Hadisleri Anlamada Yöntem

1009tp91p3a Hadisleri Anlamada Yöntem

SORU 33: Hadîsleri anlamada hangi ilkelere dikkat edilmelidir, han­gi ilkeler ışığında hadîsler anlaşılmalıdır?

Hadîsleri anlama meselesi her zaman güncelliğini korumuştur. Hadîsleri anlama ve yorumlama, büyük bir ilim, birikim ve tecrübe işidir. Hadîslerle yoğrulan insan onları anlama konusunda epey bir meleke kesbeder. Bununla birlikte hadîsleri anlama ve yorumlamada dikkat edilecek bazı ilkeler de vardır. Bu ilkelerin farkında olarak ha­dîsleri yorumlamak, bu ilkeler ışığında hadîsleri anlamak insana yeni bakış açıları kazandırabilir. Çağımızda hadîsleri anlamada Karadavî’nin geliştirdiği bir sistem vardır. Ayrıca doktora tezimizde biz de hadîslerin anlaşılmasında bazı ilkelere dikkat çektik. Bunları bir bü­tün olarak değerlendirdiğimizde hadîsleri anlama ve yorumlamada şu ilkelere dikkat etmemiz gerektiği söylenebilir:

1-Hadîsler Kur’ân ışığında anlaşılmalıdır:

Hadîs Kur’ân birlikteliği vazgeçilmezdir. Hadîsler muhakkak Kur’ân ışığında anlaşılmalıdır. Hz. Peygamber’in Kur’an a aykırı bir şey söylemesi düşünülemez. Hadîslerde gerçekten Kur’ân’a aykırı bir şeyler varsa ya onu Hz. Peygamber söylememiş, birileri uydurmuştur ya da râvîler sika ise onu Hz. Peygamber’e nisbette hata yapmışlar­dır. Bununla birlikte hadîslerin Kur’ân’a aykırılığı konusunda olduk­ça dikkatli davranılmalıdır. Zira her önüne gelenin “Bu hadîs, Kur’ân’a aykırıdır.” demesine elbette itibar edilemez. Hatta günü­müzde hadîslerin Kur’ân’a aykırı olduğu iddiasının çoğu kere İlmî ol­mayan, sübjektif, ideolojilerin etkisine açık yapımızdan kaynaklandı­ğı bir vakıadır. Yine de elbette teorik olarak bu ilke muhafaza edil­melidir.

“Hadîslerin Kur’ân ışığında anlaşılmasını” iki şekilde düşünmek gerekir. Birincisi hadîslerin Kur’ân’a aykırı olma durumunda redde­dilmesi; diğeri ise Kur’ân’la uyumlu bir şekilde yorumlanmasıdır. Garanık rivayetlerini, Hz. Âişe’nin sediri altındaki Kur’ân sahifelerini bir keçinin yemesi rivayetini ilk gruba örnek olarak verebiliriz. Şefâatle ilgili hadîsleri, ğayb haberleri de ikinci gruba misal olabilir.Özellikle bazı hadîsler vardır ki, bir kısım ayet dikkate alınarak onlar reddedilmektedir. Oysa Kur’ân’a bütüncül yaklaşım oldukça önemlidir. Mesela şefâati reddeden ayetler vardır. Ancak şefâate izin veren bir ayet de vardır. Hadîslerde de şefaat oldukça fazla geçtiğine göre, Kur’ân ve hadîsleri birbiriyle uyumlu bir şekilde yorumlamak gerekir. Aynı şey ğayb haberleri için de geçerlidir. Bugün Hz. Peygamber’in ğaybı bilemeyeceğini dillendirenler, bunu Hz. Peygam­berin beşer oluşuyla temellendirmektedir. Doğrudur; bunu vurgula­yan ayet ve hadîsler vardır. Ancak Allah’ın razı olduğu elçilerine ğaybından dilediğini bildirebileceğine dair ayet de bulunmaktadır. Ko­nuyla alâkalı pek çok da hadîs vardır. Burada bir çelişki görmek ye­rine, Kur’ân ve hadîsleri uygun tarzda yorumlamak herhalde daha isabetli bir yoldur.

Bazen karar vermenin oldukça zor olduğu hadîsler vardır. Zahi­ren problem açıktır; ama biraz da “Nasıl böyle bir rivayet olur!” duygusuyla zorlanılan anlar vardır. Mesela Karadavî konuyla alâkalı bir örnek üzerinde durmuş ve tavakkuf ettiğini söylemiştir. Şöyle der: “Ebû Dâvûd ve başkalarının rivayet ettiği; ‘Kız çocuğunu diri diri gö­men kadın ve gömülen kız cehennemdedir.’ (Ebû Dâvûd, hd. no. 4717) şeklindeki hadîste tevakkuf ettim. Hadîsi okuduğumda göğsüm daraldı (içim sıkıldı) ve ‘Belki hadîs zayıftır. Bu sahanın ehlinin bildi­ği gibi Ebû Dâvûd’un Süneninde her rivayet ettiği, sahih değildir.’ dedim. Ama açıkça onun sahih olduğuna hükmedenleri buldum. Ona benzer bir hadîs şöyledir: ‘Kızı diri diri gömen kadın ve gömülen kız cehennemdedir. Şu istisnayla ki gömen İslâm’a yetişsin de Müslüman olsun.’ Yani gömen kadının cehennemden kurtulma fırsatı var, ama gömülenin hiç fırsatı yok! Burada ben de diyorum ki: Hadi, kızı gö­men cehennemde, peki gömülenin durumu nedir? Halbuki onun da cehennemde olduğuna hükmetmek, Allah Teâlâ’nın: ‘Kız çocuğunun hangi suçtan dolayı öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman…’ (Tekvîr, 8-9) şeklindeki ayetine ters düşmektedir. Hadîsi hangi yönde an­ladıklarını ve şerh edenlerin ne dediklerini görmek için şerhlere baş­vurdum; fakat sadra şifa veren (susuzluğu gideren) hiçbir şey bulama­dım.” (Sünneti Anlamada Yöntem, 242)

Anlaşılması zor hadîslerden biridir. Şayet bir yorumu mümkünse şöyle denilebilir mi? “Kız çocuğunu diri diri gömen ve gömdürten ce­hennemdedir.’ Lafızdan bu anlaşılmaz, ancak râvinin hataen bazı ke­limeleri düşürdüğü göz önüne alınırsa bazı kelimeleri takdir etmek süreriyle bu manayı vermek mümkündür.

2-Bir konuda bütün hadîslerin bir arada değerlendirilmesine dikkat edilmelidir.

Oldukça önemli bir ilkedir. Bunu da iki şekilde düşünmek gere­kir. Biri aynı konuyla alâkalı tüm hadîsleri bir araya toplamak; diğe­ri ise bir hadîsin tüm tariklerini birlikte değerlendirmektir. Hadîsler söz konusu olduğunda tam manayı ancak bu işlemlerden sonra inşa etmek mümkündür. Elbisesini yerde sürüyenlere yapılan tehdidin se­bebini diğer hadîslerden anlıyoruz. Tehdit kibir sebebiyle böyle ya­panlara yöneliktir. Pulluk, sapan gibi tarım aletlerinin bir kavmin evine girmesiyle Allah’ın oraya zelillik sokmasına dair hadîste böyle-dir. İlk bakışta bu anlaşılamamaktadır. Zira tarımla uğraşmak yeril­miş bir şey değildir. Ama başka rivayetlerden anlaşılıyor ki, bu özel bir duruma hastır. Mesela yapması gereken bir farzı (özellikle ciha­dı) terk edip de ziraatla uğraşanlara yönelik bir tehdit olsa gerektir. Bu durumda cihad yapıp vatanı düşmandan korumak elbette ziraat- le meşgul olmaktan çok daha evladır. Kadınların kaburga kemiğin­den yaratıldığına dair hadîste böyledir. (Buhârî, Enbiyâ, 2) Hadîsin diğer tariklerinde “kadınların kaburga kemiği gibi” (Müslim, Rada’, 65) olduğu belirtilmekte aslında hadîste bir teşbih yapıldığı ortaya çıkmaktadır.

3-Hadîsler arasında görünürdeki ihtilâf önce yorumlanmak, buna imkân yoksa neshe kâil olmalı veya tercihe gidilmelidir.

Konuyla alâkalı pek çok örnek bulmak mümkündür. Birkaç tane zikredelim: Buhân, “Açları doyurun, hastaları ziyaret edin, esirleri hürriyete kavuşturun.” şeklinde bir hadîs rivayet etmiştir. (Et‘ime İbn Hacer, bu hadîsin başka bir yerde “açları doyurun” ifadesinde bedel olarak “da’vete icabet edin” lafzıyla geçtiğini belirtir. Bu durumu şöyle izah eder: “Her ikisinin mahreci birdir. Sanki bazı râviler di ğerinin ezberlemediğini ezberlemiştir.”

Buhârî, İbn Abbâs’dan Hz. Peygamber’in ihramlıyken bir baş ağrısı hastalığından dolayı başından kan aldırdığını rivayet etmişti. (Tıbb, 15) İbn Hacer’in belirttiğine göre Ebû Dâvûd, Enes’den “Hz. Peygamber ihramlıyken ayağındaki bir ağrıdan dolayı ayağından kan aldırdı.” (Menâsik, 35) şeklinde bir hadîs naklederek İbn Abbâs’a muhâlefet etmiştir. Ancak İbn Hacer, her iki rivayetin taaddüd ettiğinin, yani farklı sebeplerle ve farklı zamanlarda gerçekleştiğinin kabul edil­mesiyle ihtilâfın çözülebileceğini ifade etmiştir.

Buhârî, Abdullah b. Muğaffel (ö. 57) adlı sahâbinin sünnete mu­halefet eden bir şahsa “Artık bundan sonra seninle şu kadar şu kadar zaman konuşmam.” dediğini rivayet etmiştir. (Zebâih, 5) ibn Hacer, bu hadîste sünnete muhâlefet edenle konuşmamanın cevazının var ol­duğunu söyledikten sonra, bunun “üç günden fazla konuşmamaktan nehiy” hakkındaki hadîsle teâruz etmediğini söyler. Çünkü ona göre, nehiy hadîsi kişiyi kendi nefsi için terk etmekle ilgilidir.

Hz. Peygamber “İnsanların en hayırlısı kimdir?” şeklinde kendisine sorulan bir soruya “Canıyla ve malıyla cibad edendir.” buyurarak cevap vermiştir. (Rikâk, 34) İbn Hacer, bu hadîsin “İnsanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” hadîsine muarız olmadığını, çünkü buralardaki farklılığın şahıs ve durumlarla ilgili farklılık olduğunu söyler.

Buhârî, Hz. Peygamber’in “Ben, kıyamet gününde bütün insanla­rın seyyidiyim, bu neden bilir misiniz?…” buyurduğunu nakletmiştir. (Enbiyâ, 5) Aynî, bu hadîsle “Nebîler arasında beni üstün tutmayı­nız.” ve “Beni Yûnus Peygamber’e karşı üstün tutmayınız.” gibi hadîs­lerin arasının şöyle te’lif edilebileceğini belirtmiştir: “Buna, ‘Bu, Âdemoğlunun seyyidi olduğunu bildirmesinden önceydi.’ şeklinde cevap verilmiştir. Oysa faziletli amellerde icmâen nesh olmaz. Bu nedenle mezkûr ifadeler Hz. Peygamber’in tevazuundan kaynaklanmıştır de­nilebilir.”

Ebû Eyyûb el-Ensârî’den nakledilen bir rivayette, Hz. Peygamber “Sizden biri büyük abdest bozduğunda kıbleye dönmesin, sırtını da çevirmesin; doğuya ve batıya dönsün.” buyurmuştur. (İlim, 11) İbn Ömer ise, konuyla ilgili şunu söylemiştir: “İnsanlar ‘tuvalette kıbleye dönme ve Beyt-i Makdis’e dönme!’ diyorlar. Ben bir gün evimizin ar­kasına çıktım. Resûlullah’ı Beyt-i Makdis’e karşı iki kerpiç üzerinde otururken gördüm…” Aynî’nin naklettiğine göre, Ebû Hanîfe ilk ha­dîsin umumunu alarak hem sahrada hem de binalarda kaza-i hacet anında kıbleye dönmenin veya sırt çevirmenin caiz olmadığına istid­lal etmiştir. Zira birinci hadîsteki nehiyin sebebi kıbleye ta’zimdir. Bu da, çölde mevcuttur. İbn Hacer ise, İbn Ömer hadîsinin Ebû Eyyûb’e ulaşmamış olabileceğini belirtmiştir. Ona göre iki delille amel etmek birini ilga etmekten daha evla olduğu için İbn Ömer hadîsi binalarda kıbleye dönülmesine tahsis edilmelidir. Görüldüğü gibi İbn Hacer ih­tilâfı kabul edip bunu gidermeye çalışmıştır.

Buhârî’nin naklettiğine göre: “İbn Ömer, binit devesi üzerinde namaz kılardı ve vitir namazını da onun üzerinde eda ederdi.” (Tak- sîru’s-salât, 7) İbn Hanbel, İbn Ömer’in binit üzerindeyken vitir kıl­mak istediğinde inip kıldığına dair bir hadîs rivayet etmiştir, ibn Ha­cer, bu her iki durumu iki şekilde de amel ettiğine hamlederek bu du­rumların sebebini şöyle izah etmiştir: “İbn Ömer binit üzerinde vitri kılarsa, acelesi var demektir; iner, kılarsa acelesi yok demektir. Ay­nî ise, vitir namazının farzlarda olduğu gibi sadece yerde kılınmasının caiz olduğunu belirterek İbn Ömer’in devesinden inip yerde kıldığına dair rivayetlerle istidlâl etmiştir. Aynî bu hadîslerle Buhârî hadîsini karşılaştırarak şu izahı yapmıştır: “Bu hadîsler Buhârî’nin naklettiği hadîse muarızdır. Deliller vitrin yerde kılınmasının gerektiğini göster­mektedir. Özellikle bir râvi rivayet ettiğinin aksini yaptığında, rivaye­tinin mensuh olduğuna delâlet eder.”

Buhârî’nin rivayet ettiğine göre İbn Ömer, Hz. Peygamber’den on rekat bellediğini ve bunlardan birinin öğle namazından önce iki re­kat olduğunu; Hz. Âişe ise Hz. Peygamber’in öğle namazının farzın­dan önce dört rekat kılmayı terk etmediğini söylemiştir. (Teheccüd, 34) İbn Hacer’m belirttiğine göre Dâvûdî, bu durumun her iki şaha­bının gör üğü şeyi vasfettiğine hamledilmesi gerektiğini, ancak İbn Ömer’in dört rekattan ikisini unutmasının muhtemel olduğunu söylemiştir. Buna karşılık İbn Hacer, ikinci ihtimalin uzak olduğunu ve Hz.Peygamber’in bazen iki bazen dört kıldığını ifade etmiştir. Aynî, aksi ne İbn Ömer’in dört rekattan ikisini unuttuğuna hamletmenin daha uygun olduğu görüşündedir.

Buhârî Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî ve Mescid-i Aksa’nın dışında herhangi bir mescide yolculuk yapılamıyacağına dair bir hadîsi (Fadlu’s-salât fî Mescid-i Mekke ve’l-Medîne, 1) ve Hz. Peygamber’in her cumartesi Kuba Mescidi’ne gittiğine dair bir hadîs rivayet etmiş. tir. Her iki şârih de hadîslerin arasında teâruz olmadığını, Hz. Peygamber’in Kuba Mescidi’ne ibadet için değil, ensârı ziyaret etmek ve durumlarıyla ilgilenmek için gittiğini ifade etmiştir.

Buhârî, Ebû Mûsâ el-Eşarî’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:! “Hz. Peygamber bir kimsenin diğer bir kimseyi övdüğünü ve onu övmede ileri gittiğini işitti de ‘Siz o adamı aldatıp öldürdünüz veya onul şişirerek adamın arkasını yardınız’ buyurdu.” (Şehâdât, 17) Aynî, bu hadîsin yanında bizzat yüze karşı övmekle ilgili sahîh hadîslerin var! olduğu söylenirse şu şekilde cevap verilebileceğine belirtmiştir:! “Nehy hadîsi övgüde aşırı gidenlere veya övgü sebebiyle nefsine yenik düşebileceklere hamledilmelidir. Aksi takdirde nehiy yoktur.”

Buhârî kişinin önüne yemek konulduğunda namazdan önce yemek yemesine dair üç hadîs nakleder. (Ezân, 42) Aynî bununla teârua eden Ebû Dâvûd’un “Ne yemek ne de başka şey için namaz te’hiıl edilmez.” şeklinde naklettiği hadîse şu şekilde cevap verilebileceğini belirtmiştir: “Hadîs, zayıftır. Sahîh kabul etsek bile, başka bir manal da değildir. Vakit genişse yemeğe başlanır, darsa namaz kılınır de mektir. Böylece çelişmeksizin her ikisinin manası birleştirilmiş olur.

Buhârî, Ebû Seleme’nin şöyle haber verdiğini nakletmiştir: “Ben Ebû Hureyre’nin ‘ize’s-semâ’un şekkat’ sûresini okuyup secde ettiğini gördüm. ‘Ya Ebâ Hureyre! Ben seni secde ederken görmedim mi?’ dedim. Ebû Hureyre ‘Ben Peygamber’i bu sûrede secde ederken görme seydim, secde etmezdim.’ dedi.” (Sucûd, 7) Buna karşılık her iki şârih Ebû Dâvûd’un İbn Abbâs’dan şunu rivayet ettiğini kaydetmiştir: “Re sûlullah, Medine’ye geldikten sonra hiç bir mufassal (kısa âyetli) sûrede secde etmedi.”

İbn Hacer, aradaki teâruzu şöyle gidermeye çalışır:

a-ilim ehil hu hadîsi zayıf kabul etmiştir.

b-Tercih durumunda müsbit nafiye mukaddemdir.

Ayni ise şu izahı yapar:

a-Hadîs, zayıftır.

b-Ebû Hureyre’nin Müslüman olması Resûlullah’ın vefatından Üç sene önce Medîne’de gerçekleşmiştir.

Buhârî, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Siz­den sonra bir kavim gelecektir ki, onlar hıyânet edecekler, kimse bun­lara itimad etmeyecek ve bunlar şahitlik etmeleri istenmeden şahitlik edecekler.” (Şehadât, 9) Her iki şârihin belirttiğine göre, Müslim’in rivayet ettiği şu hadîs buna muarız gözükmektedir: “Şahidlerin en ha­yırlısını size haber vereyim mi? Şahidliği istenmeden şahidliğe gelen­dir.” (Akziye, 19)

Bu iki hadîs hakkında alimler üç gruba ayrılmıştır:

a-Ehl-i Medine’nin rivayeti olduğu için Müslim hadîsini kabul edenler

İnceleyin:  Hz.Peygamber'in Gayb'den Haber Vermesi,Kurana Aykırı Mı ?

b-Müslim naklettiği hadîsle infirad ettiği için Buhârî hadîsini tercih edenler

c-Her iki hadîsi cem edenler.

Her iki şârihin çeşitli cem yollarından biri şudur: “Kişinin şahid­liği istenmeden şahidlik yapabilmesini kabul etmeyenler, Müslim ha­dîsini şahitliğin yerine getirilmesinde mübalağa yani vurgu kastedildi­ğine hamlettiler. Müslim hadîsinin umumundan dolayı kişinin şahit­liği istenmeden şahitlik yapabileceğini kabul edenler, Buhârî hadîsini yalancı şahitlik yapmaya hamlettiler.”

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Vallahi ben Allah’a yetmiş defadan fazla istiğfar ederim.” (Da‘avât, 2) Her iki şârih, Resûlullah masum olduğu halde onun istiğfar etmesini problemli görmüştür. Zi­ra onlara göre istiğfar, masiyeti çağrıştırmaktadır. Bununla ilgili ola­rak Aynî çeşitli yorumlarda bulunmuştur:

a-Peygamber ibadet olsun diye istiğfar ederdi.

b-Ümmetine öğretmek için böyle yapardı.

c-Evla olanı terkettigi için istiğfar ederdi.

d-Tevazuundan dolayı böyle derdi.

Buhârî’nin tahric ettiği bir kudsî hadîste Allah şöyle buyurur: “Âdemoğlu dehre söver. Halbuki ben dehrim. Gece-gündüz benim elimdedir.” (Edeb, 101) Her iki şârih, câhiliye ehlinin dehr ile ilgili inancını eleştirmek bakımından hadîsin bu şekilde vârid olduğunu belirtmiştir. Ayrıca İbn Hacer Allah’ın dehr olmasını üç şekilde te’vil edilebileceğini ifade etmiştir:

a-Allah bütün işleri tedbir edendir.

b-Dehrin sahibidir.

c-Dehri evirip çevirendir. Bundan dolayı hadîsin sonunda ‘Gece-gündüz benim elimdedir.’ ifadesi vaki olmuştur.

 

4-Hadîsler varid olduğu sebep ve şartlar ışığında anlaşılmalıdır.

Bu ilke hadîslerin bağlamını bilmenin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bağlamı bilmek bir sözden ne kastedildiğini anlamak için en iyi yöntemdir. Birkaç örnek verelim:

Buhârî Sahihinde şöyle bir olay nakletmektedir: “Ukl kabilesin­den sekiz kişi Resûlullah’a geldi ve onunla Islâm üzerine bey’atlaştılar. Müteakiben Medîne arazisinin havası onlara ağır geldi de hasta­landılar. Onlar, bu hastalıklarını Resûlullah’a arz ettiler. O da ‘Bizim çobanımızla beraber develerin yanma gitseniz, onların sütlerinden ve bevillerinden içseniz’ buyurdu. Onlar da ‘Peki’ deyip develerin yanla­rına gittiler, süt ve bevillerinden içtiler ve sıhhat buldular.” (Diyât,I 22; Vudu*, 66)

Hadîste görüldüğü gibi, necis olduğu bilinen deve bevli, Hz. Pey­gamber tarafından hasta olan insanlara tavsiye edilmektedir. Böyle bir fiilin sebebi -hastalık ifadeleri geçse dahi- hadîste açıkça ifade edilme­mektedir. Geçmiş alimler tarafından bu olay fıkhî açıdan ele alınmış, dolayısıyla deve bevli o kişilere özel bir ruhsat olarak değerlendirilmiştir. Ancak bu, meseleyi tam olarak izah etmemektedir.

Ahmed Naim konuyla ilgili bazı izahlarda bulunmuştur. Ona göre, Arab’ın deve bevli ile tedavi ettiği muhakkaktır.

Hatta Müslüman tıpçıların müteahhirlerinden sayılan Dâvûd-i Antakî’nin tezkeresinde, umûmen bevillerin tıpta kullanıldığı zikredilmektedir. Müellif, bevlin yedi türlü hastalığa deva olduğunu söylemektedir. Ed-Demirî de Hayâtu’l-hayavân’da deve bevlinin iki tıbbî özelliği bulunduğunu söyle­mektedir. Ahmed Naim’in ifadelerinden, Arap kültüründe ve tıbbında deve bevlinin önemli bir yeri olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlam, yani sebep dikkate alındığında hadîsin anlaşılması kolaylaşmaktadır.

Buhârî’nin Ebû Hureyre’den naklettiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Hastalığın bulaşması yoktur. Safer yoktur. Bay­kuş ötmesi de yoktur.” (Tıbb, 19)

İlk bakışta burada sayılan unsurlardan ne kastedildiği anlaşılama­maktadır. Yine Ebû Hureyre’den nakledilen başka bir tarikte, sadece “hastalığın bulaşmamasına” yapılan vurgunun nedeni ortaya çıkmak­tadır. Bu rivayete göre bir bedevî, “Ey Allah’ın Resûlüi Öyleyse benim geyikler gibi sağlam ve kumluk arazide yaşayan develerime ne dersi­niz? Uyuzlu bir deve gelip de bu sağlam develerin arasına sokulunca onların hepsini uyuz ediveriyor.” der. Bunun üzerine Resûlullah, “Ya ilk uyuzlu deveye bu hastalığı kim bulaştırdı.” diye cevap verir.

Ancak bu rivayetlerde diğer unsurlarla ne kastedildiği açıklanma­mıştır. Dolayısıyla hadîste mesela safere yapılan vurgunun nedeni an­laşılamamaktadır. İbn Hacer ve Aynî’ye göre Safer ayıyla ilgili Arap­ların bir inancı bulunmaktadır. Bu inanca göre, Araplar kişinin kar­nında safer denilen bir yılan bulunduğunu, acıktığında o insana isa­bet ettiğini ve ona eziyet verdiğini iddia ederlerdi. Dolayısıyla hadîs böyle bir inanışın hurafe olduğunu ve gerçekliği bulunmadığını orta­ya koymaktadır. Böyle bir sebep, hadîsin anlaşılmasına yardımcı ol­maktadır.

Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde kaydettiğine göre, Hz. Pey­gamber şöyle buyurmuştur: “İmamlar Kureyş’tendir.” (Müsned, III, 129,183)

Bu hadîsin, sonraları mutlak olarak anlaşılıp devlet başkanı olma­sı gereken kimselerde aranan özelliklerden sayıldığı bilinmektedir. Ancak devlet başkanlığının dinî anlamda bir kabileye ait olamayaca­ğına dair de birçok delil bulunmaktadır. Bu durumda hadîsin sebeb-i vurûdu araştırılmalıdır. Fakat sebeb-i vurûd hadîsin herhangi bir tarikinde bulunmamaktadır. Bu durumda başka izahlar yapılması z0ru ludur. İbn Haldun, Kureyşîliği, Kureyş’in bizzat kendisi olarak Kureyş’te bulunan yeterlilik/asabiyet unsuruyla açıklamıştır. Mevdudî (ö. 1397/1979) de aynı görüştedir. O, şöyle der:

“Hz. Peygamber o dönem Araplarm durumunu görerek bir karara varmıştı ve bu şüphesiz en doğru bir karardı. Kureyş kabilesi yetenekli kişilere sahip olması ve asırlardan beri diğerleri üzerinde etkili  olması yönleri ile güçlü bir kabile olarak dururken, Kureyş’in dışında bir kabile devlet idaresine getirilirse, o bu işte muvaffak olamaz.” Bu tarihsel ve toplumsal bağlam, hadîsin anlaşılmasına yardımcı olmak-tadır. Şüphesiz bu bağlamı, yani sebebi hadîsin kendisinde veya diğer tariklerinde bulmak mümkün değildir.

Rivayete göre, Hz. Peygamber zamanında Medîne’de fiyatlar yükselmiş ve bunun ardından halk kendisine gelip “Fiyatlar çok yük-seldi, bir ayarlama yapsanız da biz ona tabi olsak.” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Fiyatların yükselmesi ve I düşmesi Allah’ın iradesine bağlıdır. Biz, Allah’ın emir ve takdirini  aşamayız.” (İbn Hanbel, Müsned, III, 85, 156) Hadîsten sosyal bir 1 mekanizma olan fiyat ayarlamasının Allah’ın elinde olduğu ve narh  koymanın yasak olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten bu böyle midir, 1 yoksa bu sözün söylenmesine sebep olan bir tarihsel bağlam mı söz konusudur?

Hadîsin söylenmesine sebep olan olaylar incelendiğinde, bunun mutlak olmadığı ve şartlara bağlı olduğu anlaşılmaktadır. İbn Tey- miyye’ye göre Hz. Peygamber, narh hadîsini özel bir olaydan dolayı söylemiştir. Bu hadîsi delil göstererek mutlak olarak narhı yasakla­yanlar yanılmaktadır. İbn Teymiyye’nin özel bir olay, yani tarihsel bağlam dediği husus şöyledir: “O dönemde Medine’de yiyecek olarak satılan gıda maddeleri çoğunlukla dışarıdan geliyordu. Bazen orada ekilen bir şey de satılabilirdi. Burada yalnızca arpa ekilirdi. Alıcı ve sa­tıcılar belirli kişiler değildi. Orada bir işe veya satıma zorlanması için insanların kendisine veya malına ihtiyaç duyduğu herhangi bir kimse yoktu. Bilakis Müslümanların hepsi aynıydı, yani hepsi Allah yolun­da cihad ederdi. Satıcıların malını, yalnızca belirli bir fiyatla satmaya zorlanmaları haksız bir zorlama olurdu.”

Konuyla ilgili geniş bir araştırma yapan Cengiz Kallek, hadîsin söylendiği şartları ortaya koyar ve şu sonuca varır: “İşte bütün bunlar göstermektedir ki, Hz. Peygamber tüccara zulüm olur endişesi ile narhtan kaçınmakla isabetli bir ekonomik politika uygulamıştır… Tü­keticinin istismar edilmediği ve karaborsanın görülmediği bir piyasa­da narha ihtiyaç duyulmaması doğaldır.”

Sabri Ülgener’in de aynı kanâatte olduğu görülmektedir. Şöyle ki: “İlk İslâm kaynaklarının şehre hariçten zâhire getiren tüccara bol ve bereketli rızık va’detmeleri maddî şartların doğurduğu bir zarûretin ifadesiydi. Bu bakımdan narh aleyhtarlığının da tatbikatta aynı ihtiya­ca cevap veren bir prensip olduğu düşünülebilir… Filhakîka narh aleyhtarlığıyla tüketiciden ziyade üretici ve tüccarın himaye edilmek istendiğinde şüphe yoktur. Çünkü narh konulmasına mani olmak sü­retiyle serbest bırakılan üretici ve tüccardır.”

Bütün bunlar narh teshirinin ithal mallarla ilgili olduğunu göster­mektedir. Zira Hz. Peygamber’den fiyatların tesbit edilmesi istenen mallar bu dönemde ithal ediliyordu. Böyle bir ortamda fiyadara mü­dahale edilmesi ithalatın durmasına, mal darlığına ve karaborsaya yol açabilirdi. Bundan dolayı Hz. Peygamber fiyatların tesbitine gerek duymamış ve mal arzının artmasını teşvik etmiştir.

 

5-Hadîslerde araç-amaç ilişkisine dikkat edilmelidir.

Yukarıdaki ilkeyle irtibatı olsa da müstakil bir başlık altında de­ğerlendirmeyi uygun bulduk. Bu ilke günümüzde şekil/ruh veya bi­çim/öz şeklinde hadîslere uygulanmaktadır. Buradan yola çıkarak “öze/ruha vurgu yapmak veya şekli esas almak” gibi çeşitli eğilimler ortaya çıkabilmektedir. En iyi yol orta yoldur. Bununla birlikte aslın­da her örnek kendi içinde ve yerinde değelendirilip sonra şeklin mi veya ruhun mu esas alınacağı kararlaştırılmalıdır.

Bu ilke hadîslerden yararlanmak ve mesajı aktüelleştirmek için ol­dukça önemlidir. Allah Resûlü’nün “Düşmana ok atınız!” emrinin ve­ya savaş atları hazırlanması yönündeki teşviklerin bugün de aynıyla geçerli olacağını söyleyen zannederim çıkmaz. Bu örnek diğerlerine nisbetle kolay anlaşılabilecek bir örnektir. Burada araç ve amaç ilişkisini tesbit etmek oldukça kolaydır.

Bunun bir başka misali de şudur: Hz. Peygamber’e yitik develerden sorulunca o, onların alınıp toplanılmasını yasaklayarak şöyle der. “Onlardan sana ne? Onun güçlü ayakları ve bünyesinde de suyu var. dır. Sahibi buluncaya dek suyunu içer ve ağaçlardan yer.” Hz. Pey. gamber zamanında ve Hz. Ebû Bekir’le Hz. Ömer devirlerinde bu uygulama böylece devam etti. Yani yitik develer, Resûlullah’ın emrine uyularak, kendilerini koruyabildikleri ve çölleri aşmaya dayanıklı ayakları sayesinde çöllerde yiyecek ot ve içecek su bulup, işkembele­rinde depo edebildikleri sürece, sahipleri tarafından bulununcaya ka­dar kendi hallerine bırakılır, onları kimse alıkoymazdı. Sonra Osman İbn Affan dönemi geldi. Muvatta’da rivayet ettiğine göre İmam Mâ­lik, İbn Şihâb ez-Zührî’nin şöyle dediğini işitmiştir: “Ömer İbn Hattâb zamanında yitik develer o kadar çoğalmıştı ki, sağda solda yavru­larlardı da kimse onlara dokunmazdı. Hz. Osman halife olunca bun­ların toplanıp ilan edilmesini, sahipleri çıkmazsa satılıp sonradan sa­hipleri bulunduğunda paralarının verilmesini emretti.” Hz. Os­man’dan sonra, durum biraz daha değişti. Şöyle ki, Hz. Ali yitik de­velerin, sahipleri adına korunmak üzere tutulmalarında Hz. Os­man’ın fikrini kabul etmekle beraber, bunların satılarak paralarının verilmesinin, sahiplerini zarara sokabileceği görüşündeydi. Çünkü de­venin bedeli bizzat devenin yerini tutamaz ve sağladığı faydayı sağla­yamazdı. İşte bu yüzden Ali bin Ebî Tâlib develeri toplayarak Beytü’l- Mal tarafından bakılmalarına ve sahipleri çıkınca da teslim edilmele­rine karar verdi.

Hz. Osman ve Hz. Ali’nin bu yaptıkları, Hz. Peygamber’in hük­müne muhalefet değildi. Bilakis onlar bu emrin maksadını göz önün­de bulundurmuşlardı. Çünkü insanların ahlâkı bozulmuş, hak-hukuk anlayışı zayıflamış ve birtakım kimseler harama el uzatır olmuşlardı. Böyle bir yerde yitik deve ve sığırları kendi hallerine terk etmek, on­ları zayi etmek ve sahiplerine bir daha dönmemelerine sebep olmak olurdu. Bu ise Hz. Peygamber’in onları toplama yasağıyla katiyyen kastetmediği bir şeydi. Binaenaleyh, bu mahzurun ortadan kaldırıl­ması icab ediyordu.

Buraya ilâve edilebilecek hususlardan birisi de nassların, peygam­berlik asrında varken daha sonraki asırlarda değişmiş olan, o döneme ait örf üzerine bina edilip edilmediğine bakılmasıdır. Böylesi bir du­rumda, hadîsin lafzına harfiyen bağlanmayıp, nassdan kastolunan şe­ye bakmamızda bir sakınca yoktur.

Hz. Peygamber’in hata ile ve şibh-i amd (kasta benzer) öldürme­lerde diyeti katilin akrabaları olan âkilesine yüklemesi de zamanın sonradan değişen örfüne bağlı olan nasslardandır. Fukahadan bazıla­rı Hz. Peygamber’in verdiği bu hükmün zâhirine tutunarak âkilenin daima katilin erkek akrabaları olması gerektiğine hükmetmişlerdir de Asr-ı Saadet’te, kişinin en büyük yardımcısı ve destekçileri erkek ak­rabaları olduğu için, Resûlullah’m diyeti onlara yüklediğini göz önün­de bulundurmamışlardır. Hanefîler ve diğer bazıları ise bu görüşte olan fukahaya muhâlefet ederek, Hz. Ömer’in kendi döneminde di­yeti divan ehline yüklemiş olmasını delil göstermişlerdir. İbn Teymiyye, bu konuyu Fetevâ’sında ele almış ve şöyle demiştir: “Peygamber (s.a.v.), diyeti âkileye yüklemiştir. Âkile kişiye yardım eden ve ona destek olan kimselerdir. Resûlullah’ın (s.a.v.) devrinde, kişinin erkek akrabaları idi. Hz. Ömer (r.a.) ise kendi kendi döneminde diyeti di­van ehline yükledi. Bu sebepten diyetin kime ait olacağı hususunda fukaha ihtilâf etti ve şöyle denildi: “Burada esas olan, acaba âkile; şe­riatça tahdid ve tayin edilmiş belli kimseler midir? Yoksa herhangi bir tayin söz konusu olmaksızın kişinin yardımcı ve destekçileri midir?

Fukahadan birinci görüşü esas alanlar “Diyet ancak akrabaya dü­şer.” demişlerdir. Çünkü akrabalar, Resûlullah devrinde âkile idi. İkinci görüşü esas alanlar ise şöyle demiştir: “Yerine ve zamanına gö­re kişiye kimler yardım ediyor ve kolluyorlarsa âkile onlardır. Pey­gamber devrinde kişinin yardımcı ve arka çıkanları akrabaları idi. Bundan dolayı da âkile onlardı. Çünkü Resûlullah zamanında divan ve atiyye (maaş vs.) diye bir sistem yoktu. Hz. Ömer, kendi dönemin­de divan sistemini kurunca, her birliğe bağlı bulunan askerlerin akra­ba olmasalar dahi birbirlerine yardım edecekleri ve birbirlerini kolla- yarakları belliydi. Dolayısıyla âkile de onlardı.” Sahîh olan bu ikinci görüştür. Yani hallerin değişmesiyle âkile olacaklar da değişir. Yoksa batıda oturan bır adam düşünün, yard,mcı ve destekçileri oradadır.

İnceleyin:  Siz hadisleri inkar mı ediyorsunuz?

Bu durumda nasıl olur da âkilesi doğuda bir memlekette oturan kimseler olabilir? Hatta belki de onun doğuda oturan akrabalarıyla bir ilgisi kalmamış ve herhangi bir haberleşmesi yokken! Bir kimsenin mirasını orada bulunmayan gaib veresesi için muhafaza etmesi müm kündür. Çünkü Resûlullah, katil bir kadının diyetini asabesine, mirasınnı ise kocasına ve oğullarına verdirmiştir. Yani bu varis başka, âkile başka bir şeydir.

Diğer bir örnekte “Misvak, ağzı temizleyici, Rabb’ı da hoşnut edi­cidir.” buyurulmuştur. Fakat burada kasdolunan bizzat misvağın ken­disi midir yoksa bu, Arap Yarımadasında uygun ve kolay bir araç olması hasebiyle, Nebî’nin onlar için zor olmayan, ama hedefe ulaştıran bu aleti onlara belirtmesi midir? Bu misvağın, ağacının kolayca bulunamadığı diğer toplumlarda “diş fırçası” gibi bolca yapılması müm­kün olan ve yüz milyonlarca insana yetecek başka bir aletle değişme­sinde bir sakınca yoktur. Nitekim bazı fakihler buna benzer şeyler söylemişlerdir. Hanbelî fıkıh kitaplarından Hidâyetu’r-Râğıb müellifi şöyle der: “Dişlerin temizliğinde kullanılacak ağaç dalı; diş ve damak­ları yaralayıp, zarar vermeyen, kırıp kuvvetini gidermeyen misvak ağacından, kuru hurma dalından, zeytin vb. dalından olur. Ama nar, fesleğen, ılgın vb. yaralayıp-zarar veren, kırıp zayıflatan şeylerle misvaklamak ise mekruh olur. Ağaç dalından başka bir şeyle misvaklayan (temizleyen) ise sünneti yerine getirmiş olamaz.” Kitabı hülâsa eden Şeyh Abdullah el- Bessam ise Nevevî’den şunu nakleder: “Ağızdaki koku vb. değişikliği giderebilecek, bez parçası, parmaklar gibi herhan­gi bir şeyle temizlendiğinde misvak kullanma (temizleme) hâsıl olur. Bu da, delillerin umum olmasına dayanan Ebû Hanîfe’nin görüşü­dür.” İşte buradan öğrenmekteyiz ki, diş fırçası veya macunun asrı­mızda özellikle de evde yemekten sonra misvağın yerine geçmesi mümkün olur. Yine sofra edebiyle ilgili olan tabağın, parmakların vb. yalanmasının fazileti hakkında gelen hadîsler de bu kısma girer.

Şu hadîs de bu cümledendir: “Tartı Mekkelilerin tartısıdır, ölçü ise Medînelilerin ölçüsüdür.” Bu hadîs -çağdaşların dilini kullandığı­mızda- Nebî’nin içinde yaşadığı asra göre, Nebî’ye ait ileri görüşlü bir öğretiyi içermektedir. Bu öğretinin hedefi ise, insanların alışverişle­rinde, diğer muamelelerinde, değiş-tokuşlarında kullanacakları ölçü ve birimlerin birleştirilmesi ve bu hususta bildikleri en dakik ölçü birimlerine başvurulmasıdır. Mekkeliler ticaret ehli olduklarından, alışverişlerinde madenî paralarla muamele ediyorlardı Burada esas, okka,miskal, dirhem ve danik (1/6 dirhem) vb. birimler idi. Gayeleri ise, bu Ölçülerin katlarını ve küçük birimlerini iyice korumaya yönelikti. Do­layısıyla onların bu ayarlarının, tartışma anında hüküm verilirken kendisine başvuracakları bir ölçü ve itimad edilen ayarlar olmasında şaşılacak bir şey yoktur. İşte bu esas üzerine “tartının Mekkelilerin tartısı” olduğunu kabul eden bir hadîs geldi. Medîneliler ise ekip-diken ziraatçiler, hububât ve meyve sahipleri olduklarından ürünlerini, hurma ve üzümlerini pazarlamadaki ihtiyaçlarından dolayı müdd, sa’ ve başka ölçüleri iyi tutmaya özen gösterdiler. Dolayısıyla Resûlullah’ın onların ölçüsünü birim olarak esas almasında yine şaşılacak bir şey yoktur. Burada belirtmek istediğimiz şey ise; hadîs-i şerifin Mek­kelilerin tartısını ve Medînelilerin ölçüsünü tayinin, zaman-mekân ve halin değişmesiyle değişebilen vesileler babından olduğudur. Yoksa o, üzerinde durulup asla geçilmeyen taabbudî bir emir değildir. Hadîsin hedefine gelince, basiret sahibine gizli kalmayacağı gibi, o; yukarıda da zikrettiğimiz üzere, bu sahada insanların, bildikleri en ince ölçüle­re varıncaya dek ölçülerini birleştirmeleridir. Bunun içindir ki bugün Müslüman, kilogramı, onun küçük birimleri ile katlarında ondalık öl­çüleri kullanmada herhangi bir güçlükle karşılaşmıyor. Çünkü bu, hem dakikliğiyle, hem de hesap kolaylığıyla diğerlerinden farklılık arz etmektedir. Bu ise hiçbir halde hadîse muhâlefet sayılmaz. Bundan dolayı çağdaş Müslümanlar birçok ülkede kg. birimleri kullanmakta ve kimse de buna karşı çıkmamaktadır.

Bu kısma girebilecek haberlerden birisi de şu sahih ve meşhur ha­dîste gelen: “Hilâli gördüğünüzde oruç tutunuz, onu gördüğünüzde orucu bırakınız (bayram ediniz). Şayet hava bulutlu olursa onu takdir ediniz.” Bir başka lafızda ise “Eğer size kapalı gelirse Şaban ayının sa­yısını otuza tamamlayınız.” şeklindeki Nebevî buyruktur. Burada fakih şöyle söyleyebilir: “Hadîs-i şerif bir hedefe işaret etmiş ve bir ve­sile tayin etmiştir.” Hadîsteki hedefe gelince, o gayet açık olup, rama­zan ayının tamamında oruç tutulması, ondan bir gün dahi olsa zayi edilmemesi veya saban ya da şevval aylan gibi ramazandan başka ay­lardan birinde oruç tutulmuş olunmamadır. Ki bu da, insanların çoğu için mümkün olan ve dinlerinde onları herhangi bir meşakkat ve güçlüğe sokmayan, aya girilip o aydan çıkıldığını kolayca öğrenebilcekleri bir vesile ile ispatlamak süretiyle olur. Hilâlin gözle gözlenme.si o asırda insanların geneli için yapılabilen kolay bir vesile olduğu için hadîs-i şerif onlara bunu tayin etmiştir. Eğer astronomik hesap gibi başka bir vesile ile sorumlu kılsaydı; ümmet o zaman yazma ve hesap bilmeyen ümmî bir toplum olduğundan işleri zorlaşacaktı. Halbuki Allah, Resûlullah’ın ümmetine kolaylığı istiyor, zorluğu istemiyordu. Nitekim Nebî kendisinden bahsederek şöyle buyuruyordu: “Allah beni öğretici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi. Zora düşürücü olarak gön. dermedi.” Beşer ilminin, kendisini aya yükseltip, ayın sathına inmesini ve onun yüzünde dolaşmasını onun taş ve topraklarından örnekler almasını mümkün kılacak kadar ileri bir seviyeye ulaştıktan sonra ve İslâm ümmeti içerisinde de uzay, jeoloji ve feza sahalarında dünya çapında ihtisas sahibi âlim ve bilginler varolduktan sonra, hadîsin hedefini daha iyi gerçekleştirecek, ayın girişini tesbitte, hata, yanılma ve ya­lan ihtimalinden daha uzak başka bir vesile bulunmuşsa, -haddi zatın­da kastedilen hedef olmadığı halde- hükmü, niçin sadece hilâlin gö­rünmesi şeklindeki vesile üzerinde donduralım da hadîsin istemiş ol­duğu hedeften gafil kalalım? Hadîs, ayın girişini, ümmetin seviyesi için mümkün ve kolay bir vesile olması hasebiyle, bir veya iki kişinin çıp­lak gözle gördüklerini iddia ettikleri haberleriyle sabit kılarken; hata, vehm ve yalanın girmediği bu vesilenin reddedilmesi nasıl tasavvur edilebilir? Öyle bir vesile ki yakîn ve katiyyet derecesine ulaşmıştır.

 

6-Hadîsleri anlamada hakikat-mecaz ilişkisine dikkat edilmelidir.

Mecâz olan bir ifadenin hakikat; hakikat olan bir ifadenin mecâz telakki edilmesi bazen telafi edilmez hatalara sürükleyebilmektedir. Onun için bu ilişkiye dikkat etmek ve bunu sağlıklı bir şekilde değer­lendirmek gerekir. Örneklerle konuyu açalım.

Sıcaklığın şiddetinin cehennemin kaynamasından olması: Bunun mecâzu’t-teşbih olduğunu söylemek mümkündür. Buna göre mana “O, sıcaklıkta cehennem ateşi gibidir.” şeklinde olur.

Sabaha kadar uyuyup kalkmayan adamın kulağına şeytanın bevletmesi: Bu durum şöyle yorumlanmıştır:

a-Bu, uyuyup da namaza kalkmayanın kulaklarını, şeytanın ört­mesinden kinâyedir.

b-Bu şekilde adamın uykusunun ağırlığı sebebiyle kendisini na­mazdan gafil hale getirmesi, kulağına bevledilen ve işitme du­yusu bozulan kimsenin haline benzetilmiştir.

Hummanın cehennem kaynamasından olması: Burada humma­nın sıcaklığı cehennemin sıcaklığına benzetilmiştir.

Hz. Peygamber’in eviyle minberi arasının cennet bahçelerinden bir bahçe olması: Şârihler burada üç şeyin kastedilebileceğini belirtir:

a-Bu yer aynıyla cennete intikal eder.

b-Mecazdır, yani orada yapılan ibadet cennete götürür. Dolayı­sıyla bu ifade ibadete teşvik olur.

c-Teşbihtir. Orası cennet bahçesi gibidir.

Nil ve Fırat nehirlerinin cennetten çıkması: İbn Hacer, hakikaten bu nehirlerin cennetten çıktığını söyleyenlerin yanı sıra bu nehirlerin cennetten çıkmalarının manasının, çok tatlılık, güzellik ve bereketli­lik gibi özelliklerinden dolayı cennete benzetilmesi olduğunu söyle­yenlerin de bulunduğunu ifade etmiştir.

 

7-Gerektiği yerde hadîslerin ta’lîl edilmesine dikkat edilmelidir.

Hadîslerdeki illetin tesbiti hükmü de etkilemektedir. Onun için illetin tesbiti oldukça önemlidir. Birkaç örnekle konuyu açalım.

Buhârî’nin tahric ettiğine göre İbn Mes’ûd şöyle demiştir: “Pey­gamber helaya gitti ve bana kendisine üç taş getirmemi emretti. Ben iki taş buldum. Üçüncü taşı aradım, fakat bulamadım.” (Vudu’, 21)

İbn Hacer, Şâfi’î, Ahmed b. Hanbel ve ashâbu’l-hadîsin hadîsin ifade ettiği şeyi temizlikte üç taşın gerekliliğini kabul ettiklerini belirt­miştir. Yani bunlar temizliği gözetmekle beraber, taşların üçten az ol­mamasını şart koştular. Onlarla temizlik hâsıl olmadığında ise hasıl oluncaya kadar taşlar arttırılır. Hattâbî de, murâd sadece temizlik olsaydı, sayı şart koşmanın faydasız olduğunu ifade etmiştir. Buna karşılık Aynî, hadîste üç taşın kullanılmasının vücûbiyet için değil,  itiyat için olduğunu kabul etmiştir. Temizlik bir taşla da, iki taşla da olur. Hadîsin zâhiri metrûktur. Çünkü üç taraflı bir taşla istinca edilse, icmâ ile caizdir. Yine “iki taş buldum” sözünde de denilen şeye delil vardır. Aksi takdirde üçüncüsü şart olsaydı, Hz. Peygamber onu isterdi. Burada görüldüğü gibi Aynî, İbn Hacer’e karşı hadîsi illetleyerek anlamada daha isabetli olduğu görülmektedir.

Ebû Beşîr el-Ensârî’nin naklettiğine göre, bir sefer esnasında Resûlullah, Zeyd b. Hârise’yi elçi olarak gönderdi de, hiç bir devenin boynunda ok yayı kirişinden yapılmış gerdanlık kalmasın; muhakkak kesilip koparılsın diye ilan ettirdi.” (Cihâd, 139) Her iki şârihe göre “ok yayı kirişi” ile ne kastedildiği konusunda üç görüş vardır:

a-Câhiliyede bu fiil göz değmemesi için yapılırdı. Hz. Peygam­ber bunların hemen koparılıp atılmasını emretmekle, bu tür hurafelerin Allah’ın takdirinden hiç bir şeyi değiştiremiyeceği-ni bildirmiş oluyor.

b-Hayvan gezip dolaşırken bu tasma ile boğulmasın, eziyet gör­mesin; nefes alıp vermede güçlük çekmesin ve hareket etme­de çevikliğe mani olmasın diye böyle emretmiştir.

c-Halkın bu takılan gerdanlıklara çan takma alışkanlığı vardır. Buhârî’nin tercemesi buna delâlet etmektedir. Dolayısıyla çan sesinin ordunun hareketinden düşmanın haberdar olmaması için bu şekilde emretmiştir.

Meselâ Hayber fethinde Hz. Peygamber’in nidacısı, şüphesiz Al­lah ve Resûlü sîzleri eşek eti yemekten nehyediyor, diye çağrı yapmış­tır, (Cihâd, 130) Aynî nehyin sebebi hakkındaki görüşlerin farklılık arz ettiğini belirtir:

a-Müslim, Enes’ten şunu nakleder: Eşek necistir.

b-İbn Mes‘ûd’a göre Hz. Peygamber ondan, yük taşıyıcısı oldu­ğu için nehyetti. İbn Ömer’e göre ise nehyin sebebi insanların ona ihtiyaç duymasıydı.

c-îbn Mâce’nin İbıı Ebî Ev fa’dan naklettiğine göre, Resûlullah pislik yiyen hayvan (cellâle) olduğu için onu nehyetti.

d-Eşek, ganimet olarak alındıktan sonra beşte biri (hums) taksim edilmediği için ondan nehyetti. Aynî bu ta’lîllerden ilkini ter­cih eder.

Hz. Peygamber, beş nevi hayvan vardır ki, bunları öldüren kimse üzerine günah olmadığını belirtmiştir. O hayvanlarda karga, çaylak, fare, akrep ve yırtıcı köpektir. (Cezâul-sayd, 7) İbn Hacer’e göre cumhur, bu beş şeyin dışındakilerin bu hükme ilhak edilmesi gerekti­ğini kabul etmiştir. Ancak illeti tesbitte ihtilâf ettiler. Eziyet verici ve­ya eti yenilmeyen hayvan olduklarından dolayı öldürülmelerine izin verilmiştir. İbn Hacer, Hanefılerin ilhak hükmüne muhâlefet ettikle­rini belirterek onlara şöyle cevap verildiğini söyler: “Bu beş şeyde ma­na (illet) ortaya çıkmıştır. O da tabiatlarında eziyet vermenin veya şiddetli saldırganlığın olmasıdır.” Aynî ise, Hz. Peygamber’in Haram’da ve ihramlıyken öldürülecek beş hayvanı özellikle belirtmiştir. Ona göre bu, beş şeyin dışındakilerinin hükmünün beş şeyin hükmün­den farklı olduğuna delâlet eder. Aksi takdirde bu beş şeyi özellikle zikretmenin bir anlamı kalmazdı.

Buhârî cenaze için ayağa kalkmakla ilgili hadîsler nakleder. On­larda ayağa kalkmanın sebebi olarak “Bu da bir insan değil mi? ifa­desi zikredilmektedir. İbn Hacer ve Aynî, bu ta’lılin yanında başka ri­vayetlerde “Şüphesiz ölüm, korkulan bir şeydir.” ve “Biz ancak me­lekler için kalktık.” şeklinde ta‘lîllerin yer aldığını; bu talîllerin hiç­birinin birbirine muarız olmadıklarını belirtirler.

Buhârî, Ebû Bekre Nufey b. el-Hâris’den şunu nakleder: “Biz Re- sûlullah’ın yanında idik. Derken güneş tutuldu. Peygamber ridasını ardından sürükleyerek mescide girdi. Biz de girdik. Bize, güneş siyah­lıktan sıynlıncaya kadar iki rekat namaz kıldırdı. Sonra ‘Şüphesiz gü­neş ile ay hiçbir kimsenin ölümünden dolayı tutulmaz. Siz bunların böyle tutulduklarını gördüğünüzde başınıza gelen bu hal açılıncaya kadar namaz kılın ve dua edin.’ buyurdu.” Aynî, hadîste güneş tutul­ması namazının cemâatle kılındığı gibi Ay tutulması namazının da cemaatle kılınmasına delalet olduğunu söyler.Bu görüşü Şafii,İbn Hanbel ve ehli hadis kabul etmiştir.Ayni’ye göre Ebu Hanife onun cemâatle kılınmayacağını söylememiştir. Ebû Hanîfe, onun sünnet olmayıp caiz olduğunu belirtmiştir. Aynî, bunun sebebinin belde sakînlerini geceleyin toplamanın zorluğu olduğunu ifade eder. Buna benzerlik arzeden bir görüşü de Muhalleb ileri sürer: “Resûlullah, alemlere rahmet olduğu için geceleyin insanların evi boş kalır da hırsızlık vaki olur diye onu terk etmiş olması mümkündür.”

 

100 Soruda Hadis Meseleleri- Yavuz Köktaş

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir