndereceğini müjdeledi. Dedim ki:Yâ Resûllâllah, ümmetinin sayısı bu kadar değildir ki? Buyurdular ki, bu sayı namaz kılmayan, oruç tutmayan Araplarla ikmâl edilecektir.”

İşte bu ve bunun gibi birçok hadisler Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin genişliğini gösterir. Bu sayı sadece Hz. Peygamber’in ümmeti içindir, kanaatime göre İlâhi rahmetin genişliği, kısa veya uzun müddet için, mesela bir lahza, bir ân için cehenneme gönderi iseler bile, -cehenneme gönderildiler, sözünün kullanılması doğru olacak kadar (ve çok kısa bir sure, halta bir an) orada kaldıktan sonra- evvelki ümmetlerin de pek çoğuna şâmil olacaktır.

Yine inancıma göre, inşâallah Allah Teâlâ. zamanımızdaki Rum, Hristivan ve linklerin pek çoğunu da rahmet-i ilâhiyye şümulüne ala­caktır. Bunlardan maksadım uzak memleketlerde yâşayan ve kendileri­ne Islâm’ın daveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir.Bunlar üç kısımdır:

a) Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ismini hiç duymamış olanlar.

b) Hz. Peygamber’in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu’cizeleri duşmuş olanlar: bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya muslumanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhiddirler.

c) Bu iki derece arasında bulunan gruptur. Hz. Peygamberdin ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamber’i ta küçüklüklerinden beri: “İsmi Mu- hammed olan yalancı ve dalaverenin biri peygamberlik iddiasında bu­lunmuştur. şeklinde tanımışlardır. Kendilerine Resulûllah bu şekilde tanıtılmıştır. Tıpkı bizim çocuklarımızın “Adı el-Mükaffa (el-Mukana’) olan yalancının biri Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur.” sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamberin ismini, haiz bulunduğu .vasıfların zıtlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise insan araş­tırmaya sevk etmez.

“Necat bulan fırka tektir,” hadisine gelince, bu hadisin muhtelif rivayet şekilleri mevcuttur. Bu hadis: “Helâk olan fırka tektir.” şeklindede riv ayet edilmiştir, fakat meşhur olan rivâyet birincisidir.

Burada, “Necât bulan’dan maksat, cehenneme gönderilmeyen ve şefâata muhtaç olmayanlardır. Burada şunu söyleyelim ki: Cehenneme götürmek için zebanilerin yakasına yapıştıkları kimseler, şefaat saye­sinde onların pençelerinden kurtulsa bile yine mutlak surette “Necât bulan” gruptan değildir. Bu hadisin başka bir rivayetinde “Bir fırka olan zındıklar müstesna, hepsi cennete girerler.” denilmiştir.

Bu rivâyetlerin hepsinin doğru olması da mümkündür. Şöyle ki: Helak olacak bir fırkadan maksat cehennemde ebedî kalacak olan kim­seler olup kurtulmalarından ümit kesilen demek olur. Çünkü Helâk olan kimselerden hiçbir hayır beklenmez. “Necatta olan bir fırka”dan mak­sat da hesapsız ve şefâatsiz cennete giren kimseler olur. Çünkü hesaba çekilen herkes azap görür. Şu halde necata ermiş olmaz. Şefâat dileyen de mezellete maruz kaldığı için mutlak olarak necât bulmuş sayılmaz. Bu iki yolun birisinde en hayırlı, diğerinde en şerli kimseler bulunur. Diğer farkların hepsi bu iki derece arasında bulunurlar: kimisi sadece hesaba çekilmek süreliyle azab görür, kimisi cehenneme yaklaştıktan sonra şefâat sayesinde kurtulur, kimisi de cehenneme girip akaidinde ve bid’atındaki hatasının miktarına, günahlarının azlığına ve çokluğuna göre orada kaldıktan sonra çıkarılır. Cehenneme, ebedî kalmak üzere girecek olan sadece bu ümmetten Hz. Peygamberi tekzip eden ve mas­lahat İçin yalan söylemesini caiz gören bir fırkadır.

Diğer ümmetler için de durum böyledir. Kim Hz. Peygamberin,ayın ikiye bölünmesi, taşların tesbîh etmesi, parmaklar arasından su fışkırması ve bütün Arap ediplerine meydan okuduğu halde Kur’ânın benzerinin vücuda getirilmesinden aciz kalınması gibi tabiat üstü mu’cizelerini, sıfatlarını ve peygamberlik için ortaya çıkışını tevatüren işittikten sonra onu tekzip eder, ondan yüz çevirir, kulak ardı eder, üzerinde düşünüp kafa yormaz ve bütün hu mu’cizelerini duyduktan sonra hemen onu tasdik edivermezse tekzipçidir. Bundan dolayı ‘kâfirdir.

Müslüman memleketlerinden uzak yerlerde yaşayan Rum ve Tûrklerin çoğu bu kısma girmezler. Hattâ kanaatime göre zikredilen hususlarrın, onları duyanlarda işin gerçek olan yönünü araştırma isteği­ni uyandırması da lâzımdır. Bu durum dine karşı alâka gösteren, dün­yayı âhiretten daha çok sevmeyenler için bahis konusu olur. Dünyaya fazla dalındığı, Allah korkusu ve dini işlerin Önemi akla getirilmediği için böyle bir istek duyulmazsa bu da küfürdür. Böyle bir arzu uyan­dıktan sonra hakikat araştırılmazsa veya araştırmada kusur edilirse bu da küfür olur. Zaten Allah’a ve âhiret gününe inanan herhangi bir din mensubunun, işin tabiat-üstü sebeplere dayandığını kuvvetle tahmin ettiği şeyleri araştırmaması ve araştırmada kusur etmesi mümkün de­ğildir Eğer kusursuz bir araştırma ve inceleme esnasında tahkikatını bitirmeden ölürse o da mağfirete mazhar olur. Allah Teâlâ’nın geniş rahmeti onun içindir. Allah’ın geniş rahmetini bütün genişliği ile kavra­maya çalışınız ve İlâhî hususları basit maddî/şeklî ölçülerle ölçmeyiniz.

Âhiret geniş ölçüde dünyaya benzer. “Bütün insanların yaratılması ve veniden dirilmesi tek bir kimseyi yaratmak ve diriltmek gibidir. Keza dünyadakilerin çoğu nimet, selâmet ve imrenilecek bir durum içerisindedirler. Ölüm ve yokluk ile dünyayı tercih etmek arasında mu­hayyer bırakıldıkları zaman dünyayı tercih etmeleri bunu gösterir. Azap içinde olduğu için ölümü temenni eden nadirdir. Aynı şekilde necât bulan ve cehenneme gittikten sonra çıkanlara nispetle ebedî cehennemde kalanlar nadirdir. Rahmet sıfatı bizim halimizin değişmesi ile değiş­mez. Dünya ile âhiret bizim halimizin değişmesinden ibarettir. Durum böyle olmasaydı Hz. Peygamberin: Cenâb-ı Hakkin Kitabin başında en  önce yazdığı şey: ‘’Ben kendisinden başka Tanrı olmayan Allah’ım. Rahmetim gadabımı geçti. Lâ ilâhe illâllah Muhammedi’in  abdühü ve Resulühi diyen bir kimse Cennet’e girecektirf’’meâlinde olan hadisin manası olmamış olurdu.

Şüphesiz ki,basiret sahibi olanlar Allah-u Teala’nın rahmetinin çokluğunu ve şümulünün genişliğini haber ve eserlerden(ayet ve hadislerden) başka mükâşefe gibi diğer bilgi vasıtalarıyla da bilirler. Fakat bunu anlatmak uzun sürer. İmânla ameli birleştirirsen mutlak necât ve İlâhî rahmete mezhariyeti, bu iki vasfı haiz olmazsan mutlak helaki müjdelerim. Esas itibariyle tasdik bakımından yakîn sahibi olup te’vilde hata edenler veya bu iki hususta (tasdik ve te’vilde) şüpheli bir durum­da olanlar, eğer amelde kusurlu iseler mutlak necâtı ümit etmemelidir. Böyle kimseler ya bir müddet azap gördükten sonra kurtulurlar veya her hususta doğru söylediği yakînen bilinen birinin (Peygamber’in) veya başkasının şefaatiyle kurtulurlar. Çalış ki Allah Teala lütfü ile seni şefâatçilerin şefâatine muhtaç etmesin. Zira iş şefâate kaldı mı durum tehlikelidir demektir.

 

TEKFİRDE ASLOLAN BİLGİ Mİ, İMAN Mİ?

Bazı kimseler, tekfirde esas olarak bilgi (akıl, marifet, düşünce)nin alınması lâzım geldiğini zannederek, Allah’ı bilmeyen (cahil)in kâfir olduğunu, Allah hakkında bilgisi olan (arif)in ise mü’min sayıldığını ileri sürmüşler ve bu konuda şeriatı değil,aklı esas atmışlardır.

Bunlara verilebilecek cevap şudur: Kâfirin kanının dökülmesinin mubah sayılması ve bunun cehennem de ebedî olarak azap göreceğine bükmedilmesi aklî değil, şer î bir hükümdür. Şeriat gelmeden evvel bu hükmün bilinmesi imkânsızdır.

Bunlar “Allah Teâlâ’yı bilmeyen cahilin kâfir sayılması Hz. Peygamberin getirdiği şeriatın mantıkî bir neticesidir.” diyebilirler. O zaman bunlara: ‘”Kâfir olmak Allah Teâlâ’yı bilmeyen (cahil)lere mah­sus değildir. Peygamberdi ve âhiret gününü bilmeyenler de kâfirdirler.” şeklinde cevap verilir ve ayrıca şu hususlar da ilâve edilir: Allah Teâlâ’yı bilmemek; O’nun varlığını ve birliğini inkâr etmek şeklinde anlaşılır ve bu bilmeme keyfiyeti Allah’ın sıfatlarına teşmil edilmezse o zaman tenakuza düşülür. Şayet, “Allah Teâlâ’nın sıfatlan bahsinde hata edenler de cahil ve kâfirdir.” denilirse o zaman:

Allah Teâlâ’nın kıdem ve beka sıfatını inkâr edenleri,

Kelâm sıfatının, ilim sıfatından ayrı bir sıfat olduğunu reddedenleri,

Görme ve işitme (sem’i-basar) sıfatlarının ilim sıfatından başka bir  sıfat olduğunu kabûl etmeyenleri,

Rü’yetin (Allah’ın görülmesi) cevazını inkâr edenleri,

Allah Teâlâ’ya cihet isnad edenleri,

Ne Allah Teâlâ’nın zâtında, ne de başka bir mahalde olmaksızın, Allah’ın hâdis bir irâdesi bulunduğunu kabul edenleri,

İrâde bahsinde bu inançta olanların kâfir olduklarını söyleyenleri  de tekfir etmek lâzım gelir. Kısaca, bu kanaatte olanların İlâhî sıfatlarla -ilgili her hususta tekfir yapmaları icâbeder. Bunun ise hiçbir mesnedi yoktur. Eğer sıfatların bazılarında tekfir yapar, bazılarında yapmazlarsa; hangi sıfatlarda hata etmenin küfrü gerektirdiğini ve hangilerinde  gerektirmediğini tesbite yarayacak bir ölçü ve ayırıcı sınır bulamazlar.

Şu halde küfrü gerektirecek hususlarla gerektirmeyecek hususları tam olarak teshil için tek ölçü “tekzip’’ (red-inkar) olarak ortaya çıkmakta­dırlar. Bu ölçü; Allah Teâlâ’dan başka, Peygamber’i ve âhiret gününü tekzip edenleri de şümulüne alan ve tevîlcileri kapsamının dışında bı­rakan bir prensiptir.

Unutmamak lâzımdır ki, te’vil ve tekzip konusu olan meseleler zanni ve münakaşalı da olabilir, bu sebeple uzak ihtimallerle te’vil ya­pılırken zan ve içtihada dayanılarak hüküm verilmiş de olabilir. Bu tak­dirde, bu konuların üzerinde ictihad edilen zannî meseleler (ahkâm-ı zanniye) olacağı göz önünde bulundurulmalıdır.

 

XIV-TEKFİR EDENİ TEKFİR ETMEK CAİZ OLUR MU?

Birtakım kimseler

“Ben sadece beni tekfir eden mezhep mensûplarını tekfir ederim, bana kâfir demeyenlere ben de kâfir demem.” derler. Bunun da aslı yok­tur. Çiinku bir kimse evvelâ: “Hz. Peygamberden sonra hafife olmaya en çok lâyık olan (Hz. Ebû Bekir değil) Hz. Ali’dir.” şeklinde bir itikada sahip olmanın küfrii gerektirmediğine kâni olduktan sonra, Hz. Ali’nin halifeliğe en lâyık olan sahabe olduğuna inanan (Şiiler) bu konuda hata ederek muhaliflerini tekfir ediyorlar diye bunların küfrüne hükmedemez. Zira Hz. Ali’nin hilâfete evlâ olduğuna inanmak ve buna inan­mayanları tekfir etmek şer’î bir meselede düşülen bir hatadan ibarettir.

Aynı şekilde, Allah Teâİâ’ya cihet isnad etmelerinden dolayı tekfir edilmesi caiz olmayan Hanbeliler, Allah’a cihet isnad edilmesini red­dedenleri te’vijci değil, tekzipçi sayıyor şekilinde bir mülâhaza ile ete tekfir edilmezler. Çünkii Hanbelîlerin, ciheti nefyedenleri tekzipçi say­maları bir hata ve zandan ibarettir.

Hz. Peygamber (sa.v.)in:

‘’İki müslumandan biri; diğerini küfürle itham ederse, bu itham mutlaka ikisinden birine râci’olur.” buyurmuş olmasına gelince bunun mânâsı; “Onun durumunu, yâni müslüman olduğunu bile bile tekfir ederse…” demektir. Zira muhatabın, Hz. Peygamber’i tasdik ettiğini yakînen bildikten sonra onu tekfir eden kâfir olur. Fakat karşısındakinin Hz. Peygamber’i tekzip ettiğini zannettiği için tekfir ederse; bu onun tekzipçi sandığı, fakat aslında böyle olmayan muayyen bir şahıs hak­kında hüküm verirken yaptığı bir hata sayılır. Çünkü, bir şahıs tekzipçi ve kâfir sanıldığı halde böyle olmayabilir. Bu takdirde onu tekfir eden kâfir olmaz.

Tekrar tekrar yaptığımız izahlarla, bu kâidedeki anlaşılması en güç olan ciheti ve uyulması lüzumlu olan kanunu anlatmış bulunmaktayız. Artık bununla iktifa edilmelidir. Vesselam.

 

 

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir