Hariciler Hakkındadır

haricilik-1 Hariciler Hakkındadır

Haricîler Kimdîr?

Hâriciler, kendi inançlarına ve fikirlerine müthiş bir taassup­la bağlı, gayet dindar görünen bir İslâm firkasıdır. Akidelerini çıl­gınca savunurlar. Korkunç hükümleri olan serkeş insanlardır. Ve kanaatleri uğrunda, gayeleri yolunda göğüs gererek savaşırlar, çe­kinmeden ileri atılırlar. Onları buna sürükleyen, şey, zahirine bağ­landıkları bâzı sözler olmuştur. Bunu mukaddes din sandılar ve mü’min olan ondan asla ayrılmaz addettiler. Onların aklı: «Bâ hükme illâlillâh hüküm ancak Allah’ındır» sözüne saplandı. Bunu bir dîni düstur gibi tutup, muhaliflerinin yüzüne daima haykırdı­lar. Konuşmak istiyenlerin sözünü bununla kestiler.

Hz. Ali’yi ko­nuşurken gördüler mi, hemen bu sözü söylerlerdi. Bu söz onların kalkanı olmuştu. Hz. Ali onlar bu sözü söyleyince şöyle demiştir: «Doğru bir söz, fakat bununla bâtıl murad olunuyor, bunu kötüye kullanıyorlar. Evet, hüküm yalnız Allah’ındır. Fakat bunlar amir­lik ancak Allah’ındır, diyorlar, insanlar için doğru veya sapık bir emîr lâzımdır. Onun emri altında mü’min amel eder, kâfir de fay­dalanır. O vergiyi toplar, düşmanla çarpışır, yollarda emniyet ve asayişi sağlar, zaif’in hakkını kuvvetliden alıverir, böylece hayırlı olan kimse rahata kavuşur, facirden kurtulmuş olunur.»

Hz. Osman’dan Hz. Ali’den ve zâlim olan hâkimlerden kendi­lerini uzak tutmak onlardan teberrî etmek düşüncesi Hâricileri o kadar şaşırttı ki, akıllarını bile bozdular. Bu fikre öyle körü körüne saplandılar ki, anlayışlarına hâkim olan hep bu düşünce oldu. Hakka götüren yol, onlar için adetâ kapalı kaldı. Hz. Osman’-den, Hz. Ali’den, Talha ve Zübeyr gibi ashabın ulularından, Eme-vîlerin zâlim hükümdarlanndan ayrılanlar hep bunlara katıldılar ve bu fikre saplandılar, onlara karşı diğer prensiplerinden vazge­çerek hep bu teberrî prensibini tuttular. Abdullah b. Zübeyr, Emevîlere karşı ayaklandı .Hâriciler onun tarafına geçtiler. Ona yar­dım yapacaklarını, onun saflarında döğüşeceklerini vadettiler. Fakat onun, kendi babası Zübeyr ile Talha’dan, Ali ve Osman’dan teberrî etmediğini öğrenince ondan ayrıldılar, onun etrafından savulup gittiler!

Emevî Halifelerinden Ömer b. Abdulazîz, Hâricilerden Şevzeb ile münakaşa yaptığı zaman, münakaşanın merkezini bu teberrî mes’elesi teşkil ediyordu. Halbuki; Ömer b.Abdulazîz Emevîlerden zu]üm yapanlara muhalifti, onları zulümlerinden menetmişti. . Haksızlığa uğrayanların hakkını alıp adaleti yerine getiren âdil bir Halife idi. Fakat Hâricilerin münakaşasına teberrî fikri saplanmış-, ti. Muayyen şahıslardan tekeni etmiyenleri Müslüman saymıyor­lardı. Bu sebeple Ehli Sünnet ve cemaat topluluğuna giremediler. Sapık fırkalardan oldular.

Hârîcilerîn Mümeyyiz Vasfı

Hâriciler, parlak ve yaldızlı sözlerin tesiri altında kalmakta Fransa’da en korkunç cinayetleri irtikaptan çekinmiyen Yakubî’le-re benzerler. Bunlar, hürriyet müsavat, kardeşlik kelimelerini tut­turdular ve bunlar namına kan döktüler, nice canlara kıydılar: Hâriciler de (îman, hüküm ancak Allah’a aittir, zâlimlerden teber­rî) naralarını tutturdular ve bunlar adına Müslümanların masum kanını mubah sayıp kan içtiler. İslâm ülkesini kana boyadılar. Etrafa baskınlar yapıp canlara kıydılar. Haiz oldukları bu atılgan­lıktır ki, Hâricileri Yakubîlerîe birleştiren bir nokta olmuştur. Bu iki taifenin birbirine benzeyen işleri, bu cesaret ve saldırgan his­siyattan doğmadadır. Onları ölçüsüz hareketlere sevkeden bu his­siyattır, Gustave le Bon Fransa ihtillâl adlı eserinde Yakubîleri şöyle anlatmaktadır:

Yakubîlik zihniyeti kısa düşünceli, dar görüşlü, inatçı bir gö­rüş mahsûlü olup, sahibini eavet basit bir adam derecesine düşü­rür. Bu zihniyetin sahibi işlerin ancak dış tarafım görür, ruhun­da hasıl olan evhamı, hakikat sanır. Olayları birbirine bağhyamaz. Gözünü dikmiş olduğu cinayetleri akıl ve mantık saikasiyle işle­miyor. Çünkü akıl ve mantıktan onun nasibi yoktur. O, zaif aklına uyarak bu gibi şeyler peşinde koşuyor. Halbuki yüksek idrâk bu­rada durur kalır.»

Yakubîlerin bu hâli, bir çok cephelerden Hâricilerin hâlet-i nahiyesine uygun düşmektedir. Aşağıda zikri gelecek hâdiseler ve münakaşalar bunu göstermekte ve isbata kâfi gelmektedir.

Rûhi Hâletlerî

Hamaset duyguları ve kelimelerin zahirine saplanmak hevesi. Hâricilerin vazıh vasıflan, yalnız bunlar değildir. Bunların yanısıra diğer bâzı vasıflar da yer almaktadır. Meselâ, fedakârlık, serkeşlik, ölümden çekinmemek, tehlikelere atılmak gibi vasıflar bunlar meyanındadır. Bu hareketlerin bâzıları heves mahsûlü idi. Bâzısı kahramanlık göstermek ve mezhebine şiddetle sarılmak eseri de­ğildi. Onların bu hâli Endülüs’te Arap hâkimiyeti aîtmda bulunan Hıristiyanlara benzer. Onlardan bir kısmı öyle bir hevese kendile­rini kaptırmışlardı ki, koyu bir taassup, bozuk bir fikir uğrunda ölüme atılmaktan çekinmiyorlardı.

Komte De Cactrie, onlar hakkında neler yazıyor bir bak. Oku­yunca bunun bir çok bakımdan Hâricilere de uyduğunu görecek­sin. Diyor ki:

«Bu Hıristiyanlardan her biri mahkemeye giderek Muham-med’e söğüp öyle ölmek istiyordu. Bunlar fevc fevc mahkemeye koşuyorlardı. Kapıcı onları çevirmekten usanmışh. Hâkim idamla­rına hükmetmemek için sözlerini işitmiyeyim diye kulaklarım tı­kıyor, Müslümanlar bu zavallılara acıyorlar, onları delirmiş sanı­yorlardı.»

Hâricilerin içinde öyleleri vardı ki. Hz. Ali hutbe okurken sö­zünü keserlerdi. Hattâ o namaz kılarken namazını bile kesenler

bulunurdu. Allah’tan sevap umarak Müslümanlara meydan oku­yanlar vardı. Böyle yapmakla Allah’a yaklaştığım zannederlerdi. Abdullah b. Habbâb b. Ereti öldürdüler, cariyesinin karnını deştiler. Bu feci cinayeti işlediler. Hz. Ali onlara:

—  Kaatilleri bize teslim edin, dedi.

—  Onun kaatilleri biz hepimiz, cevabını verdiler ve teslim et­mediler. Hz. Ali onlarla savaştı. Onları tepeledi, hepsini imha edecekti. Buna rağmen geri kalanlar yine bildiklerinden şaşmadılar, kudurmuşçasına eski yollarından yürüdüler. O Hıristiyanlarla bun­lar arasında bu bakımdan bir benzerlik yok mu?

Bunların çoğunda güya İslâm’a hulûsla hizmet etmek düşün­cesi hâkimdi. Fakat bunda yanlış yoldan yürüdüler. Ters bir isti­kamet tuttular. Hataları burada idi. Rivayet olunduğuna göre; Hz. Ali onlarla münakaşa yapmak üzere lbn-i Abbas’ı gönderdi. Ibn-i Abbas yanlarına gelince izaz ve ikramla karşıladılar. Ibn-i Abbas karşısında öyle adamlar gördü ki; uzun müddet secde ede ede alınları dağlanmış gibi yara olmuş, elleri, yerlere çöken deve dizleri gibi kalınlaşmış. Sırtlarında yıkana yıkana eskimiş göm­lekler var.[2]

Bunların akidelerinde ihlâs üzere olduklarında şüphe yok. Fa­kat bu ıhlasın noksan tarafları da çok: Evvelâ dînî anlayışları yanlış. Dalâlete sapmışlar, dînin özünü anlamıyorlar. Kendilerine muhalif olan her müslümanın kanını helâl saymaları büyük hata­dır. Müslümanın kanı daima masumdur. Ebû Abbas Müberred, El-kâmilinde diyor ki : Hâricilerin enteresan olaylarından biri de şudur: Bir defa bir Müslüman ile bir Hıristiyana tesadüf etmişler, Müslümanı öldürmüşler, Hıristiyana peygamberine olan ahdini muhafaza etmesini tavsiyede bulunmuşlar… Abdullah b. Habbâbe rastladılar» boynunda Mushaf-ı şerif asılı, yanında da gebe olan ka­rısı var. Bu insafsızlar Abdullah’ı yakalayıp:

—  Şu boynunda asılı olan kitap bize seni öldürmemizi em­rediyor, dediler. Ve ona:

—  Ebû Bekir ve Ömer hakkında ne dersin? diye sordular. O

da onları hayırla yâdetti.

—  Hâkem tâyin etme hâdisesinden önce Hz. Ali hakkında ve keza Hz. Osman’ın altı senesi hakkında ne dersin? dediler.

O da, yine hayırla yâdederek cevap verdi.

—  Hakem mes’elesİ hakkında ne dersin? diye sordular. O da, şu cevabı verdi:

—  Benim diyeceğim şudur: Hz. Ali Allah’ın  kitabını sizden çok daha âlâ bilir. Dînini sizden daha iyi korur,   sizden çok daha basiret sahibidir.

—  Sen hidayete tâbi olmuyorsun, adamlara isimlerine baka­rak tâbi oluyorsun, dediler ve onu dere kenarına çekip hayvan bo­ğazlar gibi kestiler! Orada bulunan bir Hıristiyandanhurma satın almak istediler. O da:

—  Hurma parasız sizin olsun, dedi.

—  Parasız asla kabul etmeyiz, dediler. Hıristiyan bu adamların yaptıklarına şaşarak:

—  Ne acayip kimseler,, dedi. Abdullah b. Habbâb gibi bir zatı öldürdüler, bizden parasız hurma kabul etmezler…

 Taassupları

Bir düşünceye bu kadar taassupla bağlanmak nedendi? Onu müdafaa uğrunda, bu derece haşîn ve sert hareket etmeğe sebep ne idi? Ona davette bu kadar kükreyip coşmak niçindi? İnsanları kılıç kuvvetiyle, merhamet ve şefkat tammıyan bir tazyikle dînin müsamahakâr ruhiyle barışmaz bir şekilde zorlayarak şiddet kul­lanmak acaba neden ileri geliyordu? Bunun sebepleri bence şun­lardır;

İnceleyin:  Ebu Hanife ve Hadis

Hâricilerin çoğu bâdiye — Çöl Araplarındandı. İçlerinde köy­de, şehirde sakin olan Araplar azdı. Çöl Arapları islâmiyetten ön­ce dahi son derece fakir halli, yokluk ve sıkıntı içinde yaşarlardı. İslâmiyet gelince de onların malî durumlarında, maddî vaziyetlerin­de bir iyileşme olmadı. Çoğu çölde hayat darlığı içinde sıkıntılı bir halde yaşamağa devam ettiler. İslâm sevgisi kalplerine girdi, fakat basit ve sade kaldı. Tasavvurları vardı. îlimden uzak kaldılar. Bu şartlar altında dar akıllı, kuru zâhid, alıngan bir mü’min grubu meydana geldi. Çünkü; bâdiye Arapları mahrumiye içinde idiler. Maddî mahrumiyet İçinde olan ruhu, îman kaplar ve sağlam bir itikad vicdana yerleşirse, bu dünya nimetleri peşinde koşmaktan vazgeçer, fâni dünya zevklerine göz dikmez, kendini âhirete verir, âhiret nimetlerine rağbet eder. Cehennem azabından uzaklaştıra­cak şeylere sarılır. Onun için Hâricilerde dînîzühd kuvvetli idi.

Sonra onların yaşayış tarzları onları huşunet, kasvet, ünf ve şiddet göstermeğe itecek mahiyette idi. Zira nefis, gördüğü ve alış­tığı şeylere uyar. Eğer Hâriciler refah içinde yaşasalar, nimetler­den faydalansalardı, onların o haşîn hâli değişir, sertlikleri ve ka­balıkları azalır, onlar da yumuşar ve uysal kimseler olur, tabiatle-rinde değişiklik görülürdü. Şu hâdiseye bakın: Ebû Hayr isminde yoksul ve fakır bir adamın Hâricilerin görüşlerine taraftar oldu­ğunu duyan Ziyad b. Ebih, onu nezdine çağırıp ona valilik vermiş ve her ay dörtlün dirhem maaş bağlamış. Ebû Hayr bu bolluğa ka­vuşunca îtaattan ve topluluk içinde yaşamaktan daha hayırlı bir şey görmüş değilim, dermiş. Valilik makamında uzun müddet kal­mış.Ziyad onun bir hareketini beğenmemiş, o da Ziyad’e karşı gel­miş, bu yüzden hapse atılmış ve orada ölmüş. Bunda şayet dikkat edilecek nokta şudur: Nimete kavuşunca bu adamın o seriati-“biati değişmişti, ruhu kibarlaştı, müsamahalı ve şefkatli oldu. Ta­assup ve şiddetten eser kalmadı.

Kureyş’e Kinleri, Hilâfet Gâsıbî Saymaları

Hz. Ali’ye ve ondan sonra da Emevîlere karşı duran Hâricile­rin çoğunun bu inançlarında, ıslâh üzere olduklarını söylemiştik. Fakat biz bununla, onları Hükümete karşı isyana sürükleyen bu akidelerden başka sebepler yok demek istemiyoruz. Bunun en açık misâli şudur: Hâriciler, Hilâfete yalnız Kureyş’in geçmesini çeke­miyorlar, başkalarının değil de, ancak Kureyş’in hâkim olmasını kıskanıyorlardı. Gerçekten Hâricilerin ekserisi Rabîa Kabilelerin­den idiler. Bunlarla, Mudar Kabileleri arasında cahiliyet zamanın­dan beri eski bir düşmanlık vardı. İslâmiyet bu düşmanlığın şid­detini biraz azaltmış ise de, büsbütün kaldıramamıştı. Kalblere gizlenmiş, ruhlara sinmiş bâzı cahiliyet izleri kalmıştı. Bunlar, Hâ­ricilerin mezhebine ve görüşüne kapılanların gör’iş ve mezheble-rinde —farkına varılmadan, sezilmeden— kendini gösterdi. Bazan insan ruhunu, öyle bir arzuya sardırır ki, muayyen bir fikre sap­lanır kalır, ıhlâs peşinde koştuğunu zanneder, aklı kendisini doğ­ruya götürdüğü kuruntusuna kapılır. Bunlar hayatta daima görü-lenfişlerdir. insan, kendisine elem veren şeye yakın olan, her dü­şünceden nefretle kaçar. Mademki bunun böyle olduğu bir gerçek­tir. Ekserisi Rabîa Kabilelerinden olan Hâriciler de baktılar ki. Ha-lifeleV, aralarında düşmanlık bulunan Mudar Kabilelerinden seçi­liyor, onların hükümlerinden nefret ettiler. Bu nefretin tesiri al­tında kalarak Hilâfet mes’elesinde farkına varmaksızın bambaşka bir fikre saplandılar. Onu mahz-ı dîn saydılar, İhlasın özü sandılar. Dîne ihlâsla bağlanmaktan, Allah ‘a yönelmekten başka bir maksat­ları olmadığı zannına kapıldılar. İçlerinde gerçekten ihlâs sahibi, her hangi bir kötü garazdan uzak kalan kimse de yok değildi. Fakat. umumiyetle haklarında verilen hüküm böyledir. Kalplerde gizli olanı en iyi bilen Allah’tır.

Haricîlerin Çoğu Araptır

Hâricilerin ekserisi Araptır. Aralarında mevâliden olanlar ga­yet azdır. Halbuki Hâricilerin Hilâfet hakkındaki görüşüne göre» şartları mevcut olunca, mevâli de Halife seçilebilmek hakkım ha­izdi. Çünkü onlar Hilâfeti her hangi bir ırkı münhasır görmüyor­lardı. Bu görüş mevâlinin işine uygun düşmektedir. Fakat mevâli-nin Hâricilerin mezhebinden nefret etmelerinin sebebi şudur: Hâ­riciler mevâliden hoşlanmıyordu. Onlarda da koyu Arap taassubu vardı. Nehc’el-Belâğa sarihi îbn-i Ebî Hadîd naklediyor: Mevâli­den bir adam Hâricilerden bir kadınla evlenmek üzere dünürlük yolladı. Hâriciler buna kızdılar; kadma:

— Bizi rezil ettin, dediler.

Eğer bu asabiyet dâvasını bıraksalardı, mevâliden onlara da­ha çok uyanlar olurdu.

Hâriciler arasında mevâli az olmakla beraber bâzı fırkaların­da onların tesirini görüyoruz. Meselâ Yezidiye [3]fırkasının iddia­sına göre; Âllah’u Teâlâ Acemden, Arap olmayanlardan bir pey­gamber gönderecek, ona gökten bir kitap indirecek, onunla, Şe-riat-ı Muhammediye’yî nesh edip kaldıracakmış. Meymûniye[4] fırkası ise bir adamın öz evlâdının kızlarını, gerek erkek, gerek kız kardeşlerinin evlâtlarının kızlarım, nikahlanıp almasını mubah gö­rürler.[5] Görülüyor ki, bunlar ibahaciîik prensibidir. Bunların İran mahsulü olduğu açıktır. Çünkü Mecûsi Farslar, İranlı bir Pey­gamber beklemekte oldukları gibi bu türlü nikâhları da mubah saymaktadırlar.

 Basit Ve Sathî Görüşleri

Yukarıda Hâricilerin nasıl bir zihniyet taşıdıklarını, onların hâlet-i nahiyelerini Öğrenmiştik. Gerçekten onların akideleri, basit ve sade akıl ve fikirlerinin mahsulüdür. İnançlarında sathî görüş­leri, Kureyş’e ve bütün Mudar kabilelerine düşmanlık kendini gös­termektedir.

a- Birinci görüşleri —ki bu, onların en doğru ve sağlam gö­rüşleridir— Halîfenin bütün müslümanların hür ve serbest seçimiyle o makama getirilmesidir. Bu seçim bir fırkaya veya bir top­luluğa mahsus değildir. Adaleti icra ettikçe, dîne uydukça, hatadan ve sapıklıktan uzak kaldıkça Halîfe sayılır. Eğer doğru yoldan sa­parsa azli ve katli lâzım gelir.

b- Onların görüşlerine göre Halifelik, Arap kabilelerinden, soylarından hiçbir aileye mahsus değildir. Başkalarının dediği gibi Hilâfet yalnız Kureyş’in hakkı değildir.Bu ancakArablara mahsus olup Arap olmıyanlar o haktan mahrum edilemez. Müslüman­lar hepsi bu hususta müsavidir. Hattâ haktan ayrıldığı, doğruyu bıraktığı zaman azli ve katlık olay olsun diye Halîfenin Kureyş’den başkasından olmasını tercih bile ederler. Çünkü; onu koruyacak kuvvetli asabiyet sahibi kabile bulunmıyacağından azli kolay olur. Başları olan Abdullah b. Vehb bu esasları kurdu ve bunlar dahi­linde onu kendilerine reis seçerek ona Emîr’ül-Mü’minin unvanını verdiler. Halbuki o, Kureyş’ten değildi. Bu başlangıç diğer Müslü­manları onlara uymağa, mezheblerini benimsemeğe teşvik edici olmalıydı. Fakat onların mevâliyi hakîr görmeleri, Müslümanların kanım helâl saymaları, kadınları ve çocukları bile esir etmeleri, Hz. Ali’nin ve Ehl-i Beytin çoğunun imamlarına ta’n ile dil uzatmaları, bütün bunlar Müslümanların onlardan yüz çevirmelerine sebep oldu.

c- Burada şunu da kaydedelim ki. Hâricilerin Necdât Kolu halkın bir halife seçmesine bile lüzum görmezler. Müslümanlara lâzım olan aralarında adalete riayet etmeleridir. Eğer bu cihet on­ları hakka riayete sevkeden bir imam olmaksızın tamam olmazsa, o zaman bir imam seçerler. Halife seçimi şer’an vâcib değildir. Maslahat icap derse, buna ihtiyaç hâsıl olursa seçmek caizdir, vâ­cib değildir.

ç- Hâriciler günah işleyenleri kâfir sayarlar ve bu işte bi­lerek, kötü maksatla günah işlemekle hataya düşmek arasında hiç­bir fark yapmazlar. Bunun içindir ki, hakem tâyin ettiğinden dola­yı Hz. Ali’yi tekfir ederler. Halbuki Hz. Ali hakem tâyinine kendi arzu ve ihtayariyle gitmemişti. Haydi teslim edelim ki, hakem tâ­yinini kendisi istedi, bu içtihadında hata eden bir müçtehit duru­munu aşmaz. Müctehidin ise hatası bağışlanır. Onların Hz. Ali’yi tekfir etmeleri içtihatta hatanın müetehidi dinden çıkardığına inandıklarını gösterir. Kendilerine cüz’i bir muhalefeti olan Talha, Zübeyr, Osman ve diğer Ashabın uluları hakkında ayni şeyi ya­pıyorlar, îçtihadlarında hatalarından dolayı onları tekfir ediyorlar. Nehc’el-Belâğa Şârihiİbn-i Ebî Hadid, günah işleyenleri kâfir say-maları hususunda onların tuttukları delilleri getirerek, onları bi­rer birer reddedip çürütmüştür. Nasıl reddettiği bizim için o ka­dar mühim değildir. Bizim için burada mühim olan şey; onların nokta-ı nazarlarını, nasıl düşündüklerini gösterme bakımından on­ların delillerini bu vasıta ile öğrenmiş olmaktır. Bu delillerden on­ların düşüncelerinin ne kadar sathî olduğunu bahislerinde hiç derinleşmediklerini,mevzuu etrafiyle kavrayamadıklarını açıkça gö­rüyoruz. .

Bu delillerden bâzısına göz atalım: «Mekke’ye gitmeye yolculu­ğa takati olan kimselere, Beyt-i Şerifi ziyaret ile Hacca gitmeleri farzdır. Her kim küfür ederse, Allah-u Teâlââlemlerden müstağ­nidir.»

İnceleyin:  Fıkıh Usûlü

Ayet; Haccı terk edeni kâfir sayıyor. Haccı terketmek büyük günahtır. Öyle ise Hâricilere göre büyük günah işleyen her kimse kâfir olur. Diğer delilleri:

«Kim ki Allah’ın inzal ettiğiyle hükmetmezse, onlar kâfirler­den olur.»

Her günah işleyen kimse, onlarca, Allah’ın inzal ettiğiyle amel etmiyor dernektir ve kâfir olur. Diğer delilleri :

«O gün bâzı yüzler beyazdır, bâzı yüzlerse kapkara olur. Yüz­leri kara olanlara denir :Siz îmandan sonra küfür ederseniz ha, küfür ettiğinizden dolayı şimdi azabı tadın bakalım.»

Fâsık olan kimse, yüzü beyaz olanlardan olamaz. Öyle ise, o yüzü kara olanlardan olması lâzım gelir. Yüzü kara olanlar ise kâfirdir.

«O gün bâzı yüzler parlar, güler, sevinir; bir takım yüzler de tozlu topraklı, karanlık onu sarar, işte bunlar kâfirler ve fâcirler-dir» (Abese: 38-42)

Fâsıkın yüzü kir-pas içindedir, onun kâfirlerden olacağı mu­hakkaktır. «Zalimler Allah’ın Âyetlerini inkâr ederler.» Zalimler münkirdir. İnkâr ise kâfirlerin sıfatıdır.[6]

Bu delillerin hepsi naslara sathî bakışın mahsûlüdür.Âyetle­rin maksadını anlayamamışlar, esrarını kavrayamamışlardır. Hz. Ali kendi zamanındaki Hâricilerle münakaşa yapar, kesin delillerle onlan sustururdu. O sözlerden bâzıları şunlardır :Haydi inatla be­nini hata ettiğimi ve dalâlete düştüğümü iddia ediyorsunuz, fakat neden benim dalâletim yüzünden bütün Muhammed Ümmetini ve Âl-i Beyti dalâlette sayıyorsunuz. Niçin benim hatamla onlan mua-haze ediyor,benim günahımla onları nasıl olup da kâfir sayıyorsu­nuz. Kılıçlarınız omuzlarınızda, onları yara olan yere de, yara ol-mıyan yere de hemen vuruyorsunuz. Günah işleyeni, günâh işlemi-yenle karıştırıyorsunuz. Siz de bilirsiniz ki, Hz. Peygamber evli ol­duğu halde zina yapanı recm etti, sonra onun cenaze namazını kıl­dı, sonra ehlini onun malına mirasçı yaptı. Katili kısasan öldürdü, elini kesti, evli değilken zina yapana had vurdurdu, sonra onlara diğer Müslümanlarla beraber ganimet malından hisse verdi, Müs­lüman kadmlariyle onları evlendirdi. Hz. Peygamber onlan bu gü­nahlarından dolayı cezalandırdı, onlar hakkında emir olunanı ye­rine gelirdi. Fakat onları îslâm topluluğundan dışarı saymadı. Islâmın onlara verdiği hisselerini menetmedi. Onların isimlerini Müslümanlar listesinden çıkarmadı.»

Bu sözler o inatçıları susturacak mahiyettedir. Bunların etra­fında gürültü kaldıramazlar. Hz. Ali onlara karşı kitaptan değil de, bizzat Hz. Peygamberin işlediği fiillerden delil getirdi. Çünkü fiil tevil taşımaz. Başka türlü anlaşılmağa tahammülü yoktur. Onların sathî görüşlerine meydan vermez. Onların ancak bir tarafı gö­ren bakışları, ibarelerin bütününü anlamaktan uzaktır. Sözleri yanlış ve noksan anlıyorlar. Onun için Hz. Ali onlara amelî delil­ler’ gösterdi, onların yanlış anlayışa giden tevîl yollarını kapadı. Onların bozuk ve fâsık görüşlerini reddetti.

Çok İhtîlâfçı Olmaları

Hâricilerin ekserisinin benimsediği inançlar bunlardır. Bunla­rın dışında aralarında anlaşamadıkları bir çok ihtilâf noktaları vardır. Hâricilerin kusurlarından biri de çok ihtilâfçı, kavgacı ol­malarıdır. En ufak ve ehemmiyetsiz bir mes’ele yüzünden araların-da hemen ihtilâf çıkar, kavga kopardı. Belki de onların sık sık boz­guna uğramalarının sebebi .de budur.

Emevîler zamanında Mühelleb b. Ebî Sufra Müslüman halkı onların saldırganlıklarından korunmak için bir kalkan vazifesini görürdü. Onları birbirinden ayırarak kuvvetlerini parçalamak için aralarındaki bu ihtilâfları fırsat bilirdi. Aralarında ihtilâf çıkar­mak için vesileler yaratırdı. îbn-i Ebî Hadıd’in nakline göre: Hâ­ricilerin. Ezânka kolundan bir demirci gayet zehirli   oklar yapar,bunları Mühelleb’in adamlarına  atarlar, öldürürlerdi. Bu durum Mühelleb’e arz olundu. O da :.

—  Ben bunun çaresini bulurum, dedi ve adamlarından birine bir mektupla bin dirhem para vererek onu Hâricilerin Kumandanı­nın bulunduğu yere gönderdi ve ona bu mektupla   parayı gizlice oraya bırakmasını tenbih etti. Mektupta demirciye hitaben şunlar yazılıydı:

«Yapıp gönderdiğin okları aldım. Sana bin dirhem gönderiyo­rum. Bunları al ve bize daha çok ok gönder.»

Bu mektupla parayı bulanlar derhal kumandanları olan Kata-rî’ye koştular ve işi haber verdiler. O da demirciyi çağırtarak :

—  Bu mektup ne? diye sordu.

—  Bilmiyorum, dedi.

—  Bu paralar ne?

—  Haberim yok, cevabını verdi. Herifin hakikaten bir şeyden haberi yoktu. Fakat inkâr ediyorsun diyerek demirciyi   öldürttü. Benî Kays b. Sa’lebe’nin reisi olan Abdurrabbihgelerek Katarî’ye itiraz etti ve :

—  İnceden inceye araştırmadan bir adamı öldürdün, dedi. Katarî de :

~ İnsanların yararına, umumî maslahat uğrunda bir adamı öldürmek kötü bir şey sayılmaz, imamın yararlı gördüğü şeyle hük­metmek hakkıdır. Tebaanın buna itiraza hakkı yoktur, dedi.

Bu cevabı Abdurrabbih beğenmedi ve cemaatıyle ondan ayrıl­mak istediyse de adamları buna yanaşmadılar. Mühelleb bunu ha­ber alınca başka bir çare düşündü. Bir Hıristiyan kişi buldu. Ona oldukça mühim bir para mükâfat vaad ederek şu talimatı verdi:

—  Hâricilerin başı olan Katarîyi gördüğün zaman ona secde et, seni bundan menetse de ben sana secde ediyorum de.

Hıristiyan böylece yaptı. Katarî :

.— Secde ancak Allah’a yapılır, dediyse de o:

—  Ben sana secde ediyorum işte, dedi.

Orada bulunan Hâricilerden biri hemen ileri atıldı:

—  O, Allah’ı bırakıp sana secde ediyor. Kur’ân, «Sizler ve Al­lah’tan gayri taptıklarınız Cehennem odunudur» diyor. Sen de Ce­hennem odunlarından oldun, dedi.

Katarî kendini şöyle müdafaa etmek istedi:

—  Hıristiyanlar, Hz. îsâ’ya taptılar, fakat bu îsâ’ya bir zarar verdi mi?

Diğer bir Hârici hemen ayaklandı ve Hıristiyanı derhal öldür­dü. Katarî bu işi beğenmedi, diğer Hâriciler de Katarî’nin bu hare­ketini beğenmediler, inkâr ettiler. Bu vaziyeti Mühelleb duyunca onlara adam gönderdi ve şunu sordurdu:

—  İki adam var, bunlar muhacir olarak size gelmek üzere yola çıksalar, bunlardan biri yolda ölse, diğeri sağ ve salim olarak size ulaşsa onu imtihana çekseler, fakat muvaffak olmasa, bunlar hak­kında ne dersiniz?

Bâzıları: Yolda ölen kimse cennetliktir, imtihan veremiyen kâfirdir dediler, bâzıları ise: Her ikisi de kâfirdir, dediler. Böylece aralarında ihtilâf başladı. Bu ihtilâf üzerine Katarî Islahat hudu­duna gitti bir ay orada kaldı, adamları ihtilâfa devam ettiler.[7]

Görülüyor ki Mühelleb, bu büyük kumandan onların kinleri­ni körükleyerek basit görüşlerinden nasıl istifade etmiye çalışıyor. O zaif düşünceli kimseler arasında düşmanlığı alevlendiriyor, ih­tilâfı körüklüyor. Böylelikle onların kinlerini birbirine musallat ediyor. Müslümanlara saldırmağa takatlan kalmasın diye onları birbiriyle uğraştırıyor. Zaten Hâricilerin kendi aralarında ihtilâfla­rı pek çoktu. Hariçten aralarına ihtilâf tohumu saçmağa lüzum kal­maksızın birbiriyle ihtilâf halinde idiler.

Muhammed Ebu Zehra – Ebu Hanife

DİPNOTLAR

[1] Bu Abdullah’ın babası Habbâb, ilk Müslümanlardan olup müşrik­lerden çok eza.ve ceîa görmüştür. Ümmü Enmâr İsminde bir İcadının kölesi İdi. Başka efendisi gelmek üzere Kureyş müşriklerinden neler çekmedi. Müş­rikler, diğer zayıf Müslümanlarla’ona çok işkence yapardı.’ Kızgın demirler­le vücudunu dağlayıp dininden çevirmeğe çalışıyorlardı. Bir gün bu işken­celer canına tak dedi. Kabe’de oturan Peygamber’in yanına gelip:

—  Ya Resûlullah, Allaha dua etsen de bizi kurtarsa, dedi. Peygamber Efendimiz onu şöyle teskin etti:

—  Sizden önce öyle müminler vardı ki, etleri demir tarakla taranıp parça parça soyuldu, boyunları destereyle biçilirdi. Fakat yine   dinlerinden dönmezlerdi, iyi günler gelecek, kurtla koyun bir arada gezecek, buradan kalkan bir yolcu emniyet içinde Yemen’e ulaşacak.

Bir gün müşrikler Habbâb-ı kızgın kömür üzerinde yaktılar, vücudunu kızgın demirle dağladılar. Aradan yıllar geçtikten sonra bunu Hz. Ömer’e anlattı, ona sırtını gösterdi; yanık yerleri halâ belli İdi. 36 senesinde Kû-fe’de öldü. Ne gariptir ki, oğluna da biz Müslümanız, diyen Haricîler kıydı!

[2] Müberred, El-Kamil, c. II, s. 143.

[3] Yediye: Haricilerden Yeziö b. Ebî Enîse’ye tâbi olanlardır. Bunlar Hâricilerden ayrılınca Sicistan’da yerleştiler. İran görüşleri onlara da te­sir etti, birçok şeyler karıştı.

[4] Meymüniye: Meymûn Acredîye tâbi olanlar.

[5] Abdulkahir Bağdadî, El-Park Beynel-Fırak.

[6] İbn-i Ebi Hadid, Nechül-Belâga Şerhi, c.  II,  s. 307-308

[7] İbn-i Ebî Hadld, Nehcul’l-Belâga Şerhi, c. I, s. 401.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir