İmam el-Gazzâlî- Ülfet Terazisi

 ilminfazileti_1385671167165 İmam el-Gazzâlî- Ülfet TerazisiHAK İLMİNİ YAYMANIN ADABI

1-Her iş Allah rızası için yapılır. İlimde O’nun rızası için yayılır. Bunun için karşılanacak zorluk ve sıkıntılara göğüs germek lâzım­dır.

2-Her yerde sâkin oturmalı, kaynaşma içinde olmamalıdır.

3-Ağır başlı olmalı, hafiflik yapmamalıdır.

4-Kibirden ve gururdan kaçmalıdır. Mümin ancak, Hakk’a karşı kibirli olana ‘kibirli ola­bilir.

5-İlim meclislerinde bilgili insanlara karşı tevâzu içinde olunmalıdır. Onlara büyüklük taslamamalıdır.

6-Sonunda pişmanlık doğuracak hareketler­den, dargınlıklardan bilhassa kalp kırıcı hal­lerden ve sözlerden uzaklaşmalıdır.

7-İlme hevesli kimselere, elden gelen yardım yapılmalıdır.

8-Kaba ve çirkin konuştu diye kimseye şid­det ve kötü sözle mukabelede bulunmama­lıdır.

9-Ahlâkı bozuk olanları ve çabuk darılanları tatlı sözlerle yola getirmeye gayret edil­melidir.

10-Bizi anlamayanlara ve zor kavrayanlara darılmamalıdır.

11-Bilinmeyenler için «Bilmiyorum» demekten kaçınmamalıdır.

12-Herhangi bir mesele için başvuracak kim­selerin şüpheleri gerektiği şekilde gideril­meli, o kimseler memnun edilmelidir.

13-Suallere verilecek cevaplar mukabilinde bir hak iddia edilmemelidir.

14-Düşülecek aklî ve naklî hatalarda ısrar edil­memelidir. Devamlı böyle bir hal olursa Allah’a sığınmalıdır.

15-İlmî öğrenmek isteyen kimselere, faydalı olanı bildirmeli, zararlı ilimlerden uzaklaş­tırmalı, bütün bunlar Allah rızası için ya­pılmalıdır.

16-İlim öğrenmek İsteyenlere önce farzı ayın, sonra farzı kifâye ilimler öğretilmelidir. İlim arayana farz-ı ayın olan ilim, içini ve dışını Allah korkusu ile doldurmaktır. İlim arayan nefsini İlâhî azaba sevkedecek işlerden ve sözlerden uzaklaştırmak, önce kendini Allah’ın emirleri ile İslah edip, on­dan sonra kendisinden istifade edecek kimselere bu vazifeleri öğretmeli, anlat­malıdır.

 

BÜTÜN İNSANLARLA SOHBETİN YOLLARI

İnsanlar, dostluk bakımından birbirleri ile olan münasebetlerinde üç kısımda mütalâa edilmektedir­ler :

1-Özlü ve esaslı dost olanlar.

2-Birbirlerinin yüzlerine dost görünüp, arka­larından düşmanlık güdenler.

3-Hiç dostları bulunmayan insanlar.

Bu üçüncü sıradaki insanlarla «dostluk kurabil­menin» yolları hakkında şunları söyliyebiliriz :

-Bunlarla münakaşaya girmemeli. Bunlara karşı tercihimiz daima sükût olmalı. Kurtu­luş bundadır.

-Sarf ettikleri kötü sözlere kulak aşılmama­lı onlarla aynı dereceye düşülmemeli.

-Söze kötü ifadelerle başladıklarında sözle­rini duymuyormuş tavrı takınılmalı.

-Mümkün mertebe bunlarla konuşmaktan kaçınılmalı, ihtiyacımız olsa dahi bu ihti­yaçlarımızı bunlara açmamalı.

-Yapacağımız nasihatları dinleyecek yapıda ve ders alabilecek kabiliyette iseler, bu yo­lu denemek, aksi halde bundanda vazgeç­mek lâzımdır.

-Dostlara ve dostluk kuracaklarımıza iki vazifeyi yapmak durumundayız:

Birincisi sohbet edilecek kişilerin önce, sohbe­tin şartlarına riayet edip etmiyeceklerini anlamak için onları konuşturmak, İkincisi aralarında dostluğa lâyık görülenlerle sıkı bir işbirliğine gitmek, bu ni­telikte olmayanlarla dostluk ve işbirliğinden kaçın­mak gerekecektir. Fahri Âlem Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurur:

«Kişi İçendi dostunun dinî üzerindedir. Siz­den biriniz baksın, kimlerle dostluk yapı­yor.»

Bu Hadis-i Şeriften de anlaşılıyor ki, insan dost­luk kuracağı şahsı çok iyi tetkik etmelidir, iyice araş­tırmalıdır. «Dost» diyebileceğimiz insanlarda mühim vasıflar aranmalıdır. Aksi halde ince elenip, sık dokunulmadan kurulacak dostluklar ,çok geçmeden düş­manlıklar doğurur.

 

Dostlukta Aranılacak Vasıflar Şunlardır :

1 –Akıllı dost aramak gerekir. Ahmakların dostluğundan hayır yoktur. Ahmaklarla sohbet piş­manlık getirir. Ahmak dostun en acınacak tarafı, bi­ze fayda sağlamak isterken zarar vermesidir. Zaten ahmağın en mühim özelliği budur. Fayda sağlıyayım niyetindeyken bir sürü zarar verir. Bunun içindir ki, «Akıllı düşman, cahil dosttan hayırlıdır» demiştir.

Hz. Ali Efendimiz de «Sakın cahillerle arkadaş olma. Çok cahiller vardır ki, arkadaşlarını hüsrana uğratmışlardır» buyurmuştur.

2-Arkadaş seçeceğimiz şahıs düzgün hal ve hareket içinde, doğru bir ahlâk çizgisinde bulunma­lıdır. Arkadaş seçiminde ahlâk gözetmeyen insanla­rın daha sonra uğrayacakları zararları hesap etmek zordur. Nice insanlar arkadaşlarını iyi seçemedikleri için başları belâdan kurtulmamıştır. Yanlış seçilmiş bir arkadaşın acısını senelerce çekmişlerdir.

Mütefekkir Al Kametul Attar’ın öleceği sıra oğ­luna verdiği öğüt:

«Oğlum ..Bir insanla dost olmak istersen şu hu­susları iyi gözet: Yaptığın iyilik karşısında seni tak­dir edebilsin. Onunla dost kaldığın müddetçe, ne za­man bir araya gelseniz, güzel ahlâkı ile seni sevindirsin. Başın dara girdiği zamanlarda da sana yardımcı olabilsin.

Oğlum..

Dostun, söylediğin sözlerin samimi ol­duğuna inanmalı. Çalıştığın İşte durumunu kolaylaş­tıracak bir meselede yanında olmalı. Bir fikir hak­kında başkaları ve O’nunla münakaşa edersen, o se­ni tercih etmeli.»

Hz Ali Efendimiz şöyle buyurmuştur: «Seçece­ğin arkadaş, her zaman sana sahip çıkmalı, senin menfaatin İçinde çalışabilmen, Allah’tan korkmalı. Senin vakarını sarsan, seninle alay eden ve seni her yerde küçük düşürüp, her zaman küçümseyen kimse ile dostluk etme.»

3-Arkadaş seçeceğimiz kimse asîl bir ruhun sahibi olmalıdır. O’nun arkadaşlığının teminatı, asîl bir ruh ve İlâhî kaynaklı bir terbiyedir.

O halde, Ey insan…

Günahlara bulanmış bir fâsıkla dostluk kurma. Yanına yaklaşma. Çünkü Allah’tan korkup, yasakla­rından kaçınanlar büyük günahlara koşmazlar.

Allah’dan korkmayan insanların hangi haline ne zaman güvenebilirsin?

Allah’la dost olmayanla, sen nasıl dost olabilir­sin?

Allah’dan korkmayanların dostluğundan aslandan kaçar gibi kaçmaksın. Bu esası açıklamak üzere Ce- nab-ı Hak, Peygamberimize şöyle buyurur:

«Gönlünü bizden ayıran, arzularına uyan, halı harap olmuş kimselere uyma. İtaat etme» (Kehf Sr A. 28).

 Şu halde bu gibilerin kalpleri hiç bir zaman Is­lah olmaz. Onlar görünüşte dost, hakikatte düşman olanlardır.

Peygamberimiz bir duasında Cenab-ı Allah’a şöyle yalvarır:

«Ey Allahım.. Gözü İle bana bakıp, kalbiyle beni horlayan dostumdan sana sığınırım. Benim bir İyili­ğimi görse üstünü örter, bir kötülüğümü duysa Ifşâ eder. Kötü hallerimi herkese duyurmak isteyen dos­tumdan sana sığınırım.»

Arkadaş da aranacak iyi vâsıflar çok önemlidir. Kötü arkadaş öyle zararlıdır ki, Yüce Peygamberimiz, kötü dosttan ancak Allah’a sığınmaktadır.

Nice insanlar dünyada İncelemeden seçtikleri arkadaşlarının günahlarını, hem bu dünyada hemde ahirette omuzlarında taşımışlar, ahlarla vahlarla dol­muşlar, pişman olmuşlar ama neticede fayda bula­mamışlardır. Pişmanlığın faydası olur mu?

Dünyada her cins arkadaşlar nasıl beraber gezi­yorsa, ahirette de beraber gezecekler. Cezâya ve mükâfata beraber kavuşacaklardır.

4-Arkadaşda arayacağımız dördüncü vasıf O’nun kanaatkâr olmasıdır. Hâris adamın sohbeti ze­hir gibidir. Zehirli bir sohbetten fayda ummak da ah­maklığın ta kendisidir.

5-Arkadaş sadık olmalıdır. Yalancılarla dostluk akılsızlıktır. Yalancı İnsanı daima yoldan çıkarır. Yalancının her hali insana serâp gibi, yakını uzak, uzağı yakın gösterir.

Bu yapılan izahatlardan İnsanın şu iki halden bi­rini seçmek durumunda olduğunu anlıyoruz :

1-Mümkün olduğu kadar, kötü kimselerden uzaklaşmak, yalnız yaşamak. Selâmet bun­dadır.

2-İyi hallerde olanlarla arkadaşlık yapıp, on­ların iyi hallerini alabilmek.

Bu Çeşit Arkadaşlık Üç Kısma Ayrılır:

1-Arkadaşlığın güzeli ahiret yolunda arkadaş­lıktır. Bu çeşit arkadaşlıkta, dini faydalar­dan başka bir şey aranmamalı, dini sahada arkadaştan mümkün merbete faydalanma­lıdır.

2-Dünya için lâzım olan arkadaşlık münase­betinde def güzel ahlâkdan başka bir hu­sus aranmamalıdır.

3-Hiç tanımadık, bilinmeyen kimselerle arka­daşlık yapılmamalıdır. Yabancıdan ne gele­ceği belli olmaz.

Bunlardan uzak kalınırsa selâmete erilebilir.

Bu üç arkadaşlık, üç şeye benzer :

1-Gıda gibidir. Yenen ve içilen maddelerden İnsan vücudu vitamin temin eder. İnsan on­suz yaşayamaz, bunsuz yapamaz.

2-İlâç gibidir. İnsan sağlıklı iken aramadığı ilâca, hastalandığında muhtaç olur.

3-Diken gibidir. Dikene benzeyen dostluklar,insanın beynine, ruhuna, vicdanına diken gibi batar. Diken bulaşınca insanın elbise­sini yırtar. Param parça eder. Elini ayağını kanatır.

Diken misâli kimselerle arkadaşlık yapıldığında, hemen onlardan ayrılmanın yolunu aramak ve bu «dostluğu» bozmanın çaresini bulmak yapılacak tek ve en iyi harekettir.

Ey İnsan…

Eğer şu hakikatları anlamış, ilim, irfan sahibi olabilmişsen, seçkin kimseleri dost edinir, onlarla hem hal olursun.

Kötülerden kurtulmanın çaresi iyi kimselerle dostluk kurmaktır. Kötülerden uzaklaşmanın yolu, iyi­lere yakınlaşmaktır. Böylece senin için «ibret ve nu­mune» iyiler olmuş olur. Peygamberimiz «mü’min mü­minin aynasıdır» buyurur. İşte bu hadis-i şerif bizim için hakikat tablosudur. Mü’mine yakışan bu tablo­dan ibret almak, gereğine uyabilmektir.

Hz. İsa (A.S.)’ya «Terbiyeyi kimlerden aldın?» di­ye sorulduğunda, «Terbiyesizlerden ve cahillerden aldım» demiştir.

İnsan, birinde kötü bir hal görüpde O’ndan uzak­laşırsa, o kötüden «iyilik» dersi almış olur. Terbiye­siz sayesinde terbiyelenmiş olur. İnsan, ders alacak bir yapıda ve düşüncede olursa, bazen terbiyesizlik­lerde O’na eğiticilik yapmış olur.

 

DOSTLUĞA DAİR İKİNCİ SÖZ

İki insan, dostluk bağları ile birbirlerine kenetlendiklerinde, haklarına sonuna kadar hürmet gös­termelidir. Birbirlerine zarar vermekten, haksızlık yapmaktan kaçmalı, gönüllerini kırmamalıdırlar. Pey­gamberimiz karşılıklı dostluğu bir insanın iki eline benzetmiştir. Nasıl ki bir el öbürüne yardım ediyor; onu temizliyor yıkıyorsa, bir dostta arkadaşının zor anlarında yanına koşmalı, derdine derman olmalı, üzüntüsü ile üzülüp, sevinciyle sevinmelidir.

İki el birbirine nasıl bağlıysa, iki mü’min dost da o denli bağlıdır. Hakiki dostlar birbirlerini iki el gibi yakın hissederler.

Peygamberimiz bir gün ormana girmiş; biri eğri biri doğru iki misvak kesmiş. Doğru misvağı yanında­ki sahabeye uzatırken, kendisine eğri misvağı alıko­yunca sahabe sormuş: Bunu siz alın ya Resulullah. Doğru misvağa benden çok lâyık değil misiniz? Ce­vap olarak Hz. Peygamberimiz şunları buyurmuş: «Bir insan, birisiyle bir saat bile sohbet etse, o es­nada Cenab-ı Hakk’ın nimetini şükrünü ödeyip öde­mediğini düşünmelidir. Şükrü edâ etme, mes’uliyetini yerine getirdim mi diye sormalıdır. İki dosttan biri eğri misvak diğeri doğru misvak gibi olursa, Allah ka­tında doğru olan tabii daha makbul olacaktır. Allah o’nu daha çok beğenecektir.

Resulullah bu ifadesi ile doğruluğun hakikatini ve ahpaplığın nasıl olacağını anlatmış oldu.

Sohbetin bir çok önemli şartları vardır. En lü­zumlularına maddeler halinde değinirsek şunları söyliyebiliriz:

1-İnsan servetinin bir kısmını hakikî dostları için ayırabilmelidir, Çoluk çocuğunun yiyeceğinden fazla olan kısmını dostları İle yi­yip içmeli bu şekilde de onlara yardımcı olmalıdır. Fakat bu yardım, dost,bize İhti­yacını açmadan yardım talep etmeden yerine getirilmelidir. İnsan dostunun halinden anlamalıdır.

2-Dost, dostunun sırrını korur, onu ifşa et­mez.

3-İnsan dostu hakkında söylenen kötü sözle­ri hemen o’na haber vermez. Söyleyenleri İkaz eder. Dostu hakkında duyduğu kötü sözler) kendisine aktaran kimsenin dostlu­ğunun kıymeti yoktur. Çünkü, kötü sözü aktaran, söyleyenden fazla vebâl altında­dır. Dostlar bu hallerden sakınmalıdır.

4-Dost hakkında yapılan övücü konuşmalar hemen ulaştırılır.

5-Dostun söylediği sözler can kulağı ile din­lenilir. Söylenen sözlerden ötürü kavga ve karşılık çıkarılmaz; araya dargınlık kırgın­lık sokulmaz.

6-Dost, lâkapla değil, en sevdiği bir İsimle çağrılır.

7-Dostumuzu, tanınmış sanatı üzerinde övmeli, methetmeliyiz.

8-Dosttan görülen, öğrenilen sanata karşı dalma teşekkür eder bir halde olunmalıdır. Nimete küfürle karşılık verilmez.

9-Dostun başka yerlerde olduğu anlarda o’nun aile efradını kendi aile efradı bilmek, ona söylenmiş kötü sözleri kendisine sar- fedilmiş saymak insanın görevidir.

10-Dostumuzda gördüğümüz noksanlıkları hid­detle değil, tatlılıkla anlatmalıyız. O’nu gü­cendirmemek için elden gelen gayreti gös­termeliyiz.

11-Dostun bir kabahatini görürsek azarlamadan evvel kendisini affetmeyi düşünmeli­yiz. O’nu bağışlamalıyız. Allah, affedeni ve suç bağışlıyanı methetmiştir.

12-Hayatta da ölümünden sonra da dostun üzerinden hayır dualarımızı eksik tutmama­lıyız. Öldükten sonra, yakınlarına da dostça muamele etmeliyiz.

13-Dostumuz için katlandığımız zahmetlerin Allah rızası için olduğu inancında ve niye­tinde bulunmalıyız. O zahmetlerden dostu­muza bahis bile açmamalıyız.

14-Dostluk uğruna çekilen zahmetlerden, kar­şılık ummamalıdır. Bir mükâfat beklenme­melidir.

15-Dost kederli olduğunda ona sevinç verecek kederini dağıtacak telkinlerde bulunmalıyız. Sevinçli olduğu anlarda da sevincine işti­rak etmeliyiz.

16-Dostun sevdiğini sevmeliyiz, sevmediğini sevmemeliyiz. Bütün dertli anlarında yanı- başında olmalıyız.

17-Dosta açıklıkla muamele edilmeli. Dostu­muza karşı ya olduğumuz gibi görünelim, yada göründüğümüz gibi olalım. İçimiz baş­ka, dışımız başka renk olmasın.

18-Dost misafirimiz olduğunda, o’na her tür­lü ihtimam, hürmet gösterilmeli, büyük bir misafirperverlik içinde olunmalıdır.

19-Dost konuşmaya başladığında asla sözü kesilmeme ildir.Fikirlerine de müdahale edil­memeli konuşması serbest bırakılarak so­nuna kadar dinlenilmeli, yanlışları en so­nunda gösterilmelidir.

Kısaca insan nefsi için hayırlı ve helâl olarak ne istiyorsa, dostu ve başkaları için de isteyecektir.

Başkasından beklediğini kendisi göstermeyen adamın dostluğu münâfıklığa dayanmaktadır. Dostluğu tehlikelidir.

Yukarda işaret ettiğimiz hususlar normal bir dost­luğun oluşması ve sürmesi için şart olan hususlar­dır. Bunlara riayet edilirse o dostluk lezzet verir. Aksi halde zararlı çıkarız.

 

DOSTLUĞA AİT ÜÇÜNCÜ SÖZ

Dostluk yapacakları kimseleri önceden inceleyip, ancak arkadaşlık vasfı gördüklerini seçenleri ayrıca zikretmek lâzım. Bunlar, dostluk bağlarını kurmadan önce ince eleyip sık dokurlar. Doğru olan da tabii ki budur.

Şahsiyetleri meçhul kimselerle dostluk kurma­nın sakıncalarını yukarda anlatmıştık.

Tanımadığımız ahlâki durumu hakkında yeterli bil­giye sahip olmadığımız, hiç kimseyle dost olmama­lıyız. Bunlardan daima uzak kalmalıyız. Şayet bu tip insanları, camilerde ve diğer toplantılarda görürsek bakmamalıyız. Alaycı bir tavır takınmamalıyız.

Çünkü onların hakiki cepheleri bizce meçhuldür. Üs­telik, bazı halleri bizimkinden üstün de olabilir.

Kişileri, kıyafetlerine göre değerlendirmekten dikkatle kaçınmalıyız. Hele hele kıyafeti bozuk diye asla horlamamalıyız.

İş kıyafetde değil, hakikatdadır. Kıyafete aldananlar helâk olmuşlardır. Zenginliğe de aldanmamak lâzımdır. Zenginliği ölçü alıp dostluk kuran nice in­sanlar büyük pişmanlıklar duymuşlardır. Dostu zen­gin olup, o’nun yediğini yiyemeyen, gördüğünü gö­remeyen nice insan isyan etmiştir. Şayet bu çeşit insanlar kendi arzuları ile seninle dostluk kurarlar­sa, onlara düşmanlık etmiyesin. Düşmanlığın neticesi takatin yetmiyeceği belâlardır. Bu düşmanlıkla ken­dini bir sürü maddî ve manevî cezalara çarptırmış olursun.

Şayet insaflı düşünüp de nefsini ağır bir sorguya çekersen iyi ile kötüyü ayırt edebilirsin. Kendi nef­sini böylesine ağır bir sorgulamadan geçiremeyen­ler başkalarında görmeye alıştıkları kusur ve hata­ları kendilerinde asla görmezler. O bahtiyar insan ki başkasından evvel kendindeki hataları görüp düzel­tir. Bu anlayışa yükselmemiş insanlardan ana baba ve sevdiklerine hürmet etmeleri nasıl beklenir? Hakikat böyleyken artık kim yalancı ve dolandırıcı­lardan vefâ bekleyebilir?

Bütün bu anlattıklarımız, dostların, ancak İnce bir elemeden sonra seçilmesi gerektiğini tekrar tek­rar ortaya koymuştur.

Fakat, asla, en esaslı dostun -Allah- olduğu unutulmamalıdır. Bizler en küçük bir iyiliği için dost­larımıza teşekkürü unutmayacağız. Ama bütün nimet ve iyilikleri karşılıksız emrimize vermiş Allaha da daima şükredici olacağız. Onun dostluğunu nerde, kimde, nasıl bulabiliriz?

Arzunu yerine getirmeyen yada buna gücü yet­meyen dostuna kızmamalısın. Çünkü, o’nun bu halini kötülemen sana karşı bir kırgınlığı varsa düşmanlığa çevirmesine sebep olur

Ey İnsan…

Dostluğun aksayan tarafları için öne sürülen ge­çerli mazeretleri olgunca kabul etmelisin. Münafık­lar gibi, insanların ayıplarını ortaya atmamalısın. Başkalarım suçlamadan önce, kabahati nefsinde ara­malısın. «Suç belkide benim nefsimde. Acaba ben mi göremiyorum?» sorusunu kendine defalarca sor­malısın. Seni anlayamıyacak insanlara sırrını açma­malısın. Böyle bir hataya düştüğünde de «Bunlardan fayda görmedim» diye sızlanma. Ne seni, nede kendi kabahatlerini anlayamayan insanlar sırrına vakıf ol­duklarında, senin aleyhinde konuşmaktan ve sana düşmanlık yapmaktan geri durmazlar.

İnceleyin:  Hüsün-Kubuha Dair Terimlerin Analizi

Bu gibiler noksanlarını tamamlama yoluna git­mezler ve hataları İçin özür dilemezler. Onlara doğ­ruyu öğreteceğim diye çırpınma, onların gururu ve kibiri gözlerine mil çekmiştir. Onlar senin ilminden faydalandıktan sonra kendilerini âlim, seni câhil ta­nıtırlar. Cehâletleri yüzünden sana düşmanlık bes­lerler. Hasetle bakarlar.

Bunların hataları,dine zarar verecekse onlar,ikaz et. Zararları sadece kendilerine ise sesini çı­karma. Bunu yaparken onlardan teşekkür bekleme. Onlar bunu anlayabilir mi? İyiliğin mükâfatını yalnız Cenab-ı Allah’dan beklemelisin. Şayet bunların kö­tülüklerine maruz kalırsan Allah’a havale et. Kimse­ye şikâyette bulunma. Onlara lânet de etme.

İlminle ve soyunla ne onlara nede başkalarına üstünlük taşlama. «Benim İlmim yüksek, niye bana inanmıyorsun?» gibi sözler ahmaklara yakışır. Bu söz­ler, nefsini hatasız sanan cahillere ait olmalıdır.

Ey insan…

Cenab-ı Hakk böyle insanları sana musallat eder­se, bilki günahlarının manevî bir tesiridir. Hemen gü­nahlarına tövbe edip, af dilemelisin. Bütün musibet­ler gibi, buda af dilemen ve tövbe etmen için bir ve­siledir.

Böyle hayırsız insanlar içinde yaşaman kaçınıl­maz olabilir. O zaman hak olarak söyleyebilecekleri sözleri kabul etmekle beraber sana özellikle işittire­cekleri hak dışı sözlere sağır görün. Sabırlı ve taham­müllü ol…

Ne iyiliklerinde ne kötülüklerinde onlara hiç bir şey söylememelisin. Ne iyiliklerine teşekkür etme­lisin, ne de kötülüklerini yüzlerine vurmalısın.

İnsanı zillete ve meskenete düşürmeyecek, ken­dilerinden korkulmayacak kadar dostluk gösterenlere hırsla mukabele etme. Tevâzu içinde bulun. Her işin­de mutlaka orta yolu seç ifrat ve tefritten kaçın.

Peygamberimiz «İşlerin hayırlısı ortasıdır. Sende ortayı seç» buyurmamış mı? Yürürken yada bir toplulukta otururken sık sık sağına soluna bakma. Kimseye lüzumundan fazla iltifat etme, tanımadığın bir topluluğa sokulma. Oturduğun mecliste âdâba ay­kırı hareket etme. Hiç bir yerde kendinden bıktıra­cak kadar çok kalma.

İki elinin parmaklarını birbirine geçirip kalma.

Bazı riyâkârların teşbihleri ile oynadıkları gibi saka­lınla oynayıp durma. Ziynet eşyalarını ona buna gös­terme küçüklüğüne düşme. Daima tevâzu içinde ol. Başkalarının yanında burnunu, kulağını karıştırıp, ye­re tükürüp, balgam atıp kimsenin midesini bulandır­ma.

Konuşurken devamlı öksürüp dinleyenlerini sık­ma. Yüzüme sinek kondurmam deyip ellerini oraya buraya sallama. Meclisin huzurunu bozacak şekilde gerinme. Sarımsak yiyip yanındakileri rahatsız etme. Birisinden bir şey isteyeceğin zaman kalabalıkta ve namaz vaktinde isteme.

Ey İnsan…

Toplu halde yaşanılan her yerde bütün hareket­lerin nazik olmalıdır. Konuştuğun insanları dikkatle dinlemen gerekir. Fakat işi riyaya götürmemelisin. Ama senin dikkatsizliğinden, ama konuşan adamın kapalı sözlerinden söylenilenleri anlamamış olabilir­sin. O zaman muhatabına sözlerini tekrar ettirme.

Gülünecek hikâyelere girişmemelisin. Devamlı olarak da oğlunun üstün zekâsından ve anlayışlılı­ğından bahsetme. Sevinç ve neşe içinde bulunursan durumunu başkalarına da fark ettirmek için kadınlar gibi ve yapmacık davranma. Ne gösterişli ol nede başkalarına alay konusu yada üzüntü kaynağı olacak kirli paslı elbise giy. Kimseye maskara olma, lüzu­mundan fazla sürme çekme, gereksiz yere koku sür­me, arzu ve isteklerinin yerine gelmesi için ısrarlı olma. Kazancını ve servetini bırak dostlarını, ailene bile söyleme. Çünkü bunlar malını az bulurlarsa göz­lerinde küçük görünürsün. Çok görürlerse bu defa düşmanlık hissi beslerler.

Çoluk çocuğun noksanlarını daima tamamlamaya çalış, onlara şiddet ve baskı He değil hoşgörü İle davran. Adilâne bir tavırla onların eğitimi İle meşgul ol. Aşırı derecede lâtife yapmaktan ve mizahçılıktan kaçın. Herhangi bir hususta münazaraya giriştiğinde vakarını düşünmekten gafil olma. Bulunduğun meclis­te cahil gibi durma. Gaflete düşme.

Her tartışmada ortaya atacağın deliller sağlam ve münakaşa kaldırmaz cinsinden olmalıdır. Münaza­ra esnasında çok fazla el hareketleri yapma. Daha önceden bir olaya veya birisine sinirlenmişsen, kız­gınlığın geçmedikçe münazaraya girişme.

Sadece bolluk ve sağlık zamanlarında sana dost görünenlere yüz verme. Bu tip dostların en büyük düşman olduğunu unutma. Malını ırz ve namusundan üstün tutma. Namus ve ırz her şeyden üstün bir mef­humdur.

Mecliste konuşulacak sözler ve takınılacak tavır, hakkında yukarda vermeye çalıştığımız bilgileri uygu­layanlar mesut bir hayat sürerler.

—————————————-

 

‘KİŞİNİN KENDİNİ BİLMESİ

Kendini bilme, Allah’ı bilmenin yoludur. Kişi, ken­di nefsinin ve ruhunun ne demek olduğunu bilme­dikçe rab’bini bilemez. Bunun içindir ki, «Kendini bi­len, mevlâsını bilir,» denilmiştir.

Cenab-ı Hak Secde Sûresinin 53. âyetinde şöyle buyuruyor:

«Biz Kur’an-ın doğru olduğunu belli etmek için kendilerine hem herbir tarafta, hem öz nefislerinde kudretimize ait olan nişanları göstereceğiz. Rab’binin herşeye hakkıyla şahid olması kâfi gelmiyor mu?»

Oysa biz, kendimize çok yakın olduğumuzu san­dığımız anda bile nefsimizi bilmiyoruz. Kendi nefsi­mizi anlıyamıyorsak. Haliki Zülcelâl’i nasıl anlıyacağız.

 Bu durumda o’nu hakkıyla anlamak ve kavramak bi­zim için mümkün değildir.

İnsanın bildiği göz, el, ayakdır. Karnı açsa ye­mek ister, üşümüşse elbise ister. Bu ihtiyaçları hay­vanlarda hisseder. İnsanı Allah’a bu bilgiler götür­mez.

Kişi Hakka ulaşabilmek için şu sorulara cevap aramalıdır:

Aslım nedir? Nasıl yaratıldım? Nereye ve ne yap­maya geldim? Nereye gideceğim? İyiliğime neler, kimler nasıl yardım eder? Kötülüğüm nedendir? Ne­ye sebep olur? İçimde şeytanlık, hayvanlık, yırtıcılık mı var, yoksa melek hasletleri mi? Bunlardan hangi­sine hizmet ediyorum?

Hayvani arzulara mağlup olanlar, yemek, içmek, çiftleşmekten başka bir şey düşünmezler. Bundan başka gayeleri yoktur. Eğer sende bu hayvanların halleriyle hallenirsen senin gayende bu üç şey olur.

Yırtıcılık vasfına mağlup olmuşsan, yakıp, yık­maktan paralamak ve yok etmekten başka bir şey dü­şünmezsin.

Şayet şeytan sıfatlı isen, işin ve gidişin hileli olur. Ve eğer melek tabiatlı isen Allah’ı ararsın. Ga­yen ona kavuşmaktır. O’na itaat edersin.

İnsan Allah’a kulluk için yaratılmıştır. Nitekim Cenab-ı Hak Zâriyet Sûresi’nin 57. âyetinde «Ben pe­riyi ve insanı, yalnız bana ibâdet etsin diye yarat­tım» buyurur.

İnsan, iradesini binek yaparak bütün gücü ve ru­hu ile mevlâsını arıyabilir. Bu irade o’na verilmiştir. İnsanın sıfatları Allah’ı bulabilmesi içindir. Bunu ya­pabilirse «selâmetle cennete girin» sırrına erebilir. Bu buyruğa ulaşamayan insan hak yolunda pişmemiş ve çiğ kalmış demektir. O’nun hali tehlikedir.

İnsanın nefsini- bilmesi: İnsan beden ve ruhdan oluşmuştur. Ruh, fâni âleme garip gelmiştir, garip gidecektir. Vücut ise, ruhun bineğidir. Mevlâyı bilmek ruhun sıfatıdır. Her teklif ve emir ruhadır. Nefsi bil­mek, Allah’ı bilmenin anahtarıdır.

Ey insan,bunu anlamaya çalış. Çünkü bunu bile­bilmek mühim, bu bilgide çok kutsaldır.

Ruh, Hakkın kudret sembolüdür. Ondandır.. Ona dönecektir. Ruh, bu dünyaya ticaret yapmak için gelmiştir.

Ruh da var,beden de. Beden hem insanda, hem de hayvanda var. Gözümüzü etrafa bakıp kapattığı­mızda kendimiz dahil, herşey görünmez olur. Fakat ruhun varlığı ve duygusu yok olmaz. Beden toprak olacak ama, ruh fâni değildir. Bununla beraber ruhu tam mânâsıyla bilmemize de imkân yoktur.

Cenab-ı Hak Isrâ Sûresi 5. âyette şöyle buyu­ruyor.

«Sana ruhu soruyorlar. Onlara deki ruh rabbının fermanındadır. Size az bir ilim verilmiştir.»

 

VARLIK İKİ KISIMDIR

1 Alem-i Emir:Bunda mesafe ve kemiyet yoktur.

2-Âlem-i halk: Bunda kemiyet ve ölçü vardır.

«Haberiniz olsun ki,O’nun yaratması da vardır buyurması da vardır. Âlemin rabbı olan Allah pek şanlıdır.» Araf sûresi 56. âyetindeki halk kelimesi ya­ratık mânâsında değil, takdir mânâsındadır. Bu ifade­ye göre «ruh mahlûk ve kadimdir» diyenler hataya düşmüşlerdir. Çünkü kadim ancak Allah’ın kendisi ve sıfatlarıdır.

Ruh «arazî»dir diyenler de yanılır. Çünkü ruh, bedende kaimdir. Arazî başkası ile kaim olana denir. Ruha «cisim» diyenlerde aldanmışlardır. Zira cisim taksim edilebilir. Ruhu taksim edebilir misiniz? An­cak hayvanlardaki ruh taksim edilebilir. Allah bilgi­sini kavrayan ruh, hayvanlarda bulunmaz. O ruh ne cisimdir, ne arazî’dir. Melek sıfatı üzerine yaratılmış bir cevherdir.

İnsana düşen görev önce mücadeledir. Nefisle yapılacak büyük mücadelede başarı sağladığı an, mev- lâ ona ruhun künhünü kavratır. Mücadelesi tamamlan­mayan ruhun künhünü açıklamak gerekmez. Ancak ruhun yardımlarını bildirmek kâfidir.

Ey insan !

İyi düşün ki vücut, ruhun bir amacı ve memleketidir. Ruhun, ten içinde çeşitli askerleri var­dır. Ruh, yaratanı bilmek için yaratıldı. Hâlik’i zâtın­dan değil, eserlerinden tanıyabiliriz. Beş duyu eser­lerini görmemize kâfidir.

Beden su, toprak, hava ve ateşten yapılmıştır. Vücut içten ve dıştan çeşitli tehlikelere maruzdur. Kendisini’ korumak İçin bir takım askerlere muhtaçtır, Bu askerler el, aylak, kulak gibi askerlerdir.Bunları yerinde kullanmak için iç duyumlar lazımdır.Hayal, tefekkür, hıfz, tefekkür,vehim gibi iç duyumların merkezi dimâğdır Bunlarında ayrı ayri Vazifeleri vardır.

Bunların hangisinde bir aksaklık olursa olsun insan makinası arızalanır Hayat felce uğrar.

«Askerler« ruhun etkisi  altındadır, Kulak ruh İzin verirse duyar, Ayak ruh İzin verirse yürür.Ruh, vücudu işte böyle binek gibi kullanıp ahret kazan­cını sağlamaya çalışır, Melekler nasıl Allah’a karşı âsi olmazlarsa bu âzalarda ruha karşı asi olmayacaklar, olamıyacaklardır.

Azizim,

bilmiş ol ki, vücut ruhun tarlasıdır. Aynı zamanda onun büyük şehridir, Elin, ayağın, gözün, kulağın hepsinin bu şehirde ayrı ayrı vazifeleri vardır. Şehvet bayrak tutandır, Gazap kışkırtıcıdır. Akıl ve­zir, ruh hükümdardır, Hükümdarın bunların hepsine İhtiyacı vardır. Şer yolunda bayrak açmış şehvet ki­birli, gururlu ve haristir, Dalma vezirin aksine hareket etmek İster. Arzusu beden şehrindeki bütün askerle­ri kendisine çekmektir.

Gazap kötü, bozguncu, gönül kırıcıdır. Dalma kan dökmek ve kötülük yapmak İster. Eğer hükümdar makamında olan ruh, aklı vezir kabul edip onunla dalma işbirliği içinde olursa, şehveti aklın emri al­tına almayı başarırsa o zaman vücut memleketi dü­zen İçinde yaşar. Azâlar ne maksatla yaratılmışlarsa, o maksada hizmet etmiş olur. Bu vesile İle de ebedi saadete kavuşurlar.

Şayet hükümdar, veziri, yani aklı şehvet ve ga­zabın emri altına verirse vücut memleketi harap olur Hükümdar da memleketinde asayişi koruyup, adaleti gözetemediği için büyük mes’uliyet altına girer.

Sevgili dost, şunu bil ki şehvet ve gazap sıfat­ları bize yemek, İçmek gibi işler için verilmişlerdir. «Yeme içme» vücudun gıdası başka bir söyleyişle hizmetçisidir. Akıl, ruhun ziyasıdır. Akıllı kişi odur ki akıl ziyası ile vücut karanlıklarından sıyrılıp yüce mevlânın cemâline ulaşır.

Demek ki halik, ruhu; kendini bildirmek ve sev­gisini tattırmak için yaratmıştır. Vücut memleket­lerini de bu sebeple ruha teslim etmiştir. Ancak bu sayede ruh bedeni binek yapıp aslına yükselebi­lecektir.

Ruhun aslına yükselebilmesi, askerlerin ona itaatine bağlıdır. Hangi âza kendi arzusuna düşerse derhal ona savaş açılmalı mağlup edilmelidir. Fakat bu âzaların herbirinin bir vazifesi olduğu düşünüle­rek, hepten helâk edilmemelidir. Aksi halde mem­leket yine zayıf düşmüş olur.

Şahsın vücudundaki bu askerlerle İlgisi son de­rece dikkatli olmalıdır. Vücut sahibi-asker münasebetlerini dört noktada toplayabiliriz.

1-Hayvan ahlâkı: Yeme-içme, çiftleşme ve hırs.

2-Yırtıcı hayvanlar ahlâkı: İnsanda dövme,sövme fiillerinin galip olması.

3-Şeytan huylu: Hileci, aldatıcı bir huy

4-Melek ahlâklı: Halim selim bir halde,insanların arasını bulmaya çalışmak, kötülerden kaçma, kalbindeki kirleri tasviye etme hali.

Peygamberimiz şöyle buyurdu :

«Herkesin elbette bir şeytanı vardır. Benimde vardır. Fakat Rabbimin yardımıyla ben şeytanımı yen­dim. Şu anda beni zerrece bozmaya kaadir değildir.»

Mükellef olan insana «hırs ve şehvet hınzırını gazap köpeğini aklının emrine ver. Kendi hallerine bı­rakma» diye bildirilmiştir.

Eğer insanın iç gözü açık olsaydı, hangi kötülük­lere hizmet ettiğini, şeytanî arzuları nasıl melekî his­lere bağladığını görürdü. Bu yüzden insan çok defa rüyalarında vahşî hayvanlarla uğraşır. Rüya ise, bu fâni âlemin aynasıdır.

İnsan kıyâmette, dünyada kazanmış olduğu âmel­le haşrolunacaktır. Zalimler canavar şeklinde görüne­cektir.

Sevgili dostum;

Hal ve hareketinin, konuşmanın âmelinin hangi tesir altında olduğunu ince ince düşün.

Şayet şehvete bağlı isen, hareketlerin ırza sal­dırma, ırz noksanlığı ve hırs şeklinde olacaktır. Ken­dini islâh edersen iffet ve kanaat meydana gelir.

Gazaba tâbi isen, şehvetin ve gazabın artmış ola­rak türlü kötülük ve desiselerin içine yuvarlanırsın. Şayet kendini düzeltirsen, gönül alıcılık sabır, tevâzu ve sükûnet başlar.

Fena huylara bulanmışsan, içinde akan şehvet ve gazap coşarak seni hilelere sürükler. Kendini düzeltirsen, ilim,hikmet ve iyi huyların ortaya çıkar.

Bütün bu kötü huylara –günah- iyi huylara «İtaat» derler. İnsanın hal ve harekatları bu İki şeyden başka bir şey değildir,

Fena Huylar ruhu ne hale götürür? Ruh, berrak bir ayna gibidir. Fena huylar İse dumanın karanlığına benzer. İnsandan fenalık zuhur edince, ruh aynası bu­lanır, paslanır. Hakkin nûrunu aksettiremez. Bu se­beple de insan mânevî yükselişten mahrum olur.

Güzel hareketler nûr gibidir. Bu pası siler. Ve ayna, mevlânın nurunu almaya başlar.

 

BEŞERİN MAHİYETİ

İnsan, «İyi» olarak halkedilmiştir. O’nun fena huy­ları gelip geçicidir.

Çünkü dünyada, insandan üstün mahlûk yoktur. Her mahlûkun şeref ve hakiki varlığı da, yaratılış ga­yesine uygun olarak ver olmaktır. Eşek yükünü taşı­yor öküz tarlayı sürüyorsa görevini yapmış demek­tir.

O halde İnsan ne İçin yaratılmıştır? Yiyip içmek İçin olsaydı, hayvanları geçebilir miydi? Vurmak, kır­mak için yaratılmış desek, hangi yırtıcı hayvan on­dan aşağı kalır?

Sahip olduğu akıl ve anlayış şunu gösteriyor ki, insan; aklını olgunlaştırarak bu âleme ibret gözüyle

bakması ve hakka ulaşması İçin yaratılmıştır. İnsa­nın, bu âlemde, çok dikkat etmesi gereken vazifele­ri vardır.

 

RUHUN DEĞERİ

Ruhun değeri hem ilimle hem kudretle ortaya çıkar. ilimdef gizli ve açık olmak üzere İkiye ayrılır:

Açık (aşikâre) ilimler:Matematik,  tıp, kozmoğrafya, astronomi ve din ilimleri gibi … Bununla be­raber, ruh parçalanamayacağından bütün kâinatın il­mi onda toplanmıştır. Dünya, ruhun yanında zerre gibidir. Ruh, bir düşünce ile bir anda doğudan batıya, batıdan doğuya ulaşır. Yıldırımı, yağmuru bilir; tabi­atı kendine hizmetçi eder. Şurası, dikkate değerdir ki, kâinatın içinden açılan bir pencereden gayb ve ruhanî âlemleri seyreder. Buna rağmen insanların ço­ğu cismânî mahsusat âlemini görebilir.

Ruhtaki bu iki pencereye delil, rüyalardır. Rüya­da açılan pencerelerden bu âlemler ya asılları ile ya benzer olarak görünürler. «Benzeri olanlar» göründü­ğünde rüyayı, ehlinin yorumlaması gerekir.

Ruh temiz bir aynadır. İnsan uykuda iken duyum yolları kapalıdır. Ruhu temiz olursa, levhî mahfuza mukabil bulunur ve oradan ruha mânevî suretler, işa­retler düşer.

İnceleyin:  Dereceli Anlamdaş İsimler

Temiz olmayan ruh, levhî mahfuzu seyredemez. Uykuda duyum organları çalışmassa da hayal kuvveti faaliyettedir. Ruh, cevherine temas eden suretleri muhafaza eder. Duyumlar olmana da bunları hayal meyal farkeder.

Ancak; ölüm sonrasında duyumlar ortadan kalk­tığı için vücut perdesi aradan çekilir ve ruh, melekût âlemini seyredip, gayb âlemine şahit olabilir.

Bu pencere, yalnız ölüm halinde veya uykuda olan kişiye açılmaz. Kötülüklerle yaptığı savaşı kaza­nıp kalbini temizleyen bir İnsan da derin bir murakebe ile duyum organları dışında melekût âlemi ile temasa geçebilir. Başkalarının rüyada gördüğünü o, uyanık halde görür. Kâinatın sırrı ona açılır. Melek ve peygamberlerin ruhlarını görür onlardan faydalar sağlar. Bütün peygamberlerin bilgileri bu çeşittir.

Ey İnsan…

Bu durum sanmak! yalnızca peygamberlere mah­sustur. İnsan’da bu sıfat üzere yaratılmıştır. Hazreti Peygamberin «Her insan Islâm fıtratı üzerine doğar. Sonra anne babası onu, yahudi, nasranî, mecusî ya­par» metindeki sözleri, bu hususu açıklar.

Kişinin ruhu, ruhlar âleminde meleklerle bera­berdir. Ve hizmet için yaratılmış olduğunu biliyordu. Ancak rubânî âlemden cismâni âleme gelince, dün­yevî lezzetler üstün geldi. Gaflet içindeki ruh, dün­yayı daimi sandı. Bununla beraber bazılarına, Cenab-ı Hak sonsuz yardımını ulaştırarak gözlerinden gaflet perdesini sıyırdı ve melekût âlemini gösterdi.

Basiret gözü açılmış olup bir din ile insanları islaha memur edilenlere NEBİ denir. Nebilerden zu­hur eden olağanüstü hallere de mucize, diyoruz.

İnsanları bir peygamberin tebliğ ettiği dinle islaha çalışanlara da «velî» denir. Velilerden zuhur eden olağanüstü hallere de «keramet» denir. Ve as­la kerâmeti inkâr doğru değildir.

Kerâmet sahibi olmanın yolu nefisle yapılacak korkunç mücadeledir. Bu, her mücadele sahibinin başarabileceği birşey değildir. Eğer ki, Allah’ın son­suz yardımı ulaşmış olmazsa.

RUHUN, KUVVETİ BAKIMINDAN MAKAMI

Ruh da melâike, cinsinden bir kudret vardır. Me­lekler Allah’ın izni ile cismâni âleme hâkimdirler. O’nun izni ile yağmur yağdırırlar, türlü kılıklara gi­rerler ve çeşit çeşit işleri yapmaya muvaffak olur­lar.

İnsan ruhu da melek cevherinden yaratıldığı için, cisim âleminde çeşitli işler yapmaya kadirdir. Kendi vücudundaki tasarrufu ise meydandadır. Me­selâ el, ruhun emri olmadan yazı yazamaz. Üstü gü­nah dumanları ile kaplanmamış bir ruh birçok kud­rete sahiptir.

O ruh sahibi ki, heybetli bir bakışla arslanları munisleştirir. Hikmetli bakışları ile hastalar iyileşir. Hışımla baktığı gürbüzler hastalanıverir.

Kötü ruhlu birisi güzel bir şeye hasretle baksa ve bakarken onun yok olmasını şiddetle arzu etse o anda veya bir zaman sonra onun helâk olduğu görülür.

Söyleşine tesir gücüne sahip biri, yeni bir dini tebliğ ile vazifelendirilmiş ise peygamberdir. Yalnız İbadete memur ise veli, kötü ruhlu biriyse sihircidir.

Mucize, kerâmet ve sihirli ruhun birbirinden fark­lı kudretlerindendir. Ruhun kuvveti üç esasla kaim­dir.

A-Rüya: Rüya yoluyla bütün insanlara keşif vâki olabilir.

B-Ruhun, kendi, bedenindeki tasarrufu:Bu tasarruf bütün vücutlarda vardır. Yazı yazma misâ­lini önceden vermiş, ruh ‘istemezse, el yazamaz de­miştik. Ancak nebî ve velîler ki, insanların kurtulu­şu gayesi ile başka vücutlara tasarruf edebilirler.

C-İlim:İlim  okumak  ve  okutmakla   meydana gelir. Lâkin Peygamber ve velilerin ilmi böyle olmaz. Onların kalbine Allah tarafından «ilham» yoluyla ve­rilir ki buna LEDÛNNÎ ilmi denir.

Ruhun bu üç çeşit kudretinden bazı insanlarda biri, ikisi, bazısında hepsi bulunur. Kendilerine üç kudretinde var olanlar ancak velîler ve nebilerdir.

Hazreti Peygamberimizde ise bu üç hasletin en üstünü mevcut idi. Cenab-ı Hak, bu üç hassayi dilediğine verir ve insanları O’nunla doğru yola da­vet eder.

Allah, bunlardan birer nebze, her insana vermiş­tir. İnsan, kendisinde olmayan hali anlıyamaz. Bunun içindir ki peygamberleri onlardan başka kimse anla­maz. insan, üstünü anlayamaz ve bilemez. Çünkü,onu ölçecek teraziden mahrumdur.

Anlıyamadığımızı, inkâr doğru değildir. Peygamberlerde ki yüksek halleri uzak ve imkânsız görmemeli. Anadan doğma, körler görmez ama, ağaçlar, çiçekler,türlü dünya nimetleri mevcuttur.

Tasavvufçuların -Zahiri ilim hak yoluna engeldir.- yolundaki fikirlerini boş sayma. Çünkü zahiri ilim zahiri hasselerledir. Beş duyum dış âleme yönelmiştir. Hak yolunun yolcusu ise bütün kuvvetlerini hak yoluna harcayacak, oraya teksif edecektir.

Ey okuyucu….

Ruh, kendisine beş ırmaktan su akan bir havuz­dur. Sular bazan berrâk akar, ama bazan da kirli akar ve havuz dibinde çamur birikir. Havuzu çamur­dan kurtarmak isteyen, ilk önce bulanık suların yo­lunu kesmeli, sonra da birikmiş çamuru kova kova havuzdan boşaltılmalıdır.

Duyum organlarının ruha getirdikleri çeşitli bil­giler. düşünceler ve zanların kimi iyi, kimi kötüdür. Bunların kötü olanları atılmadıkça Allah’a yaklaşıl­maz. Onu görmemiz için pencere kanatları açılmaz. Bunlar için gerekli mânevi ilimler de gelmez.

Fakat, Zahiri ilimlerde İlerlemiş kimseler ilim­lerini Allah yoluna verip, bu yolda kullanırlarsa çok güzel hareket etmiş olurlar.

Niyeti bu olan insan zahiri  İlmini rabbânî ilme de çevirir. Şu var ki; yediğinin, içtiğinin, giyindiği­nin, kuşandığının ibâdetini iyiliğini, kötülüğünü, yetip yetmiyeceğini, ahlâkının aslını, ahlâkının nasıl düze­lebileceğini bilmeyen ve düşünmeyen insana mânevî ilim tamamen kapalıdır.

 Ona hiçbir taraftan pencere açılmaz ve hakkın lezzetli «leddünnî İlmi» bahşedilmez.

Zahiri ilim kabukta kalır, içe nüfuz etmez. Çün­kü bütün ilimlerin özü MARİFETULLAH’dır. Allah’ı bilme ilmi bütün ilimlerin üstündedir. Onun İçin dış­la ilgilenip içini ihmal edenlere «leddünnî İlim» ve­rilmez.

Bir de sofu kılığında ibaheciler vardır ki,bir kaç tasavvuf kaidesini kavrayıp taç ve hırka giyerek ta­savvuf ehli olduk sanırlar, ilmi ve bilginleri düş­man bilip kötülerler. Bunlar rahmânî değil, şeytânî- dirler. Çünkü, Allah ilmi ve İlim sahiplerini Kur’an da övmüştür. Herkesi de İlim öğrenmekle vazifelendirmiştir. Cenab-ı Hakk’ın Peygamberlere gönderdiği din ilmi zahir üzeredir. Bu sofu kılıklı kişilerin ne ba­tın irfanları vardır ne de zahiri ilimleri.

Bunlar şuna benzerler:

Bir şahsa, «Kimyayı neye vursan altına çevirir» demişler. O da kimyayı daha üstün bilip, onun sev­dasına düşmüş. Bu adama bir kese altın verilse, «Kimyayı bırakıp da altına mı yaslanayım?» der ve altından da olur.

Zira o, altının yalnız ismini duymuş ve kulaktan aşık olmuştur. Böylesi bir aşkla tabii ki ebedî müflis ve ebedî hüsranda kalır. Kimya lâfını tekrar ede ede ömrünü tüketir.

Leddünî ilim kimya makamındadır. İlim ve bilginler ise altın mesabesindedir. Binde bir insanın ulaşamadığı kimya sevdâsı ile altını kabul etmemek akıllı işi değildir.

Onbin altın sahibi, bin altınlık kimya, sahibinden üstündür. Sofunun hali de böyledir.

Eğer, sulüku ile bir miktar zuhurata erişse âlimlerle faziletle bir olmaz.

Nitekim kimya kitapları ve kimya talebeleri pek çok, fakat arzuya kavuşan pek azdır. Sofilerin arzu­ları da herkesin arzuladığıdır. Fakat arzusuna erişen pek azdır. Belki tasavvufunda kimya gibi, ismi gidip, resmi kalmıştır. Sofuların çoğunun keşif ve kerâmet zannettikleri şeyler bir takım vehim ve hayalettir. Hakiki rüya vardır. Fakat rüyaların da bir çoğu evham ve hayalettir. Manevî yol yolcularının bunlara çok dik­kat etmeleri lâzımdır.

Hiç kimse tarikata intisap etmekle, birkaç gün­lük teşbih çekmekle birkaç büyük evliyânın menkîbe- sini okumakla «tasavvuf» oldu bitti sanmamalı, gurur ve kibire kapılmamalıdır.

Asıl olan, herşeyden önce şeriatı iyi bilmek ve onun mihveri etrafında dönmektir.

 

İNSAN SAADETİ ALLAH’I BİLMEKTE VE SEVMEKTE BULUR

Ey İnsan…

Bilmiş oiki, herşeyin saadeti ve lezzeti meşgul olduğu şeydedir. Şehvet lezzeti yeme, içme ve çift­leşmede, öfke intikam almada, kahretmede, göz, gü­zel şeyleri seyretmede, kulak, güzel sesleri dinle­mede bulur. Ruh da lezzeti, ne için yaratılmış ise on­da bulur. Ruhun bulacağı lezzet, herşeyi hakikati bilmekle ve kudreti yettiği kadar rabbini anlamaya ça­lışmadadır. Çünkü Allah, varlıkların en yücesidir. O’nun bilgisinden daha tatlı hiç birşey yoktur. Zira kâinat içinde mevcut bütün mahlûkat, en acaibinden en garaibine O’nun eseridir. Ruh, hâlik’in müşahe­desi için yaratılmıştır. Ruha bu müşahededen daha tatlı ne gelebilir?

Allah sevgisinden yüz çeviren ruh, hasta demek­tir. İyi edilmişse ahiret saadeti elinden çıkar ve ebedî hüsranda kalır.

Ey müslüman..

Bilki, dünya lezzetleri ölümle yok olur. Fakat Al­lah sevgisi ve bilgisi ruha ait olduğu için bâkidir… Beden aradan kalkınca ruhun ziyası kuvvetleşir, Hakkın nûrunun görünme yolları açılır.

Bilki, insan büyük bir âlemdir. Bütün eşyanın benzeri onda mevcuttur. Bununla beraber onda, aynı zamanda hayvani hisler de vardır. Yani insan, hay­vanları da temsil eder. Meselâ kimi domuz gibi haris-dir. Kimi köpek gibi yırtıcı, kimi karga gibi mal top­layıcı, kimi horoz gibi şehvet peresttir. Kimi de örümcek gibi avcı, tilki gibi kurnazdır.

Kâinatta bütün varlıklar Allah’ın emri ile insana hizmetkârdır ve faydalıdır.

Bu kadar hesapsız nimetleri ayağının altına ser­miş olan Allah’ın değil de kendi nefsinin emrini din­lersen ne yapmış olursun?

Kendi nefsinin emrine uymanın zararını, bu dün- yad. Farkatmezsin ama âhirette çok iyi anlıyacaksın..

Ruhun böylece üstün bir varlık olduğunu anla­dıktan sonra, vazifemizin onu kendi ulvî yolunda yük­seltmek olduğunu görmüş oluruz.

Nefsanî lezzetlere meyleden insandan daha ze­lil bir mahlûk var mıdır? Ve nefsânî zevklerin hep­sinin sonunda sonsuz pişmanlıklar vardır.

MARİFETULLAH (Allah Bilgisi)

Yüce Allah, İki yol ile İmkân derecesinde anlaşı­labilir.

1-İlmi ile âmil riyazada dikkat etmek ki-bu enderdir.

2-Kendi varlığından, vücudundan, tasavvuf­larından, kâinatı hakkıyla temâşâsından hak­kın varlığına olan deliller.

İnsan, hakkıyla tefekkür ederse, bir damla me- niden bütün azalarının ve mânevî kuvvetlerinin nasıl meydana geldiğini anlar ve Hâlikın kudretini kabul eder. Bu yol ile mevlâsını bulur.

Bir iş nasıl meydana geliyor?

Meselâ bir besmele yazmak istesek, şu safha­ları geçirdiğimizi görürüz

  1. a)Ruhta, onu yazmaya meyil ve irade oluşur.
  2. b)Bu meyil, dimağa ulaşır.
  3. c)Dimağ hayâlinde, besmele sureti zahir olur.
  4. d)Merkez kas sinir sistemi yoluyla irade, par­maklara gelir.
  5. e)Ruh İradesi İle parmaklar yazar.

Mevlâmızın emri nasıl tecelli eder:

  1. a)Rabbimizin murad ettiği şey, arşta zahir olur.
  2. b)Ruhu melek, ruhukuds vasıtası ile kürsiye ge­lir.

c} Allah’ın muradı, levhi mahfuzda zahir olur.

  1. d)Arşa ve kürsüye müvekkel melekler aşağı âleme indirirler.
  2. e)Ümmehatı tebayide zâhir olur.

Ümmehatta, dörttür:

1-Hararet,

2-Burudet,

3-Rutubet,

4-Yebuset.

Allah’ı Allah’dan başka kimse hakkıyla bilemez. Ancak biraz sezebilir ve sıfatları ile kendi varlığı hakkında malûmat sahibi olabilir.

İnsan kendi vücudunun hükümdarıdır. İnsanın kalbi arşdır. Dimağı kürsüdür. Ruhun menba-ı olan ru­hu hayvanı israfildir. Hayal hâzinesi, levhi mahfuz­dur.

Böylece insan Alem-i kübrânın özel bir nüshası­dır. Allah’a benzememesi de bundandır.

Müneccimler hadiseleri yıldızlara bağlarlar. Ka­rınca yazı yazan adamı görse, parmak yazıyor sanır. Müneccimin ki de buna benzer. Oysa parmak sade­ce dimağdan gelen emri uygular.

Ervâh âleminde seyredenler de çeşit çeşittir. Bir kısmı melekût âlemine ulaşanlarda İse, çeşit çeşit -nur örtüsü- vardır. Her biri vardığı dairenin ör­tünün« bürünmüştür. Bazılarına da melekût âlemi ta­mamen açılır.

Tabiatçı kuvvet ve kudreti tabiata verir. Bu doğ­ru değildir. Tablb şifa dağıtsa bile kuvveti Allah’dan alır. O tabib kİ, bunu görmemezlikten gelir. Münec­cimlerin ve tabiblerin halleri şu körlerin hallerine benzer kİ, fiilin neresini yoklamışlarsa, fiil budur de­diler.

Âlemi şöyle düşünebiliriz:

Hükümdar köşk yaptırmış vezire mahsus bir oda çevresinde avlu. Avluda oniki oda, her odada vezi­rin vekilleri, vekillerin vazifeleri, verilen emirleri dı­şarıya nakletmek. Borçların kapılarında yedî süvari emri bekliyorlar. Dört de piyade var. Ellerinde birer kement; vazifeleri, hükümdarın istediği İnsanları tu­tup köşke getirmek istemediklerini de köşkten çı­karmak.

Burada arş vezirin odası, avlu, gökler, oniki oda, oniki burç, vekiller, birer melek, süvariler; yedi sey­yare yıldızı, dört piyade, su, ateş, toprak, hava.

Dört piyade; dört unsur, kendiliğinden hareket etmez. Hararet, burudet, rutubet, yebuset, birer ke­ment gibi o dört piyadenin elindedir.

Faraza:Bir insan hasta olsa. Doktor ona, «sevda hasta­lığına tutulmuşsun ilâcın şudur» der.

Tabiatçı ise «tabiatında rutubet artmış, bahar ge­lip kuruluk çoğalmadıkça iyi olmaz der. Müneccim de«hastalığı savdadır. Savda,merkûr ila merih arasındaki hadiseden olur. Merkür, sesi arzuladığı yere ka­vuşturmayınca iyi olamaz» der.

Bunların her üçüde kendi sahaları dahilinde ko­nuşuyorlar. Kendilerine göre de doğrudur. Hakiki se­bep ise hakkın muradıdır. Allah bazen mihnet ve be­lâ ile bazan hastalık ile kulunu ikaz eder. Bunlar doğ­ru yol için işaretlerdir.

Allah’ı sevmenin yolları mahlûkatın sayısı kadar çoktur. Arayan bulur ve sezer. Yollar çoktur ama var­dığı yer haktır.

Ey insan…

Kişide Allah aşkının alâmeti Allah’ın buyrukları­nı yerine getirmesi,O’nu tefekkür etmesi, durmadan ismini anmasıdır.

Esas, kötü hareketlerden çekinmek, şehevî arzu­lardan uzaklaşmak, Hakk’ın buyruğuna boyun eğmek­tir. Sevgi, ancak bu şekilde insanda tecellî eder.

Hakk’ın kelâmına kulak asmayanların kabahatle­ri şu yedi maddededir:

1 –Allah’ı inkâr «Kâinat kendiliğinden olmuş­tur. Tabiatın eseridir. Yaratıcı yoktur» der­ler.

2-Ölümden sonraki hayatı ve sorgu suali in­kâr ederler.

3-Allah’a ve ahirete inanırlar, ibâdet etmez­ler. «Eğer ibâdet edersek ahirette bize fay­dası vardır. Etmezsek zararı yoktur.

Allah Kur’an’da ”-Kim zikrederse kendi nefsi için zikreder-Kim güzel âmel ya­parsa kendi nefsi için yapmış olur.” buyur­muştur. İbâdet evlâdır. Fakat Allah’ın bizim ibâdetimize ihtiyacı yoktur, ibâdet etmesek de olur» derler.

Bu durum, hastasına «perhiz edersen hasta­lığın geçer» diyen doktorun, «perhiz etmi­şim etmemişim, sana ne faydası var?., şek­linde aldığı cevaba benzer. Doğrudur. Per­hizin doktora faydası yoktur. Fakat perhiz etmese kendisi helâk olur.

4-«İnsan için, kibir, hased, buğz, gazap ve gösterişten uzaklaşmak imkânsızdır. Zira nefis bu sıfatlarla yaratılmıştır, değişmez» derler.

Ne kadar yanlış. Çünkü din, bu kötü sıfat­ları tamamen yok etmeyi emretmemiştir. Ama aklın ve vicdanın emri altına verilme­sini emreder. Buradaki mânâ «Kimse bü­yük günah irtikap etmesin, onlara yaklaş­masın» yolundadır.

5-«Allah rahimdir,» derler. Allah rahimdir de­yip tamamen güvenmek hatadır. İnsan Al­lah’ın emirlerini yerine getirdikten sonra rahmet isteyecektir.

6-«Biz erdik» derler. Denize necâset karış­makla murdar olmaz. Bu ahmaklar bilmez­ler ki, deniz gibi olmak demek, öyle bir sü­kûna erişmektir ki, hiçbir hava ile hareket etmez ve bulanmaz.

7-«İnanmak cehalet ve aptallıktandır. İyi gö­rünüp her türlü fenalığı gizlice yaparız» derler. Dediklerini de yaparlar.

 

 

İmam Gazzali – Vasiyetler (Ülfet Terazisi)

Tercüme:Ahmet Faik Arslantürkoğlu

Not:Tam Metin Değildir…

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir