İmam el-Gazzâlî – Kanunu’t-Tevil

images-3-2 İmam el-Gazzâlî - Kanunu't-TevilÇeviren:Bilal Aybakan

Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla

Hamd âlemlerin rabbı olan Allah’a mahsustur. Alem­lere rahmet olarak gönderilmiş efendimiz Hz.Muhammed’e, ailesine ve bütün ashabına salât selâm olsun.

Zâhid imam Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî et-Tûsî’ye. Hz. Peygamber’in “Şeytan, kanın akarak dolaştığı gibi her birinizde dolaşır’ hadisinden maksadın ne olduğu soruldu; bundan maksat, acaba suyun suyla olduğu şeklinde bir karışma mı, (kişinin) etrafını dolaşmak suretiyle onu kuşatma mı,dışardan bir­takım hayaller vasıtasıyla şeytanın kalple temasa geçme­si,kalbin de bunları duyulara aktararak orada yerleşmesi ve bundan vesvesenin üremesi mi, yoksa şeytanın cevherinin kalbin cevheriyle temasa geçmesi midir?

Hz. Peygamberin yaptığı bu tasvir ile cinlerin insan­lara hayvanlar biçiminde ve daha başka çeşitli şekillerde görünmesi, meleklerin peygamberlere insan biçiminde görünmeleri gibi olaylar birbiriyle uzlaştırılabilir mi? Yoksa bu varlıkların suretleri belirtilen örneklerdeki gibidir de onları görebilecek insanlar için üzerlerindeki perde çekilince, meleklerde oluşturulduğu gibi onlarda da bedensel bir yoğunluk mu oluşmaktadır?

Dinin cinler ve şeytanlar hakkındaki bu görüşü ile Felasife’nin “Bunlar birtakım sembollerdir (misâl) ve bedenlerin içinde bulunup onları düzenleyen dört temel unsurdan (ahlât-ı arba ’a) ibarettir” şeklindeki görüşü ile uzlaştırma imkânı var mı yok mu?

Saralı kimselerden meydana çıkan sesler, hasta kişiyi yere seren cinin varlığın sözleri mi yoksa bizzat saralının, yakalandığı nöbetin şiddetinden maruz kaldığı bir sanrıyı (hallüsinasyon) dile gelmesi midir?

Bunlar, kuvve halinde olup henüz fiile geçmemiş gaybî olaylan nasıl haber verebilirler? Tabî’iyyûn,bu konuda, sevdâ’ unsurunun (hıltu ’s-sevdâ ’) kabarıp baskın hale gelmesiyle bunların vuku bulduğu yolunda öğrendik­leri bir görüşü ileri sürmektedirler. Buna da hava unsuru (hıltu’r-rîh) adını verirler. Bu ikisi arasında ortak bir neden (illetün câmi ’ah) var mıdır?

Hz. Peygamberin “Ezan okunduğunda şeytan yel­lenerek kaçar” diye haber verdiği örnek nasıl (anlaşıl­malıdır? Bu örnekten maksat. Arapların “taşı gıcır­datan” veya “adam öfke saçıyor” dediği tarzda (tozu dumana kalarak kaçar anlamında) bir şey mi yoksa o sırada gerçekten yellenen bir maddi varlığın tasavvur edilmesi midir? Halbuki şeytan gıda ile beslenmeyen yalın bir varlıktır. Beslenme türevi bir şey ondan nasıl meydana gelebilir? Kemikle, belki de onları koklayarak beslenen bu varlıkların tersi nasıl olabilir? Kaldı ki yalın varlık için bileşik duyu organlarına sahip olduğu) da düşünülmez.

Berzahla gerçek nasıldır? Oranın ehli, cennet veya cehennem ehli türünden midir? Durum böyleyse artık orada, cennet ve cehennemdekinin dışında tasavvur edilebilecek bir konum yok demektir.

Denilse ki aslında berzah, sur adı verilen ve iç tarafı rahmet dış tarafı azap şeklinde bir kapısı olan (cennet ve cehennemi birbirinden ayıran) ortak paydadır. Bu izah doğru mudur yoksa onun başka bir izahı mı vardır?

Berzah’a müstahak olan kimlerdir? Tartısı ağır gelen cennete, tartısı hafif gelen cehenneme gider; tartısı eşit gelenin durumu ise Allah’ın dilemesine kalmıştır. Acaba berzah, bu üçüncü kesimin, kereme nail olmak veya şakavete yenik düşmek şeklinde durumları netleşene dek bekletilmesinden mi ibarettir?

Melekler de Ademoğulları gibi cennette mi yoksa başka yerde mi mükâfat göreceklerdir? Yoksa melekler vildan diye anılanlar varlıklar mıdır yoksa vildan,melek,insan ve cin dışında dördüncü bir varlık türü müdür? Huriler beşinci tür varlıklar mıdır, değilse peki onlar nasıldır ve nitelikleri nedir?

Kur’an cennetin genişliğinin gök ve yerin genişliği kadar olduğunu ifade etmiştir. Bunda bile göğün içine sığdığı bir kabı ve zarfı olduğu ve genişliğinin onun genişliğini geçtiği gibi hususularda düşünmeye muhtaç meseleler vardır.

Hz. Peygamberin havzu mahşer yerinde midir yoksa cennette midir? Bu hadisten anlaşılan zahir anlama göre cehennemden kurtuluşuna karar verilenler mahşer sıkın­tıları içinde oradan henüz ayrılmadan ve şefaatten önce ondan içerler. Havzun suyu cennetten midir yoksa başka yerden midir? Başka yerden olması mümkün değildir; çünkü Hz. Peygamber “ondan içen bir daha asla susuzluk çekmez’’ buyurmuştur. Peki cennetten herhangi bir şeyin dünyada bulunması mümkün müdür? Bütün peygamber­lerin havuzlan var mıdır? Yoksa bu. şefaatle birlikte Peygamberimize tanınan ayrıcalıklardan bir diğeri midir?

Bu soruları yeterince açıklayıcı cevabından ötürü sevap ve lütûfa nail olur inşaallah. Bunlara cevap olarak dedi ki:

Bunlar, çeşitli nedenlerle dalmaktan ve cevap ver­mekten hoşlanmadığını türden somlardır. Ancak ısrarlı müracaata binaen bu tür somlarda kendisinden yarar­lanılacak bir küllî kanunu açıklıyor ve diyorum ki:

İlk bakışta ve fikrin zahirinde akıl (ma’kûl) ile nakil (menkûl) arasında bir çatışma olabilir. Bu konuyla ilgile­nenler üç ana kısma ayrıldılar: Kimi bütün dikkati nakle verme ifratında bulundu, kimi bütün dikkati akla verme tefritinde bulundu ve kimi de orta bir yol tutup ikisini bir­leştirme (cem ’) ve uzlaştırmaya (telfîk) gayret etti.

Orta yolu tutanlar da kendi içinde üç guruba ayrıldılar: Kimi aklı asıl, nakli tâbi saydı ve nakli araştırmaya fazla özen göstermedi. Kimi nakli asıl, aklı tâbi savdı ve aklı araştırmaya fazla özen göstermedi. Kimi de her ikisini asıl saydı ve aralarını birleştirme ve uzlaştırmaya gayret etti. Böylece konuyla ilgilenenler beş gruba ayrılmış oldular.

Birinci grup: Bunlar, dikkati tamamen nakle veren­lerdir. Bunlar yoldaki aşamalardan ilkine takılıp kalan­lardır. Naklin zâhirinden ilk anladıklarına kanaat getir­mişlerdir. Bunlar naklin açıklama ve temellendirme (ta’sil) kabilinden getirdiği her şeyi tasdik etmişlerdir. Ancak naklin zâhirinde bir tenakuz bulunduğuna muha­tap kalıp te’vile mecbur kaldıklarında bundan kaçınır ve derler ki: Allah her şeye kadirdir. Onlara mesela şeytanın şahsi tek durumda iki ayrı yerde ve iki ayrı biçimde nasıl görülür diye sorulsa derler ki: Bu Allah’ın kudreti karşısında şaşılacak bir şey değildir. Allah her şeye kadirdir. Bunlar belki şöyle bile demekten çekinmezler: Tek bir şahsın iki ayrı yerde tek bir durumda bulunması Allah’ın kudreti dahilindedir.

ikinci grup: Bunlar ise öncekilerden ayrılıp onların tam zıt kutbuna yöneldiler. Bütün dikkati akla verdiler. Nakle iltifat etmediler. Duydukları dini bilgiden anlayışlarına uygun düşeni kabul ettiler; akıllarına ters düşeni ise Peygamberlerin tasvir ettikleri şeyler olduğunu, bunların avam düzeyine indirilmesi gerektiğini ve herhangi bir şeyin olduğunun İtilafına anlatılmasına ihtiyaç duyulabileceğini ileri sürdüler. Akıllarına uygun düşmeyen her şeyi bu anlayış doğrultusunda yorumladılar. Bunlar maslahat uğruna peygamberlere yalan bile nisbet edecek denli akıl konusunda aşırıya kaçtılar ve bu yüzden tekfir edildiler.

Peygamberler hakkında bunu tecviz edenin boynunun vurulması gerektiği hususunda ümmet içinde bir görüş ayrılığı yoktur. Birinci gruptakiler kişiyi te’vil ve araştır­ma riskinden kurtaracak düzeyde çaba göstermediler ve cehalet yöresinde karar kılıp oradan memnun kaldılar. Ne var ki bunların da durumu öncekilerinkine yakındır. Onlar “Allah her şeye kadirdir. Allah’ın gizemli işlerinin künhüne vâkıf olamayız” sözleriyle sıkıntıdan kurtul­maya çalışırken bunlar ise çıkışı şu şekilde aramışlar: Peygamber söylediklerini maslahat için bildiğinin hilafı­na söylemiştir. Tehlike ve kurtuluş açısından iki çıkış yolu arasındaki fark kapalı değildir.

Üçüncü grup: Bunlar aklı asıl sayıp uzun uzadıya onu araştırdılar nakle dair özenleri ise sönük kaldı.İlk bakışta ve ilk düşünmede birbiriyle çatışan ve akla ters düşen zâhir anlamlar arasında bir uzlaşma onlarda oluş­madı. Bu sorunun (işkâl) getireceği zahmeti göze ala­madılar. Fakat akla muhalif duydukları her zâhiri de red ve inkâr ettiler. Kur’an gibi ınütevatir olanlar ile te’vili, lafızlarına yakın olanların dışında kalan hadislerin râvilerini yalanladılar. Kendilerine te’vili zor geleni, uzak ve ilgisiz te’vil yapmaktan sakınmak için inkâr ettiler. Bu lıadisleri kabulden kaçınmayı te’vilde uzak düşmeye yeğ tuttular. Bu görüşün, dinî bilginin kendileri aracılığıyla bize ulaştığı güvenilir kimselerden gelen sahih hadisleri reddetme yönünde taşıdığı tehlike aşikârdır.

Dördüncü grup: Bunlar nakli asıl saydılar, ona dair araştırmaları uzun uzadiya devam etti, dolayısıyla zihin­lerinde pek çok zâhir anlam arasında uzlaşma gerçekleşti. Akıldan ise kaçınıp ona dalmadılar. Bu nedenle de nakil ve zâhir anlamlar ile aklî bahislerin (ma ’kûlât) bazı yön­leri arasında yer yer çatışmalar belirdi. Akılla uğraşıları fazla olmadığı ve onda derinleşmedikleri için aklen imkânsız hususlar zihinlerinde netleşmedi: çünkü imkân­sızların bir kısmı ancak ince akıl yürütme ve birbirini izleyen pek çok öncüle dayalı uzun akıl yürütme ile kavranır. Buna bir husus daha eklendi. O da şudur: İmkansızlığı genel olmayan herşeyin mümkün oluşuna hükmettiler. Oysa kısımların üç tane olduğunu fark etmediler:

İnceleyin:  Allah Teâlâ’ya Kulluk etmenin Hikmeti

İmkânsızlığı delille bilinen kısım, imkânı delille bili­nen kısım ve imkânsızlığı da imkânı da bilinmeyen kısım. Bu üçüncü kısım hakkındaki âdetleri imkânsızlığı ortaya çıkmadıkça imkânına hükmetmek şeklinde cereyan etti. Bu da tıpkı imkânı açığa çıkmadıkça imkânsızlığına hük­metmek kadar hatalıdır. İmkânı da imkânsızlığı da bilin­meyen tür mezkur üç kısımdan biridir. Bunun bu şekilde kalması ya aklın konumu nedeniyle ilgili meselenin beşer gücü kapsamına girmemesi vüzündendir. Ya da özellikle bu düşünürün, o meselenin deliline şahsen muttali ola­mayışı ve o delile dikkatini çekecek birim bulamayışı nedeniyle yetersiz kalması yüzündendir.

Birincisine örnek: Görme duyusunun yıldızların (kevkeb) sayısının tek veya çift oluşunu ve onları gerçek büyüklük ve ebatıyla algılama acziyeti görme algısının yapısı yüzündendir.

İkincisine örnek: Bu bazı kimselerin algısının ayın yörüngesindeki uğrak yerlerini (menzil) algılamaktan aciz kalması türünden kişiye özel bir yetersizliktir. Oysa doğuş, batış ve diğer zamanlarda bu menzillerden 14 tanesinin her durumda görünmesi. 14 tanesinin de karşı yörüngede gizlenmesi olayı bazı kişilerin görme duyusuyla sabit olmuştur. (Kişilerin duyu yetileri arasın­daki) bu tür bir farklılık akıl idraki için de geçerlidir.

Bu kişilerin ma’kûlâta ilgileri az olduğu için, onlara göre imkânsızların sayısı fazla değildir: böylece pek çok te’vilde büyük bir külfetten uzak durdular. Çünkü onlar, tıpkı Allah’ın bir cihette bulunmasının muhal olduğu gerçeğini kavramadığı için üst (fevk), oturma (istiva) gibi yön bildiren kelimeleri te’vile gerek görmeyen kişi gibi (davranıp) te’vile ihtiyaç olup olmadığının bile farkına varamadılar.

Beşinci grup: Bu aklı araştırmak ile naklin arasını birleştiren, her birisini önemli bir asıl sayan ve akıl ile dinî bilgi arasında bir tearuzu ve bu tearuzun gerçek olduğunu inkâr eden orta yolu izleyen gruptur. Aklı inkâr eden kişi dini de inkâr etmiş olur. Çünkü dinî bilginin doğruluğu akılla anlaşılmıştır. Akıl delili tasdik edilmezse nebi ile mütenebbi, doğru sözlü ile yalancı arasındaki farkı anlayamazdık. Din ancak akılla sâbit olmuşken nasıl olur da akıl dinle inkâr edilsin.

Haklı olan grup işte bunlardır. Bunlar sağlam bir metod izlediler. Ne var ki onlar sarp bir yokuşa tır­mandılar. yüce bir işe talip oldular ve meşakkatli bir yola girdiler. (Helal olsun onlara!) Ne de gem almaz bir arzuya kapılmışlar ve ne de girift bir yola koyulmuşlar! Ömrüme yemin olsun ki (bu yolu izlemek) bazı durumlarda son derece kolay, ama çoğu durumlarda ise oldukça zordur.

Evet,ilimlerle uzun süre uğraşan, bunlarla çokça ilgilenen çoğu zaman yakın te’villerle akıl ile nakil arasını uzlaştırmaya muktedir olur. Şüphesiz yine de iki husus geriye (çözümsüz) kalır: Bunlar zihinlerin nerdeyse alamadığı ve uzak tevillere mecbur kalındığı durum ile birtakım sure başlarında anılan harfler türünden ken­disinde te’vil yönü kesin olarak açıklık kazanmayıp (anlaşılması) kişiye müşkil gelen durumdur: zira bu harflere dair nakle dayalı bir anlam sıhhat kazanmış değildir. Bu iki durumdan salim olduğunu zanneden kişi bu vehme ya akıl konusundaki eksikliği ve teorik imkan­sızlıklar bilgisinden uzak oluşu nedeniyle kapılır ve imkansızlığını bilmediği şeyi mümkün görür, ya da bu vehim, haberleri yeterince mütalaa etmeyişinden kay­naklanır. Böylece akla aykırılığı sık sık vuku bulan haber parçaları arasında zihninde bir uzlaşma gerçekleşmez. Bu konuda üç tavsiyede bulunuyorum:

1-Kişi haberlerin tamamına muttali olma hırsı beslememeli. Sözü zaten bu noktaya getiriyordum. Zira bu amaç gerçekleşmeyecek bir arzudur. (Böyle bir kişi) Allah’ın şu sözünü okusun: “Size ilimden çok azı ve­rilmiştir”.

Bu durumlardan bir kısımının bırak orta düzeyde olanlara, büyük âlimlere bile gizli kaldığı gerçeğini ihti­mal dışı görmemek gerekir. Bilinsin ki Hz. Peygamber’in her hususta muradına muttali olduğunu iddia eden âlimin bu iddiası aklının fazlalığı değil azlığının ürünüdür.

2-Akli delil (burhan) asla inkâr edilmemeli. Zira akıl yalan söylemez: şayet akıl yalan söylese o zaman belki dini ispat hususunda da yalan söylemiştir: çünkü biz dini onunla tanıdık. Yalancı bir müzekkinin tezkiyesiyle şâhidin doğruluğu nasıl anlaşılabilir ki. Ayrıntılara din tanıklık eder; akıl da dini tezkiye eder.

Aklın tasdik edilmesi kaçınılmaz olduğuna göre cihet ve sureti Allah’tan nefyetmede tereddüt etmen caiz değildir. Sana “Ameller tartılır” denilince amellerin tartılaınayacak bir araz olduğunu ve bir te’vilin kaçınıl­maz olduğunu anlamalısın. Yine “Ölüm beyaz bir koç suretinde getirilir ve boğazlanır” sözünü işittiğinde bunun te’vil edilmesi gerektiğini anlamalısın; zira ölüm getirile­meyecek bir arazdır. Getirmek bir intikal olayıdır, bu ise bir araz için mümkün değildir, dolayısıyla onun beyaz koç gibi bir sureti olamaz; çünkü arazlar cisimlere dönüşmez, dolayısıyla ölüm boğazlanmaz. Boğazlama boynu bedenden ayırmak demektir. Ölümün ise ne bir boynu, ne de bir bedeni vardır. Olsa olsa o bir arazdır ya da onu bayatsızlık diye görenlere göre araz olmayıştır. Öyleyse bu haberin te’vil edilmesi kaçınılmazdır.

3-İhtimaller çatıştığında te’vili tav in etmekten uzak durmak. Çünkü Allah’ın muradı ve Rasulü’nün muradı hakkında zan ve tahmine dayalı hüküm vermek tehlike­lidir. Konuşanın muradı ancak kendi muradını açıkla­masıyla bilinir. Muradı açığa çıkmamışsa ihtimal vecihlerinin sayısı inhisari tarzda belirlenip biri dışında -ki o biri de burhan ile taayyün eder- tamamı çürütülmedikçe nereden bilinebilir?

Fakat Arab’ın sözündeki ihtimal vecihleri ve bunlar­daki mecaz yolları pek çoktur. Bunlar ne zaman sınırlı sayıya iner? Öyleyse te’vilde çekimser bir tulum takın­mak daha güvenli bir yoldur. Buna şu örnek verilebilir: Amellerin tartılıdığına dair hadis vârid olduğu halde amellerin tanılamayacağı sende açıklık kazandığında elinde “tartı”‘ ve “amel” olmak üzere iki lafız vardır. Mecazın “amel” lafzı olması mümkündür. Onunla kinaye yollu “amel defteri” {sahifetu’l-amel) -ki bu defterler amelin mahallidir- kastedilmiş olabilir; böylece tartılan o amel defterleri olur. Mecazın tartı (vezn) lafzı olması mümkündür. Bununla kinaye yollu “tartının işlevi”‘ kaste­dilmiş olabilir. O işlev de amel miktarını öğrenmektir. Tartının işlevi de zaten budur. Tartmak ve ölçmek miktar öğrenme yollarından biridir. Binaenaleyh bu dununda te’vil edilmiş olanın vezn değil amel lafzı olduğu veya amel değil vezn lafzı olduğuna akle veya nakle sığınmaksızın hüküm vermen Allah adına ve O’nun muradına dair talimine dayalı bir hüküm vermek olur.

Tahmin ve zan ise bir bilgisizliktir. Bu bilgisizlik içtihadla kavranabildi birtakım ibadet, amel ve taabbüdât alanında duyulan zorunlu ihtiyaç nedeniyle mazur sayılmıştır. Amelle bir bağı bulunmayan hususlar ise ıııücerred bilgi ve inançlar kabilinden sayılır. Bu tür hususlarda zanna davalı hüküm vermeye nasıl cesaret edilebilir? Te’viller konusunda söylenenlerin çoğu zan ve tahminlerdir. Akıllı kişi bu konuda iki seçenekle karşı karşıyadır: Ya zanna dayalı hüküm verir. Ya da şöyle der: Bu sözün zahirinin kastedilmediğini biliyorum; çünkü bu zâhir,aklı yalanlamaktadır.

Gerçek muradı ise bilmiyo­rum ve bilmeme de ihtiyaç yok; çünkü onun amelle ilgili bir yanı yoktur; keşf ve kesin bilginin (yakîn) özüne ulaş­maya da imkân yoktur; talimine dayalı hüküm vermeyi de uygun görmem. Böyle davranmak her akıllı kişi için daha doğru,güvenli ve kıyamette de güvende olmaya daha yakın bir yoldur. Çünkü kıyamette sorguya çekilip takibe uğraması ve şöyle denilmesi uzak bir ihtimal değildir: Sen hakkımızda zanna dayalı hüküm verdin.Öte yandan ona,bir amelin emredilmediği gizli ve kapalı muradımızı niye istinbat etmedin diye sorulmaz. O halde itikad bakımından üstüne düşen, mutlak iman ve mücmel tasdikdir ki o da şöyle denilmesinden ibarettir: “O’na iman ettik, hepsi de Rabbimizin katındandır”.

İnceleyin:  Allah'a İmanın Kapsamı

Kıyametteki bu sorgu, eğer olursa elbette uzundur, oysa cevabı oldukça kolaydır. Bu nedenledir ki İmam Mâlik, kendisine “istivâ” sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: “İstiva bilinen bir şeydir, ancak keyfiyeti akılla kavranamaz. iman edilmesi vaciptir ve soruya konu yapıl­ması da bid’attir”.

Bu tür sorulara cevap vermekten hoşlanmadığım yo­lundaki mazeretim de bu tavsiyelerden anlaşılmaktadır. Ortaya koyduğu bazı sorunlara ona yine de yardımcı olmayı tercih ediyor ve diyorum ki:

Hz. Peygamber’in “Şeytan, kanın akarak dolaştığı gibi her birinizde dolaşır” sözü, kim zerrelerinin insan bedeninin iç tarafında akıp bedenin tamamım dolaştığı gibi şeytanın etkisinin de insanın içinin tamamına sirayet ettiğine işaret etmektedir. Yoksa bundan maksat, onun cisminin insan cismiyle suyun suyla olduğu gibi bir karış­ma değildir. Bu. öncüllerinin açıklanması uzun sürecek ve delilleri aklî olan bir araştırmanın ürünü bir sözdür. Onun kalplere temas keyfiyeti ise duyu yetisinin açığa çıkardığı bir hayal görme olayı değildir. Herhangi bir şey tahayyül etmediğim ve vesveselerin karışımı sırasında gözümle de izlemediğim halde kalbimde yine de vesveseler farkettiğim olur. Bu hükme dair delilin çoğu öncülleri duyu alanıyla ilgilidir. Bilakis vesvese şeytan­dandır. tıpkı ilhamın melekten olması gibi. Kalplerimizde farklı seslere (havâtır) tesadüf ederiz. Zira bu seslerden kimi hevaya uymaya, kimi ise ona aykırı davranmaya çağırır. Bunlar farklı şeyleri öngördükleri için farklı seslerdir.

Bunlar birtakım sebeblere muhtaçtır; çünkü bunlar hadistir. Faiklı şeylerin sebebleri de farklıdır. Din, ilhamın kendisinden meydana geldiği sebebe “melek”, vesvesenin kendisinden çıktığı sebebe ise “şeytan” adını vermiştir. İlham hayra sevkeden sesten ibarettir. Vesvese ise şerre çağıran bir sesten ibarettir. Melek ve şeytan ise bunların sebeplerinden ibarettir. Nitekim odanın iç duvar­ları ateşle aydınlanırken tavanı ise isten kararır. Biliyoruz ki ışık siyahlıktan farklıdır. Yine biliriz ki birinin sebebi diğerinin sebebinden farklıdır. Işığın sebebi ateşin aydın­lığıdır, siyahlığın sebebi ise dumanıdır. Bununla anlaşılır ki, vesvesenin sebebi ilhamın sebebinden farklıdır. Evet şimdi de geriye o sebebin bir araz mı,yoksa kendi başına kaim bir cevher mi olduğunu araştırmak kaldı. Onun bir araz, değil kendi başına kaim bir cevher olduğu da daha önce anlaşıldığına göre geriye onun diri olup olmadığını incelemek kaldı. Dini delillerle onun diri olduğu ve onu anlamada aklın da belli ölçüde bir rolü olduğu da anlaşılmıştır.

Tabî’iyyûn ve Felasife’nin onun (insan bedenini oluş­turan) temel unsurlar (cıhlât) olduğu görüşü tanı bir cehalettir. Çünkü bu unsurların tesiri, sıcaklık, soğukluk, rutûbet ve kuruluk şeklindeki dört tabiatın muktezasından sayılmaz. İçe doğan sesler (havâtır) inançlar ve bilgilerin {ilm), cemâdâtın arazı olan tabiatların ürünü olmaları mümkün değildir. Aksine bunlar derece bakımından yer katmanlarının üstünden inerler. Buna göre onlar yer kaplamayan cevherdir veya yer kaplayan cismidir; hava gibi latif ve diğer bir cisim gibi yoğun olan başka bir var­lık olma ihtimali yoktur. Bu düşünce melek, cin ve şeytan hakkında geçerlidir. Bir grup da kendi başına kâim her varlığın cisim olduğu görüşüne yöneldi ve Yaratıcıyı da bununla niteledi. Oysa Allah böyle bir nitelemeden münezzehtir. Zira bunların cisimden başka şeye akılları ermemiştir.

Diğer bir grup ise, Allah hariç kendi başına kaim her varlık cisimdir görüşünü ileri sürdü ve varlık alanında Allah dışında kendi başına varolup tahayyül edilmeyen bir cevherin bulunmasını imkânsız gördüler.

Bir kesim ise şu görüşe kail oldu: Melek, cin ve şey­tandan her biri kendi başına kaim duyulur cevherlerdir; bunlar cisim veya hareket eden varlıklar değildir; dolayısıyla nüzûl,intikal, geliş, gidiş gibi fiillerin onlar hakkında kullanılması Allah hakkında olduğu gibi bir isti’âredır. Aralarındaki bu görüş ayrılığı insanın idrak edici ve bilen cevheri hakkında da yaşanmıştır.

Kimileri de,onun parçalanmayan ve yer kaplamayan parçacık olduğunu ileri sürdü. O insan bedenin ne içinde ne de dışında, ne ona bitişik ne de ondan ayrıdır. Üstelik onun hakkında bu sıfatlar caiz (mümkün) değildir. Bu konuda bana açılmış bir keşfi anlatmıyorum. Zira genel bir tasvir keşif değil taklid sayılır. Taklid edilmeye ise ben başkasından daha iyi durumda değilim. Kaldı ki ma’kûlât alanında taklidin bir faydası da yoktur. Bu hususun keşfine dair açıklama ise uzun sürer. Uzun sürmese bile bunu anlatmaktan kaçınmak noktasında Hz. Peygamber’e uymak daha iyidir. Nitekim o kendi­sine sorulduğu halde ruhun sırrını anlatmamıştır. Öyleyse yapılmış açıklamaya bir şey ilave edilmesi gerekmez.

Melek ve şeytan suretine dair peygamber ve velilerin müşahede ettikleri, çoğunlukla özlerine {ma ’nâ) aykırı düşen ve o asıl özlerin müşahedesi yerini tutan sem­bollerdir {misâl). Nitekim rüyada peygamberler görülür ve kendilerinden istifade edilir. Rüyada müşahede edilen onların sembolleridir; onların bedenleri ise yerlerinden ayrılmış değildir.

Bu konunun ayrıntısını “Acâibu’l-kalb” kitabında anlattım. Cinler hakkında söylenecek söz de bövledir. Bu nedenledir ki birtakım farklı suretler görebilirsin Zira ifade edilecek sembollerin vecihleri sayıya sığmaz. Nitekim Hz. Peygamber i rüyada gören onu hep aynı surette görmez. Ne var ki bu temsiller peygamber ve velilere uyanıkken, diğerlerine ise sadece uykuda vâki olur. Sahih olan rivayetlere göre Hz. Peygamber Cebrail’i pek çok defa görmesine rağmen onu kendi (gerçek) suretinde sadece iki kere görmüştür.

Saralıdan işitilen söze gelince bu onun kendi sözüdür. Cinni bir varlık onun diliyle konuştu yönünde bir görüş akılla bağdaşmaz. Elbette cin birtakım seslerin, görüntü­lerin {temsil) ve hayallerin saralının kalbine doğmasının sebebidir ve onun sebebiyle konuşma ve hareket motifi uyanır. Saralının konuşması uyuyanın konuşması gibidir. Konuşan uykudaki kişidir, bir başkası değil. Saralının gaybten haber veriş nedeni ise olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olması ve Allah’ın yaratmış olduğu ve kendisine bazen levh, bazen imam, bazen de kitab denilen bir şeyde sabit olmasıdır. Nitekim Allah ‘‘apaçık bir kitapta “apaçık bir imamda …” buyurmuştur. Şeylerin (bilgilerin) orada sabit oluşu. Kur’an’ın hafızın dimağında sabit oluşu gibidir. Yoksa bu sabit oluş, dizili yazılmış işaret­lerin fâni bir cisimde bulunuşu şeklinde değildir. Çünkü sonsuzun, görünürdeki bu kitaplar gibi sonlu bir şeye yazılması mümkün değildir.

Kalp bir ayna gibidir. Levh de bir ayna gibidir. Ne var ki aralarında bir perde vardır. Aradan bu perde çekilince levhteki suretler kalpte görünür. İşte buna engel olan aradaki perdedir. Kalp dünyada engellenmiş durumdadır. Kalbin çoğu meşguliyetini duyunun ona taşıdığı veriler üzerinde düşünmesi oluşturur. Bu nedenle kalp, duyular yüzünden sürekli bir uğraş içindedir. Duyular uyku veya sara nedeniyle faaliyet dışı kaldığında, temel unsurlardaki bozukluk yüzünden içerde başka bir engelleyici de yoksa, kalp levhte yazılı bazı suretleri muhtemelen görür. Bunun tam olarak anlatılması uzun sürer, buna dair birtakım izahlara “Acâibu’l-kalb“ kitabında işaret ettim. Can çe­kişme sırasında kişinin cennetteki veri -ki bu ona bir müjde olur- veya Allah korusun cehennemdeki yeri -ki bu da ona uyan olur- netleşinceye dek ortaya çıkan dunun da böyledir. Çünkü ölüm arefesinde henüz ruh çıkmadan da duyular faaliyet dışı kalır.

Şeytanın kemikten beslendiği, onun ezandan kaçışı, havuz ve berzaha dair hadislere gelince bunların ayrıntılı maksadına dair bir araştırmam yoktur. Bunlardan bir kısmı, hakkında tevil yapmaktan uzak durulması tavsiye edilenlerdendir. Bir kısmı ise ancak salt nakille kavra­nabilir. Benim hadis ilmindeki birikimim sınırlıdır. Havuzun yeri ise sadece nakille bilinebilir. Öyleyse bu konuda hadislere müracaat edilsin. Berzahtan murad ise akıl hastası ve İslam davetinin kendisine ulaşmadığı kimse gibi hiç iyilik ve kötülüğü bulunmayan kimseler için cennet ile cehennem arasında yer alan bir mertebe olabilir. Yine de delalet eden bir nakil bulunmadıkça muradın biri değil diğeri olduğuna hükmetmek ancak bir tahmindir Allah Teala doğruyu en iyi bilendir. Allah’ın hamdiyle (bu risale) tamamlandı.

http://www.islamiarastirmalar.com/upload/pdf/9d0e25ea1638c8e.pdf?sid=9fd2424237579e7159f7c81048fc0804

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir