Fatih,Fetih ve Osmanlı Merkeziyetçiliği

fatih-sultan-mehmet-660x330 Fatih,Fetih ve Osmanlı Merkeziyetçiliği

Giriş(*)

Bu makalenin amacı,Türkçe literatürdeki yaygın deyimiyle “Istanbul’un Fethi’nin,yahut biraz daha objektif bir ifade kullanılacak olursa,’Konstantinopolis’in zaptı’nın, önce onun kahramanı olan Osmanlı’nın genç sultanı 2.Mehmed’in kendi zihniyet dünyasında nerede durduğunu, başka bir ifadeyle, tasarladığı ne tür bir projenin parçası olduğunu,bunu başardığı takdirde ne yapmak istediğini ve neler yaptığını bir parça da oksa anlayabilmektir. Aynca buradan yola çıkarak, bu olgunun Osmanlı devletinin yapısal karakterinde ne gibi bir rol oynadığını, ne gibi bir dönüşüme sebebiyet verdiğini veya bu karaktere nasıl bir katkı sağladığını anlamaya çalışmaktan ibarettir.

Şurası muhakkak ki, 21 yaşında “Konstantinopolis veya Kostantiniyye Fatihi,”’ Ebu’l-feth ve’l-megâzi olan Sultan II. Mehmed’in zihinsel arka planına nüfuz etmeye çalışmak ciddi bir meseledir ve kolayca belirlenebilecek bir şey değildir. Üstelik onun ağzından bu meseleyi açıklamaya yönelik doğrudan bir beyan, bir ifade de elimizde bulunmuyor.

Ama öyle de olsa, gerek fetih öncesindeki söz ve davranışları, gerek fetihten sonraki bizzat kendisinin tutum ve hareketleri, içeriye ve dışarıya yönelik izlediği politika ve bunlara ek olarak devrinde onunla muhatap olmuş Latin ve Grek entelektüellerinin beyanları bize ipuçları verecek niteliktedir.

Konstantinopolis’in fethi olgusunda İslamm yüzyıllardan beri bü­tün İslam devletlerinde hem bir inanç olarak benimsenen, hem de yerine göre savunma, yerine göre genişleme ve yayılma siyasetinin aracı olarak kullanılan ‘cihat ve gaza’ kavramının rolü muhakkak ki çok büyüktür. Ama biz, Konstantinopolis’in fethi olgusunda bu kavramın rolüne vurgu yapmakla beraber, burada onun ne İslam inançlarındaki yerini, ne de tarih bo­yunca nasıl yorumlanıp uygulandığını tartışacağız. Bizim söylemek istediğimiz, İslam uluslar arası hukukunun teorik planda yüzlerce yıl boyunca işleyerek geliştirdiği cihat ve gaza kavramının ne olup olmadığını İslamın ya yılma tarihindeki ideolojik ve siyasal rolünü tartışmaktan ziyade(1), İslami ge­leneğin Osmanlı devletine aktardığı bu kavramın nasıl bir “politik araç,” na­sıl bir imparatorluk ideolojisi olarak fetih politikasında kullanıldığını dikka­te almak gerektiğidir. Bu kavram şüphe yok ki, Konstantinopolis’in zaptı, yahut İstanbul un fethi hadisesinin, onun baş aktörünün zihinsel arka pla­nındaki amacına ulaşma konusunda en önemli itici güçlerden biriydi. Do­layısıyla fetih olgusunu bu gelenekten ayrı düşünmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Hatta bunun ötesinde, tarihsel bir gerçekliği hesaba katma­mak gibi sıra dışı bir tutum olur bu.

 
II. Mehmed ve İslâmî “Cihat ve Gaza” Geleneği

Osmanlı Devleti’nin, daha ilk kuruluş yıllarından itibaren bir cihat ve gaza geleneğini takip ettiği, Fuad Köprülü ve Paul Wittek’ten beri ileri sürülmüş ve Halil İnalcık’ın çalışmalarıyla da teyit edilmiştir.(2) Son 15-20 yıl içerisinde Rudi Paul Lindner ve Colin Imber gibi bazı tarihçilerce reddedilse de,(3) Cemal Kafadar ve daha başkaları bu tezin kolayca yabana atılmama­sı gerektiğini gösterdiler.(4) Ancak cihadın Batı’nın zihniyet dünyasında ve tarihçiliğinde, İslam dünyasının Hıristiyan dünyasına karşı, daimi bir surette sürdürülmesi şart olan, ideolojik İslami bir zorunlu savaş gibi algılanmasına mukabil, İslam dünyasında ise, daha ziyade, kendi hayat sahasını emniyete ve korumaya almak, zaman zaman da yayılmak, genişlemek için siyasal bir araç olarak kullanıldığını görmemiz gerekiyor. Kısaca, İslam dev­letleri daha başından beri bu kavramı sadece İslami yaymak için bir ideoleojik gereklilik olarak değil, daha çok Hıristiyan dünyasıyla olan mücadele­lerini, o dünya karşısında varlığını koruyabilmek, sürdürebilmek ve ekseri­ya kendi siyasal veya ekonomik hedeflerine ulaşmak için devreye sokmuş­lardır. Bu maksatla yaptıkları savaş veya giriştikleri fetih hareketlerini da­ima cihat ve gaza kavramına referans vererek gerçekleştirmişler ve zamanlarının gerek kendi, gerekse dünya kamuoyu önünde kendilerine ve politikalarına bir meşruiyet zemini olarak takdim etmişlerdir

Son tahlilde, II. Mehmed’in de îslamın cihad ve gaza kavramını hem samimiyetle bağlı olduğu bir inanç,hem de imparatorluk ideolojisinin önemli bir parçası sıfatıyla siyasal bir araç olarak görüp kullandığını Konstantinopolis’in, yahut İstanbul’un fethini böyle bir zihniyetle devreye soktuğunu düşünebiliriz.

Belki fethi gerçekleştiren Osmanlı askerlerinin ve dönemin Müslü­man Osmanlı tebaasının fethi yalnızca ideolojik boyutuyla görüp değerlen­dirdiğini, bu arada Peygamber’den nakledilen hadislerin de onlarda bu yön­de çok önemli bir teşvik faktörü oluşturduğunu tahmin etmek, bir vakıanın da altını çizmektir. Bu doğrultuda, Sultan II. Mehmed’in, Hıristiyan ülke­lerini İslamın, dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin siyasal hâkimiyeti altına al­mak anlamında, geleneksel bir cihat ve gaza zihniyetine sahip bulunduğu­na muhakkak nazarıyla bakabiliriz. Nitekim Sultan II. Mehmed’de böyle bir zihinsel arkaplanın bulunduğunu bir vesileyle Âşıkpaşazade’den öğ­reniyoruz. Tarihçi, 1464’teki Trabzon seferinden bahsederken, kendisini ziyaret ederek bunca zahmetlere niçin katlandığını soran Uzun Hasan’ın annesine hitaben Osmanlı sultanının ağzından şu sözü nakleder:

Bu zahmetler dîn yolunadur kim, âhiretde Allah hazretine varıcak inayet ola direm. Zîrâ kim bizim elimizde İslam kılıcı vardır ve eğer biz bu zahmeti ihtiyar itmesevüz bize gazi dimek yalan olur.(5)

 
MERKEZİYETÇİ-MUTLAK PADİŞAHLIK AMACI

Öyle görünüyor ki, II. Mehmed bu kavramı kendi zihniyet dünya­sında, Müslüman bir hükümdar olarak hem Allah’a karşı bir sorumluluk şeklinde değerlendiriyor, hem de -sonraki gelişmelere bakıldığında çok açık bir biçimde ortaya çıktığı üzere- tek amacına ulaşmak için siyasal bir araç olarak da kullanıyordu. Bu amaç, “mutlak güç sahibi bir padişah” ola­rak dünyayı hâkimiyeti altına almaktı. Nitekim fetih sonrası gelişmeler dik­kate alındığında, bu genç, azimli ve atak sultanın asıl amacının yalnızca Konstantinopolis’i ele geçirerek, hem Müslüman hem hıristiyan dünyaya daha Önceki Müslüman hükümdarların ve hatta kendi ecdadının başarama­dıklarını başardığını göstererek kendini yüceltmek olmadığını çok açık bir biçimde görebiliyoruz. Ama onu Konstantinopolis’i almaya ahdettiren asıl amacın, Halil İnalcık’ın isabetle vurguladığı üzere, bir merkeziyetçi imparatorluk kurarak onun tek ve mutlak hâkimi olma ideali olduğunu buğun anlayabiliyoruz. İnalcık’a göre, genç şehzadenin 1444-46 yılla­rı arasındaki ilk saltanat döneminde kapıldığı haleti ruhiye şahsiyetin­de çok kuvvetli bir etki bırakmış, mutlak padişahlık hayali kuvvetle muhtemeldir ki daha o zaman kafasında yer etmeye başlamıştı.(6 )Onun bu hedefini gerçekleştirebilmek için, Kostantiniyye’yi muhakkak fethet-mesi gerektiği fikri, o zaman Veziriazam Çandarlı Halil Paşa’nın raki­bi Zağanos Paşa’nın da kuvvetli telkinleriyle vazgeçilmez bir amaç ha­line gelmişti.(7) Nitekim bu genç Osmanlı sultanının Kostantiniyye’yi fe­tih konusundaki sarsılmaz azmini, hatta ihtirasını Tursun Beg’in kay­dettiği şu satırlar açıkça gösteriyor:

Çün hayâl-i nev-arûs-i feth-i Kostantiniyye hemîşe hem-hâbe-i pâdişâh-ı cüvan-baht olmış idi. Bu cihetten dâyima zikrini dilden ve fik­rini dilden gidermez idi ve husûlinün isti’caline işaret iderdi. Gâhı nev-arûs-i fethin eyyâm-ı visali mülâhazasi ile ruh-i dildâr gibi hurrem ü handan, ve gâhî hayâli fikri ile zülf-i pür-çîn-i yâr-i nâzenîn gi bi âşüfte vü perişan.. ..(8)

Yine İnalcık’ın da belirttiği üzere, Kostantiniyye’yi fethetmek II. Mehmed için bir anlamda asıl saltanatı fethetmek demek olacaktı.9 Ama öyle görünüyor ki, Kostantiniyye’nin fethi ve o suretle mutlak saltanat sahibi olma amacı onun nihaî amacı değil, ama nihaî amacına ulaşma yolunda, sadece bir araçtan, merhaleden ibaretti.

Dünya Hükümranliği İdeali

Genç sultanın bu mutlak saltanat hedefi sadece Çandarlı’nın nüfuz ve otoritesine karşı oluşmuş tepkinin bir sonucu olmayıp, Kostantiniyye’yi alarak Roma İmparatorluğunuun vârisi sıfatıyla iyice açığa çıktığını gördü­ğümüz dünya sultanlığı hedefiyle alakalıydı. Başka bir deyişle, Fatih Sultan Mehmed’in kendinden önceki bazı büyük Müslüman hükümdarların hayalindeki Makedonyalı İskender gibi dünyaya hâkim olma, dünyayı kendi buyruğuna amade kılma ideali herhalde fetihten önce de vardı. Fethin sağladığı prestij ve avantajlar, kendine güven, özellikle dönemin Georgi0 Amirutzes ve Georgios Trapezuntios gibi Grek entelektüellerinin fetih sonrasında ona bizzat söyledikleri “Kimse şüphe etmez ki sen Romalılar’ın impa­ratorusun. İmparatorluk merkezini elinde tutan kimse imparatordur” mealin­deki sözleri ve telkinleriyle de birleşince, muhakkak ki ondaki bu ideali pe­kiştirmişti.(10) Onun gibi çok değişik yaratılışta güçlü bir karakterin, daha ilk saltanat yıllarında yaşadıklarının etkisiyle, dünyanın en kudretli tek devleti­nin mutlak padişahı olma fikriyle birlikte bu hayali kurmuş bulunduğu ve Kostantiniyye’nin fethini de en çok bunun için istemiş olabileceğini tahmin etmek hiç de zor olmamalıdır. Zaten fetihten sonra orasını her yönden bir dünya başkenti haline getirme çabasına girmesi de herhalde böyle bir ide­alin tabii neticesi olsa gerektir.

Sonuç itibariyle hiç olmazsa şunu kuvvetli bir tahmin olarak söyle­yebiliriz: Fatih Sultan Mehmed’i Kostantiniyye’yi fethe götüren ideolojik motifler arasında, en temel olanı, orasını, kendi mutlak saltanatının hâki­miyetinde kurmayı hayal ettiği dünya imparatorluğunun her bakımdan merkezi yapmak idealiydi. Mutlak saltanatın yolu ise, hiç şüphesiz, güçlü bir mer­keziyetçilikten geçiyordu. O halde onun fetihten sonra giriştiği bütün faaliyetleri bu amaca yönelik olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.

 
Osmanlı İmparatorluğu ve Merkeziyetçilîk

Merkeziyetçilik bir kavram olarak politik bir yönetim sistemini ifa­de eder ve geçmişte olduğu gibi, bugün de dünya üzerindeki çeşitli siyasal rejimler içinde değişik biçimlerde yürürlüktedir. Mutlakıyetçi rejimler tabi­atları itibariyle merkeziyetçi ve hatta militarist olmak zorunda bulundukla­rı gibi, demokratik veya yan demokratik rejimlerde de merkeziyetçilik ola­bilir. Dolayısıyla yarı demokratik rejimler de merkeziyetçiliğe ve özellikle militarizme yatkındırlar.

Merkeziyetçiliği belki basit olarak “siyasal iktidarların, egemenlikle­ri altındaki halkları, tek merkezden yönetilen, kurumlaşmış bir bürokrasi aracılığıyla yakından denetleyici, otoriter ve buyurgan bir rejim aracılığıyla yönetmesi şeklinde tarif edebiliriz. Bu yüzdendir ki işin içine belli ölçüde militarizm de girmek durumundadır. Hatta çoğu defa militarist olmadan merkeziyetçi olmak mümkün değildir. Çünkü merkeziyetçilik tabiatı gereği otoriterdir ve merkeziyetçi iktidarlar da bunu da en iyi biçimde militarizmle sağlarlar.Tarihte hemen hemen uzun ömürlü bütün eski imparatorlukların merkeziyetçi ve militarist olduklarını söyleyebiliriz. Bunun en tipik ör­neklerini eski Mısır da, Mezopotamya’da, Roma’da, İran’da, Çin’de görebiliyoruz. Ortaçağlarda ise Yakındoğu’da Bizans, Emevi, Abbasi, Batı’da Charlemagne, yeniçağlarda V. Charles imparatorluklarında merkeziyetçi ve militarist örnekler bulabiliriz.

Osmanlı İmparatorluğu da yeni ve yakın çağların merkeziyetçi ve militarist imparatorluklarından biridir ve tarihteki nadir yerleşik Türk im­paratorluklarının en gelişmişi olarak aynı zamanda da söz konusu yapısıy­la öne çıkmış en güçlü olanıdır diyebiliriz. Atilla’nın Hun İmparatorluğu, Bilge Kağan’ın Göktürk İmparatorluğu, Cengiz’in Moğol İmparatorluğu, hatta Tuğrul Bey’in Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İlhanlı (Moğol) İmpa­ratorluğu ve Timur’un Türk-Moğol İmparatorluğu gibi, büyük çoğunluğuy­la göçebe boyların tek bir otorite altında birleşmesinden oluşan imparator­luklar ise itaatlerinin sağlanması her zaman kolay olmayan göçebe boylar konfederasyonlarından oluşmaları sebebiyle, genellikle merkeziyetçi ola­mamışlardır. Bu yüzden de ömürleri daha kısa, dağılmaları veya parçalan­maları nispeten daha çabuk ve kolay olmuştur.

İnceleyin:  Abdulhamid Han Said Nursi’yi tımarhaneye attırdı mı?

Osmanlı İmparatorluğu’nun merkeziyetçiliği konusu tarihçiler ara­sında bugün tartışılmakta olan bir konudur. Bu konu bir kısım tarihçilerce reddi mümkün olmayan bir gerçeklik, diğer bir kısmınca da tartışılabilir bir konudur.
Bilindiği gibi Osmanlı împaratorluğu’nda merkeziyetçilik olgusu birdenbire değil, göçebe uç beyliği statüsünden yerleşik imparatorluğa ev­rilme sürecine paralel olarak gelişmiştir. Bu gelişmenin, hiç şüphe yok ki, gerek önceki Türk devletlerinde, gerekse Fetret döneminde bizzat Osmanlı devletinde yaşanan tecrübelerle ilgili bir boyutu olduğu kadar, başlangı­cından beri sınırdaşı ve daha sonra peyderpey topraklarına vâris olduğu Do­ğu Roma’nın (Bizans) merkeziyetçi yapısıyla da yakından ilgisi olmalıdır. Her ne kadar Fuad Köprülü Bizans idari zihniyetinin ve müesseselerinin Osmanlı İmparatorluğu üzerinde çok az tesiri bulunduğuna döneminin ta­rihçilerini ikna etmeye çalışmışsa da,(11) bugün onun yaklaşımının en azın­dan bazı hususlarda tam anlamıyla geçerli olmadığı giderek daha iyi anla­şılmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu İstanbul’u almakla yalnız Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun bir şehir olarak başkentini ele geçirmemiş, aynı zamanda onun yapısal mirasına da (merkeziyetçilik ve militaristlik) vâris olmuştur. Bu sebeple Osmanlı İmparatorluğu’nu Üçüncü Roma İmpara­torluğu olarak değerlendirenler bu açıdan haklıdırlar.

Her halükârda Osmanlı İmparatorluğu 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tam anlamıyla militarist ve merkeziyetçi bir imparatorluk olmuştur demek yanlış olmasa gerektir. Hatta modern Osmanlı tarihçileri Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısını sosyolojik bir yaklaşımla “patrimonyal-merke- ziyetçi-militarist” tabirleriyle ifade etmektedirler. Halil İnalcık’ın çok yerin­de teşhisiyle, Osmanlı merkeziyetçi imparatorluğunun gerçek kurucusu Fatih Sultan Mehmed’dir,(12) sebebi de gayet açıktır: Çünkü ne ondan önce­ki, ne de sonraki hiçbir Osmanlı padişahı onun kadar hem kendi dönemin­de, hem de sonrasında bu devlete böyle bir imparatorluk statüsü kazandı­racak yapısal değişimlere girişmemiştir.

 
Fatih Sultan Mehmed ve Merkeziyetçi Politîkasinin Amaci

Sultan II. Mehmed’in fetihten hemen sonra merkeziyetçiliği geliştir­me yolunda gösterdiği çabalar topluca değerlendirildiği zaman, bunun temel bir sebebi ve amacı olduğu ve merkeziyetçiliğin belli aşamalar halinde tatbik mevkiine konulduğu dikkatimizi çekmekte gecikmez. Kanaatimizce onun böyle bir politika izlemesinin altında yatan temel sebep, belki daha çocuklu­ğundan itibaren, kısmen kişisel karakteri, kısmen gençliğinde yaşadığı peş peşe tahttan indirilmelerin tesiriyle oluşmuş olması kuvvetle muhtemel bir “kendini ispat güdüsü” olmakla beraber, yukarıda da işaret olunduğu üzere, esas itibariyle bir “cihan sultanı” olma amacı ile alakalı bulunmalıdır. Nite­kim onu fetihten sonra görmüş bir İtalyan bilgini olan Jacopo Langosebi onun “dünyada tek sultan tek iman” olması gerektiğine inandığını yazmıştır.”(13) İşte bu söz eğer gerçekten Fatih’in düşüncesini yansıtıyor olarak kabul edi­lirse, o zaman onun zihnindeki Dünya hükümranlığının yalnızca hâkim si­yasal kimliğini değil, ama hâkim dinî kimliğini de ortaya koymaktadır diye­biliriz.

Başka bir ifadeyle, Fatih Sultan Mehmed’in merkeziyetçi yönetim po­litikası onun için temel hedef değil, ama belirttiğimiz amacına, yani Müslü­manların ve Hıristiyanların mutlak ve biricik -ama “Müslüman”- hüküm­darı olma amacına ulaşmanın bir aracıdır. Hatta, daha önce de işaret olun­duğu üzere, onun Konstantinopolis’i fethe yönelik önüne geçilmez tutkusu da bu amaca veya ideale ulaşma yolunda bir aşama, bir basamak idi. Bu se­beple, kanaatimizce Konstantinopolis’in fethini, hiç şüphesiz onların da bü­yük etkisi olmakla beraber, ne sadece fetih hadisinin tebşirine mazhar ol­mak, ne de yalnızca Bizans’ın zaten çökmüş ve Osmanlı topraklarının orta­sında kalakalmış varlığına son vermek amacı ile izah etmek yeterli değildir.

O daha çok, Bizans İmparatorluğu’nu ortadan kaldırıp onun vârisi olarak hem “İslamın sultanı,” hem “Roma’nın kayseri” sıfatıyla bir cihan hüküm­darı olmanın peşindeydi. Başka bir ifadeyle, o hep “evrensel merkeziyetçi imparatorluğun tek ve mutlak hâkimi” olmayı kafasına koymuştu.

 
Fatih Sultan Mehmed ve Osmanli Merkeziyetçiliğinin Güçlenmesi

Tarihçi, Fatih Sultan Mehmed’in bu “evrensel merkeziyetçi impara­torluk” yaratma politikasının değişik alanlarda ve aşamalı bir şekilde yürürlü­ğe konulduğunu müşahede etmekte gecikmeyecektir. Bu alanlara bakıldığın­da, icraatının onun “cihan sultanı, cihan padişahı” yahut dünya imparatoru olma idealini yansıtan başlıca şu icraat alanlarına yöneldiğini söyleyebiliriz.

1– İmparatorluğun dahiline yönelik icraat,
2– İslam âlemine yönelik icraat,
3- Gayri müslim dünyaya yönelik icraat.

i. İmparatorluğun Dahiline Yönelik Merkeziyetçi İcraat

a) Kul sisteminin güçlendirilmesi: Bu konuda Fatih’in attığı en önem­li adım, Konstantinopolis’i alır almaz, “Osmanlı tahtının tek ve gerçek sa­hibi” sıfatıyla Bizans’ın Osmanlı devletine karşı zaman zaman devreye sok­tuğu bir şantaj aracı haline gelmiş olan şehzade Orhan’ı yakalatıp idam ettirdikten sonra,’(14) vezir-i azamlık kurumunun yetkilerini artırıp onu yalnızca kendisine karşı hesap vermekle yükümlü kılarak o vasıtayla bütün siyasi ve idari otoriteyi sadece kendi elinde toplamasıdır. Bilindiği gibi bu süreç uzun süredir Osmanlı iktidarını temsil etmekte olan büyük ve köklü bir Türkmen sülalesine mensup güçlü vezir Çandarlı Halil Paşa’yı 1453 yazın, da sat dışı etmekle başlamıştır. O bunun için yeterli gerekçelere sahipti. En büyük gerekçe ise Çandarlı’nın fetih karşıtı politikasının iflasıydı. Çok iyi bilindiği üzere, Fatih onu düzmece bir ihanet ithamıyla idam ve bütün yakınlarını tasfiye ettirdi.'(15) Böylece uzun süredir veziriazamlığı elinde tutarak padişahın otoritesine ciddi şekilde ambargo koyacak güce ulaşmış bulunan Çandarlı sülalesi bertaraf edilmiş, Osmanlı saltanatı üzerindeki önemli bir nüfuz faktörü böylece ortadan kaldırılmış oluyordu.

Ünlü Abbasi halifesi Harun Reşid’in, veziri Cafer el-Bermeki’yi uy­durma bir bahaneyle idam ettirerek Bermekiler’in hilafet kurumu üzerinde­ki nüfuzunu ortadan kaldırmasına benzeyen bu olay yalnızca bir vezirin ve ailesinin iktidarına son vermekle kalmıyor, yepyeni bir uygulamanın da kapı­sını açıyordu. Yani artık vezaret makamı Türkmen soylularının inhisarından çıkarılıyor, yerine kul sistemi ikame ediliyordu. Bu çok köklü bir değişimdi. Bu sistem padişahın otoritesine direnecek bir güç odağını ortadan kaldırmak­la beraber, Türkmen soyluları ile devşirme kökenli devlet erkânı arasında za­man zaman devreye girecek amansız bir rekabeti de beraberinde getirecekti.
Her halükârda bu sistem sayesinde vezaret-i uzma makamına getiri­len vezirler sık sık azledilebilecek, Gedik Ahmed ve Zağanos Paşalar örne­ğinde olduğu üzere sürgüne yollanabilecek(16) veya Rum Mehmed Paşa ve Mahmud Paşa örneğindeki gibi idama sevk edilebilecekti.(17) Böylece bundan sonra bu makama gelenlerin Çandarlı sülalesi mensupları gibi kökleşerek asker ve bürokrasi üzerinde nüfuz ve otorite elde etmeleri, dolayısıyla sul­tanın iradesine muhalefette bulunmaları engellenmiş oluyordu. Bu suretle Fatih Osmanlı saltanatında tek gerçek söz ve yetki sahibinin kendisi oldu­ğunu göstermek istiyordu.

b) Kardeş katline cevaz: Bir ikinci adım, çok iyi bilinen “kardeş katli” meselesidir. O, kardeş katlini, yayımladığı kanunname ile meşruiyet daire­sine sokmak suretiyle, saltanat makamına gelen sultanın herhangi bir şe­kilde yalnız kardeşleri tarafından değil, onların oğulları ve hatta kendi oğul­ları tarafından ve onlara bağlı menfaat gruplarınca tehdit edilmesini, böylece Osmanlı mülkünün bölünmesini önlemek istemesi olmuştur Bunun din, hukuk ve insanlık açısından ne ölçüde meşru sayılabileceği veya sayı­lamayacağı tartışması kanaatimizce ayrı bir konudur. Ama tarihsel açıdan bakıldığında, o mevkide olan, kafasında nasıl bir dünya hükümranlığı kur­mayı tasarlayan güçlü ve iddialı bir hükümdarın başka türlü düşünemeye­ceğini görmek gerekir. Fatih, kanunnamesine koyduğu bu cevaz hükmüy­le kendinden sonra gelecek sultanlara bir emniyet süpabı yaratmış oluyor­du. Bu şekilde kanunileşmiş olan kardeş katli meselesi, bilindiği üzere, bundan böyle Osmanlı şehzadelerinin ensesinde “Demokles’in kılıcı” gibi sallanmış ve şehzadeler hep bu korkuyla yaşamışlardır.

c) Uç beylerinin ve yeniçerilerin nüfuzunun kırılması: Merkeziyetçilik yo­lundaki bir diğer aşama da uçbeyleri ve yeniçerilerin nüfuzunun kırılması ol­muştur. Bilindiği üzere erken Osmanlı dönemi fetih çağında, Rumeli toprak­larında fetihler yapan Mihalzadeler, Evrenoszadeler, Malkoçzadeler, Ishak Beyzadeler ve Turhan Beyzadeler gibi uç (yahut akıncı) beyleri yaptıkları işin kazandırdığı prestij sayesinde siyasal iktidar üzerinde etkili olabiliyor ve beylerbeyilerinin, veziriazamların, hatta zaman zaman sultanların emir ve talep­lerine aykırı davranabiliyorlardı. Bunlar, emirlerinde bulunan hudut boyların­daki tımarlı sipahiler üzerindeki nüfuzlarına dayanıyorlardı. Fatih Sultan Mehmed, Kostantiniyye fatihi sıfatıyla bu uç beylerine sözünü geçirecek bir üstünlük faktörü sağlamış ve onlara fazla yüz vermez görünmüştür. Bu tavır ister istemez onları Fatih’in otoritesi karşısında boyun eğmeye zorlamıştır.

İkinci bir muhalefet grubu, esasını Yeniçeriler’in teşkil ettiği Kapı­kulu Ocakları idi. Bunlar Çandarlı örneğinde olduğu üzere, veziriazamların sultana karşı dayandıkları en etkili kuvvetti. Fatih gerek şehzadeliğinde, ge­rekse tahta yeni çıktığı günlerde bunların çıkardıkları huzursuzluklara şa­hit olmuş ve bunu unutmamıştı. Fetihten sonra, 1456’da girişilen Belgrad seferi ve bazı diğer seferlerde gösterdikleri başarısızlıklar Fatih’e yeniçeri­ler üzerinde baskı kurmak için iyi bir fırsat verdi. Sultan pek çok yeniçeriyi İstanbul’dan sürüp sekbanlığı ihdas ederek kendine bağlı yeni yeniçeri bir­likleri meydana getirdi.

d) Ulemanın ve sufiyenin nüfuzunun kırılması: Fatih’in iceriye yönelik merkeziyetçi uygulamalarından biri de ulemanın ve sufiyenin nüfuzunu kırmak ve kontrol altına almak olmuştur. Mesela, Molla Gürani, kazas­kerliği esnasında tayinleri sultandan habersiz yapmağa kalkınca, sultan kendisini istifaya zorlamış,(18) ulemanın tayin ve azillerini veziriazama hava­le etmiştir. Fakat bu konudaki asıl adım, şeyhülislâmlık kurumunu veziri­azama, dolayısıyla kendine bağlaması olmuştur. Böylece şeyhülislamın azil ve tayin yetkisi bizzat sultana ait hale getiriliyor, bu yolla imparatorluktaki bütün ulemanın doğrudan padişahın kontrolü ve buyruğu altına girmesi sağlanmış oluyordu. Bu suretle o, ulemanın, sultanın otoritesi dışında bir çeşit ruhani otorite merkezi niteliği kazanmasını engellemiş olmaktaydı. Fatih’in bu uygulaması, Bizans’ta yürürlükte olan sisteme çok benzemek­tedir. Bilindiği gibi orada da patriklik makamı bizzat imparatora bağlıydı ve onların azil ve tayinlerinde son söz ona aitti.
Fatih’in tasavvuf çevrelerinin nüfuzunun kırılmasına yönelik politi­kasının en belirgin uygulaması ise Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında pek çok tekke ve zaviyeye ilk sultanlar tarafından vakfedilen topraklara el koyarak bunları timara çevirmesi olmuştur.(19) Bunun tarikat çevrelerinde ya­rattığı hayal kırıklığını ve antipatiyi tahmin etmek zor değildir. Bilindiği üzere bu uygulama II. Bayezid döneminde kaldırılmış ve el konulan vakıf arazileri sahiplerine iade edilmiştir.

e) Konargöçer Türkmen boylarının yerleşikliğe ve vergiye zorlanması: Daha İran’da Büyük Selçuklular zamanında vergi vermek ve savaşa git­mek konusunda devlete direnen ve sık sık bu yüzden ayaklanan Türkmen boylarının bu tavırları Anadolu’nun fethi ve Türkiye Selçukluları zama­nında da aynen sürmüştür. Bilindiği gibi ünlü Babaîler isyanı da zaten bu bahaneyle başlatılmış ve uzun süre büyük karışıklıklara yol açmış, sonun­da Selçuklu iktidarını iyice zayıflatmış ve Moğol işgalini kolaylaştırmıştı. İşte, konargöçer Türkmen boylarının problem çıkaran bu serazad tavırla­rına bir son vermek üzere Fatih onları yerleşikliğe zorlayarak hem prob­lem olmaktan çıkarmak, hem de bu vasıtayla bilhassa vergiye tabi kılmak maksadını gütmekteydi. Bu politikanın gerek iskân, gerekse vergi toplan­ması bakımından ne ölçüde başarılı olduğunu, beklenen sonucu doğurup doğurmadığını tam olarak bilemiyoruz, ama başlatılan bu zorlayıcı politi­kanın Türkmenler’i Osmanlı yönetimi altında yaşamaktan soğuttuğunu ve 16. yüzyıl başlarında Anadolu’da Safevi propagandalarına muhatap ha-zır bir kitle meydana getirdiğini biliyoruz. Nitekim çoğu Türkmen boyu­nun bu propagandalara tabi olarak İran’a göçüp Safevi Devleti’nin hizme­tine girdiği,(20) kalanların da Anadolu’da birtakım isyanlara giriştikleri çok iyi bilinir.(21)

İnceleyin:  Avrupa ve Türkler

 

2. İslam Âlemine Yönelik İcraat

a) Hac yollarının emniyeti meselesi: Bu doğrultuda Fatih’in ilk teşeb­büsü, Hac yollarının emniyeti ve hacıların iaşe ve ibatelerinin sağlanması meselesine el atması olmuştur ki, bu, o zaman bu işleri üstlenmiş olan Memluk devletine bir anlamda meydan okuma manasına geliyordu ve ta­biatıyla Memluk sultanını çok kızdırmıştı. Çünkü bu hizmet, Memluk devletine İslam dünyası içinde büyük bir nüfuz ve itibar sağlamakta, onu en itibarlı İslam devleti statüsünde göstermekteydi. Memluk Devleti ken­dini İslam dünyasının en kudretli devleti olarak görüyor, ayrıca Osmanlılar’a sınırdaş olan Dulkadiroğlu ve Karamanlı Beyliklerinin de hamisi mevkiinde telakki ediyordu. Fatih onun İslam dünyası içindeki nüfuzunu kırmak için önce Karamanoğulları’nı ortadan kaldırdı, arkasından Dulkadiroğulları’na gözünü dikti. Fatih bu tutumuyla Memluk devletinin İslam dünyasındaki sözü edilen statüsünü sarsmak ve dikkatleri Osmanlı İmpa­ratorluğu üstüne çekerek bu statüye aday olduğunu göstermek istiyordu.(22)

b) Cihat ve Gaza misyonu: İkinci olarak Sultan Mehmed Kostantiniy- ye’nin fatihi sıfatıyla, İslam dünyasının Hıristiyan âlemine karşı cihat ve ga­za misyonunun artık kendisine, dolayısıyla Osmanlı devletine ait bulundu­ğu mesajını veriyordu. Bu çok önemli bir şeydi.

c) İstanbul’u Dünya başkenti yapma: Bir başka önemli iddiası, İstan­bul’u İslam dünyasının hem politik hem de bilim, sanat ve kültür merkezi haline getirme teşebbüsüydü. Bu meyanda İslam dünyasının önemli bilim, sanat ve kültür merkezlerinde yaşamakta olan alim ve sanatkârlara mektuplar yollamış, onları bu yeni merkeze davet etmişti. Bunlardan bazıları dave­ti kabul ederek İstanbul’a geldiler. Ünlü astronomi âlimi Ali Kuscu bunlar
dan biriydi. Bir kısmı ise gelmedi. Gelmeyenlerden biri de 15.yüzyılın ünlü mutasavvıf ve edibi Molla Abdurrahman Cami idi.

 

3. Gayri Müslim Dünyaya Yönelik İcraat

Fatih’in bu alandaki icraatını iki noktada toplamak gerekir, ki biri Kostantiniyye fatihi sıfatıyla Roma İmparatorluğu’ nun vârisi olma iddiası diğeri de bu prestijli şehri Katolik dünyası dışındaki bütün Doğu Hıristi­yanlığının ve Museviliğin merkezi yapması şeklinde özetlenebilir.

a) Roma’nın vârisi olma iddiası: Fatih’in bu birinci fikre kendini psiko­lojik olarak hazırladığı, nedimlerine Roma tarihi okutmak suretiyle bu impa­ratorluğu tanımaya çalıştığı biliniyor. O İstanbul’u aldıktan sonra, zamanın Rum alimlerinin “Kimse şüphe etmez ki sen Romalılar’ın imparatorusun, impa­ratorluk merkezini elinde tutan kimse imparatordur ve bu imparatorluğun merke­zi de Konstantinopolis’tir” şeklindeki ifadelerine dayanarak, Roma tahtının sa­hibi olduğunu düşünüyor ve bunun kendine dünya sultanı olma imkânı sağ­layabileceğinden emin bulunuyordu.(23) Bu fikrin onda iyice yerleşmesinde hiç şüphesiz Kritovulos, Georgios Trapezuntios, Amirutzes gibi Rum ve Benedetto Dei, Jacopo di Gaeta ve Ciriaco d’Ancona gibi Latin entelektüellerinin tel­kinlerinin de rolü olduğu biliniyor.(24) Hatta Papa II. Pius’un Fatih’e ulaşmadı­ğı bilinen, 1460’larda yazılmış ünlü mektubunda, onu hıristiyanlığa davet et­tiği, bunu kabul ettiği takdirde kendisini dünyanın en kudretli hükümdarı ve bütün doğunun ve batının imparatoru ilan edeceğini vaat ettiği malumdur.(25)

b) Rum Ortodoks Patrikliğinin ve Musevi ve Ermeni cemaatleri başhahamlığının yeniden ihdası: Fatih kendisine ulaşmayan bu teklife uygun ha­reket etmemişse de, Latin ve Ortodoks kilisesinin birleşmesine karşı çıktı­ğı için patriklik makamından azledilen Gennadios Scholarios’u bütün yet­kilerini iade etmek suretiyle bu makama tekrar tayin etmiş, ayrıca Ermeni patriğini ve hahambaşıyı da başkente getirterek,26 bir Bizans imparatorluk geleneğini de devralıyor ve merkeziyetçi politikasını bu alanda da göstermiş oluyordu. O bu uygulamasıyla, Batı hıristiyanlığına, bundan böyle Osmanlı sultanlarının, doğu hıristiyanlarının ve Yahudilerin hâmisi ve imparato­ru olduğu mesajını veriyordu.

 

Sonuç

Buraya kadar söylediklerimiz, bu yazının dar çerçevesi içinde söyle­nebilecek genel tespitlerden ibarettir. Temas edilen konuların tafsilatına girişilmemiştir. Bunların tartışılması hiç şüphesiz ki gereklidir ve uzun za­man ister. Ancak sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, Fatih’in merkeziyetçi­lik anlayışı ve siyaseti, kanaatimizce, bir amaç değil araç ohıp, onun zihinsel arka planında yatan ve Halil İnalcık ‘ın ifadesiyle “muhtelif menşeleri Türk- Moğol hakanlık, îslami hilâfet ve Roma imparatorluk fikri olan dünya hâkimi­yeti, cihan padişahlığı amacına yöneliktir.(27) Onun cihangir olma iddiası bir yandan kendi karakterinden gelen eğilimin bir sonucu olduğu gibi, bir yan­dan da İslam tarihinde İskendername edebiyatının da gösterdiği üzere, hemen hemen bütün Müslüman hükümdarlar gibi, aynı zamanda Büyük îskender’e olan hayranlığından da kaynaklanıyordu. Zira Büyük İskender Müslüman hükümdarlar arasında gelenekselleşmiş bir imaj idi. Bu sebeple Fatih’in hem Plutarkos’un İskender hakkındaki kitabını, hem de Ahmedi’nin ve Nizami’nin İskendemamelerini okuduğunu ve İskender’i kendine bir model olarak görmüş olabileceğini tahmin etmek de yanlış olmayacaktır.

* Doğu Batı, Haki İnalcık Armağanı, Ankara 2009, c.ı, s. 89-104.

Kaynak:Ahmet Yaşar Ocak – Yeniçağ  Anadolusunda İslamın Ayak İzleri(Osmanlı Dönemi),syf;36-50

 
NOTLAR

1- Cihat ve gaza kavramının teorik boyutu üzerinde pek çok tartılma yapılmş ve pek çok kitap ve makale yazılmıştır. Mesela, bu konuda şu makaleler külliyatına bakılabilir .’Just war and jıhad. Hıstorical and Theoretical Perspectives on War and Peace on Western and Islamic Tradition, ed. John Keisay- J. Turner Johnson, Greenvood Press, New York 1991. Ayrıca şunlara da bakılmalıdır: Halim Sabit Şibay, “Cihad/ İA; E. Tayn, “Djihâd/ E/z: Bekir Topaloğlu. “Cihad. TDVİA.

2- F. Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu. TTK, Ankara 1988 S.83-89:P.Wittek,Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu,Pencere yay.,İstanbul 1995,s.47-68:H.İnalcık,The Ottoman Empire;The Classical Age 1300-1600, Londra 1973.

3- Özellikle C. Imber, “The legend of Osman Gazı’ The Ottoman Emirate (1300-1389) inst of Medi­terranean Studies, ed. E. Zachariadou, Girit Üni.. Rethymnon 1993. s. 73-75.

4- C Kafadar, Between Two Worlds: The Construction of the Ottoman State. Uni. of California Press,
Berkeley-Los Angeles-Londra 1995. s. 47-60. 63-90; Ayrıca. bkz Linda Darting. ‘Contested terri­tory: Ottoman holywar in comparative contexte.* S1. 91 (aooo), s. 133-164.

5- Bkz. Aşıkpaşazade Tarihi, yay. Alî Beğ, İstanbul 133a, s. 160. Nihal Atsız neşrinde bu metin biraz daha tafsilatlıdır bkz. Osmanlı Tarihleri, Türkiye Yayınevi, İstanbul 1949, s. a06

6- Halil İnalcık, “Mehmed II/ İA. c. VII, s. 511-513

7- İnalcık, aynı yerde.

8- Bkz. Tarih-i Ebul-Feth, yay. Mertol Tulum. İstanbul 1977,s.40

9- İnalcık, aynı yerde.

1o- Bu konuda Michel Balivet’nin yayımladığı makale ve kitaplardaki yazıları çok ufuk açıcı ve aydınlatıcıdır.’Pour ne Concorde İslamo-Chretienne;Demarches Byzantines et Latines a la fin de Moyen-age(de Nicolas Cuc a Georges de Trébizonde), Roma 1997; aynı yazar, “Les contacts byzantino-turcs ent­re rapprochement politique et échanges culturels (milieu XIIIV-milieu XIV,” Les Turcs au Moyen- âge: Des Croisades aux Ottomans (Xle-XVe Siècles), Isis, Istanbul 2002, s. 103-116.

11- F. Köprülü, “Bizans müesseselerinin Osmanlı müesseselerine tesiri hakkında bazı mülahazat,” Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, I (1931), s. 165-313 (İngilizce çevirisi: Sotne Obsarvations on the Influence of Byzantine Institutions on Ottoman Institutions, çev. Gary Leiser, TTK, Ankara 1999).

12- İnalcık, The Otoman Empire: The Classical Age 1300-1600, Londra 1973, s. 29.

13- İnalcık, “Mehmed II,” JA, c. 7, s. 513.

14- Mehmed Neşri, Kitâb-ı Cihannümâ, nşr. F. Reşit Unat-M. Altay Köymen, TTK,Ankara 1957- c2,s. 207; İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tedkikler ve Vesikalar, Türk Tarih KurumuYay.,Ankara1954,s.119-120,132.

15- Âşıkpaşazade, s. 142; İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tedkikler ve Vesikalar, s. 132-133.

16- M. Halil Yinanç, “Ahmed Paşa, Gedik,” İA, c. 1, s. 195: İnalcık, a.g.e., s. 135.

17- M.C. Şehabettin Tekindağ, “Mehmed Paşa, Rum,” İA, c. VII, s. 594-595: aynı yazar, “Mahmud Pa­şa,” İA, c. 7, s. 183-188.

18- Ahmed Ateş, “Molla Gürani,” İA, c. 7, s. 407. Molla Gürani sultanın yolladığı bir fermanı şeriata aykırıdır diye yırtmış ve onu getiren çavuşbaşını da hakaretle kovmuştu. Fatih buna kızmıştı.

19- Bu yöndeki icraatı eleştiren Âşıkpaşazade bu fikrin bizzat Verziriazam Nişancı Mehmed Paşa’dan kaynaklandığını yazmaktan çekinmez: bkz. Tevarih-i Âl-i Osman, s. 192; Oktay Özel, “Limits of the almighty: Mehmed II’s ‘land reform’ revisited,n JESHO, 42, 2 (1999), s. 226-246.

20 -Oktaj Efendiev, “Le rôle des tribus de la langue turque dans la création de l’Etat safevide,” Turcica, VI (1975), s. 24-34; Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluş ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Ro­lü, Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü yay., Ankara 1976.

21 -H. Sohrweide, “Der Sieg der Safaviden in Persien und seine Rückwirkungen auf die Schiiten Ana­toliens im 16. Jahrhundert,” Der Islam, 41 (1965), s. 95-222.: E. Eberhard, Osmanische Polemik ge­gen die Safawiden im 16. Jahrhundert nach arabischen Handschriften, Klaus Schwarz Verlag, Freiburg 1970.; A. Allouche, The Origins and Development of the Ottoman-Safavid Conflict (906-962/1500- 1555)’ Klaus Schwarz Verlag, Berlin 1983.

22- İnalcık, a.g.e., s. 31.

23- İnalcık, “Mehmed II,” İA, c. 7, s. 511.

24- Bu konuda bilhassa bkz. Balivet, “Humanistes du quattrocento et Turcs ottomans,” Les Turcs au Moyen-âge: Des Croisades aux Ottomans (Xle-XVe Siècles), s. 121-151 (Türkçe çevirisi: Ortaçağda Türk-ler, çev. Ela Güntekin, Alkım yay., İstanbul 2005

25- Bkz. Balivet, o.g.m., s. 122-124.

26- İnalcık, The Otoman Empire, s. 29, 57; Balivet, “Entre Rome et les Turcs, un homme de dialogue: Le Patriarche de Constantinople Gennadios Scholarios (environ 1405-1472),” Les Turcs au Moyen- âge: Des Croisades aux Ottomans (Xle-XVe Siècles), s. 117-119.

27- İnalcık, a.g.e., s. 57.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir