Ekrem Tahir – Varlık ve Hece Adlı Kitaptan Alıntılar

varlik-ve-hece-Front-1 Ekrem Tahir - Varlık ve Hece Adlı Kitaptan Alıntılar

 

Mükemmellik
 
 Kendisine soru soran, konuşan, düşünen insan. Daha çok kimim, neyim, nasıl bir varlığım sorusunu yönelten insan, şu soruyu kendisine sormuyor: “Ben neyi mükemmelleştirdim?
 
 İnanan ise, “Rabbi’min hoşnutluğu nedir?” diye sormuyor.
 
 Heyhat! Zavallı ben-i âdem, hiçbir şeyi mükemmelleştirmemişsin. Soruyu kendine sormaktan korkuyorsun. Her şey harabe, metruk ve viran… Yırtılmış bir rüyada yaşıyormuş gibi, insanlar. .. Şuuru bile ikiye bölünmüş: Şuuraltı, şuur…
 
 Şuuru anladık. Şuuraltıda neyin nesi? Bilememenin, ifade edememenin ifadesi, tembelliğin, uyuşukluğun, sembolü, şuu­raltı… Şuurun odası biteviye aydınlık ve uyanık değilse, düşünceyi, meseleleri bütünüyle kucaklayamaz…
Şuursuzluk, şuuraltının daha doğrusu şuurun yani her buudun yosun tutmaya baş göstermesi demektir.
 
Biz neyi mükemmelleştirdik? Heyhat! Hiçbir şeyi mükemmel­leştiremedik….
Mükelleştirmek, zarif, bilge, bütün, kâmil, gölgesiz, yalansız, hilafsız, kansız, hıncahınç aşk yani insanı kâmil olmaktır.. . Olamadık… Olamıyoruz… Olmak da istemiyoruz…
 
Hepimiz kırık dökük cam parçalarının sesi, kırık birer gölge, sis ve dumanla kuşatılmış bir dünyada yaşıyoruz»
Gözümüz tek bir rengi seviyor ve tanıyor, karanlığın zifiri rengini… Amalığın, körlüğün rengini»
 
 İnsanlık hiçbir zaman mükemmelliğe erişemeyecek mi? insanlık inandığı daha doğrusu kendisini aldatmayı bıraktığı an, başlar mükemmel olmanın sancısını çekmeye…
 
 Cenab-ı Aşkın arzu etliği ben-i âdem olsak, kâinat sadece aşk yani mükemmellik kokar. Kıyıcılıkta, cehalette hepimiz ebedi a’malar gibiyiz,.. Onun için kıyıcılık, adaletsizlik, açlık, sefalet ve savaş var.
Paylaşmayı, sevmeyi bilmiyoruz.
 
Yunus, koca Yunus…
 
Dört kitabın ma ’nasını okudum hâsıl itdüm
 
Işka gelecek gördüm bir uzun heceymiş
Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan
Şer’in evliyasıysa hakikatte âsıdur.
 
 Aşk ve mükemmellik uzun bir hece… Bu heceyi kim heceleyecek ?
 
————————-
 
Dost ve Hakikat
 
Aklanmadan,yaşamadan,araştırmadan hakikati kucaklamak,onu tanımak zor.Hakikat insanı birden kucaklamıyor…Kendini,birden teslim etmiyor…Layık ise,kaldırabilecek ise,insan onu ziyaret ediyor.Hak bile aldanmanın,hayatın bir başka yüzünü gördükten sonra,bizi sessizce ziyaret ediyor.
 
Fiyatı her zaman acıdır hakikatin..Dost ve hakikat,hayat sahnesinin acı ve son sahnesi gibidir.Hasat zamanı gibidir,dost ve hakikat.Emeksiz,çilesiz,acısız,zahmetsiz, hasat yani billur kristalin yüzü gibi olan hakikat olamaz.
 
——————-
 
Objektiflik
 
Ruhsuzluk, renksizlik ve şahsiyetsizlik neyse, düşüncede yani sosyal ilimlerde objektiflik, o…
 
 Soğanın suyuyla yazılan yazılar gibidir, objektiflik. Diğer bir ifadeyle ruhsuz, şahsiyetsiz, celaletsiz, ateşsiz, manasız, fırıldak düşünceye objektif denilir.
 
 Budalaların, ayırtılmışların çelik-çomak parkının adıdır, objektiflik. Düşünce ve sanatta iğdişliğin diğer adı, objektifliktir. Hakikatin objektifliği olmaz, çiğ ve acıdır… Sahi usta Tarihçi Droysen değil miydi, “Historik” adlı ese­rinde: “Objektiflik sadece düşüncesizliktir (Objektiv İst nur das gedankenlose)diyen.
 
 ——————
 
 Doktora ve Lügat
 
 Bir milletin rüyasını, ufuklarını, cehalet ve bilgeliğini yani irfanın bütün dimensiyonlarını bilmek istiyorsanız, o dilin lügatlarına bakınız. Gerçek, saf aynalar, sırları dökülmemiş, gerçek müşahitler onlardır.
 
 Lügatler herşeyi önceden söylerler. Gerçeği bilen falcılar da onlardır. Bir milletin idrakinin ihtişam ve sefaletinin çıplak paramet­releridirler. Sarf ve nahiv milletlerin sıhhatini yani vücutlarındaki kemiklerin, bütün vuzuhlarının resonanslarını gösterirler… Kırık mı, çürük mü, erimiş mi bedendeki sütun vari kemikler…
 
————————
 
Çile ve Zeka
 
Bazen bir cümle bir hareket, insan, kitaptaki bir kelimenin tebessümü, sesi onları uyandırır..
 
Uyuyan fikirler, size tekrar canlı olarak döner. Dehâ’ya ait olan fikirler, başkasının şuur aynalarının yansımalarında, Ona,O, olarak geri döner. Bu tedai dalgalarının, ilahinin mevhibesinin sırrıdır… Büyük bir okumanın, etüdün, sabrın, tefekkürün, inancın mirası olarak yani ilhama inanmayışın, hediyesi ve cehdi olarak, Cenab-ı aşk’ın mevhibesidir…
 
 Her yaratıcı zekâ, bir acının, çilenin, yeniliğinin çocuğudur. Zekânın ruhunun ateşten kaynağı, çoğu zaman bu yenilgiler, mağlubiyetler manzumesinin çırılçıplak hikâyesidir…
 
 Bir aşkın, bir metafiziğin akidleridir…
 
 Dehânın çığlığı… Çoğu zaman tutulmamış sözlerin, ihanetlerin, elinden alınmak istenilen rüyasının yani dünyasının, bu aldatmaların, oyunların kirli, sinsi, karanlık ve meşum akidlere cevabıdır, daha doğrusu zekâsının acımasız zaferidir: Dehânın çalığı. Bu sesler, bu çığlıklar insanlığın aydınlıklı, nurlu yollanma üstündeki, düşüncesinin zafer takılandır,..
 
 Düşüncenin dev sütunları, yollan bu çığlığın sonucunda do­ğar. .. Rüzgârın ıslığı misali hür ve çıplaktır, varlığıyla… Acının, çilenin bütünün bütünü değil, bu ifadeler ve yaratışı. Ebedi aşkın anlaşılmaz mağdurluğu, eşyayı aşmanın cehdi, aşkı…
 
 Zahiren ebedi mağdur ve mağlup görünen bu: muzaffer, selim, celil, tâhir ebedi zaferin zekâsıdır, onun zekâsının rüyası…
 
 Zekâ ancak bütün belirsizliklerden, karanlıklardan, buğu­lardan, kıyıcılıktan nefret edip, düşünmeye başlayıp, beynini biteviye kanatlandırıyoısa, o tevhidin, aşkın yani aydınlığın gerçek savaşçısıdır.
Aydınsızlığa, yasak ağlarına, putlara, belirsizliğe tekme sa­vurmaya başlayan zekâ, düşünmeye başlıyor demektir.
 
————————–
 
Düşünmek ve okumak hayatımızın tek sıkı-yönetimi daha doğrusu metodun metodu olmalı..Çağın insanı ve yazarları biteviye tevbih yani azarlanan,kamçılanan budalaca tazallum eden,aptal birer sızlama duvarıdırlar.Karanlığa,aldatmacılığa tekme vuramıyorsak düşünce yatağımızı lağamlardan temizleyemiyorsak,sahi niçin yaşıyoruz ?
 
Nasıl yaşıyoruz ?
 
Benzin ve rüzgar olamıyorsan bari bulut ol,yağmur gibi yağ karanlığın ervahına..
 
—————————————————
 
İrfanın Zincirleri
 
Her cehd her mükemmeliyete erişme irade ve azmi bir önceki bilgenin, eserlerinin eksiğini ortadan kaldırır, yani mirasa sahip çıkar… Her cehd bir rüyanın fethidir…
 
 Her mükemmel, yeni bilgileri kendinde barındıran ilim, bir önceki ilmin, mirasın bilgilerini alıp eksiğini bertaraf ederken, eski, tarihi daha doğrusu mirasımızın hazine bilgisinin binasına yeni bilgiler ekler ve sağlamlaştırır, bu atik bilginin temellerinin üstüne. Bir nevi ufka yeni pencereler açar.
 
 Cebir, aritmetiğin ispatını ortadan kaldırmış, 20. asrın başın­daki fizik ilmi, devrim-vari sesiyle kendinden önceki bilginin evine şiddetli deprem yaşatmıştır. Ancak en şiddetli tekmeyi Einstein atmıştır. İnsanlar gönlün, ufkun yani aşkın dilini kullanacak ka­dar mükemmel olsalar, acaba başka dile ihtiyaçları olur muydu? Sanmıyorum,,.
 
Ama geçici, bir nevi rüyanın gölgesi olan bu dünyanın misa­firleri olan insanlar, bu dili, konuşamıyorlar, konuşamayacaklar. Sadece öte dünyanın, maveranın yani cennetin dili.Bu dünyada dil ise bir avuç nur çocuklarına bahşedilmiş, karanlığın harem ağalarının, yaydıkları zehre panzehir olsun diye… Bir parça güneş, bu dil… Hepimiz bu bilgi daha doğrusu irfan halkasının zincirleriyiz…
 
 Zincirin kopukluğu sadece bizim uyuşukluğumuzun, dumura uğratılmışlığımızın, gölgeleşen düşüncelerimizin eseri… Düşünce sarayımız harap, bizar, metruk ve çıplak…
 
 Bu ülke irfanının temelinin ve katlarının devamcısı olan nesiller, bu zincirin halkasına birşey eklemiyorlar… İrfanımızın zircirlerinin halkaları, bağları bizden koparılmış… Ne temeline sahibiz ne asırların bütün katlarına ne de bu irfan sarayının var­lığından haberimiz var.
 
Zincirin halkaları yani hafıza ve aslî mirasımızdan tamamen kopuk… Kâh cebren ve kâh da hile ile…
 
—————————————
 
Kelime ve Sayı Medeniyeti
 
21. asır Avrupası, 20. asrın son çeyreğinden sonra tam bir kapitalist yani sayı medeniyetinin çocuğu oldu… İnsanlara yol gösteren, uğrunda öldüğü kelimeler değil artık, sayılar…
 
Onları yücelten de, alçaltan da bu sayıların sesi…
 
Her şey birer rakam… Kapitalizmin büyücü, öldürücü, sömürgeci anahtarı, uçurumun rayları da, rakamlar… Walter Benjamin haklı, “Kapitalizm bir din.” Hıristiyan Avrupa’nın ikinci dini daha doğrusu en güçlü dini Kapitalizm… Yahudi ırkının zaferi…
 
Zaferin raylarım döşeyen, Mısır exodosundan Karl Marx. Kapital bu dinin bütün dimensiyonlarını gösteren topografya ve katmanların şifresiyle dolu…
 
Kelimelerin değil, sayıların ve plastik mefhumların ferman estirdiği bir dünya oldu, Batı medeniyeti… Kâh gül, kan, kâh insan kokan, kâh dinamitleştirilen kelime, kâh da gökkubbeyi aşağıya indiren, karanlığın kelimelerini ayaklan altında yamyassı eden tacidar kelimeler, tahtından indirilip, unutuldu.
 
Ve tabii kelime ve düşünce medeniyetinin çocukları olduklarını da unuttular.
Herkes bir sayının, bir rakam kümesinin ifadesi, toplamının eseri oldu..» Batı insanının görülmez prangaları sayılar oldu… Ateşten, dinamitten kelimelerden, sayıların kurbanı yani esiri çağdaş Avrupalı insan… Batı medeniyeti sayıların amentüsü oldu tekrar…
 
Ekonomist, önündeki sayılara göre hareket eder. Sayılar eksi mi, sizde eksisiniz yani bir hiç… Zavallı Avrupalı… Bir güzel, uğrunda asırlarca kan döktüğün güzel asıl kelimelerinin sesini boğdun, yani ciddi ve gökkuşağı rengi olan elbiseni, daha doğrusu ruhunun, düşüncelerini Caput Mortuuma çevirdin…
 
Aslına ruc’u ettin. Mene, teke, feres kokuyor varlığın ve sayıların…
 
Aşüfteyi melek gibi göstermek için, onu globalizm yani sınırsız sömürü imkânı ve ifadesi masalının en şeceatlı salon elbisesini giydirir…
 
Heyhat! Her kelime bir dünyanın içindeki sonsuz yankısının ifadesinin dünyası, bir rüyanın çıplak ifadesidir… Her daim dal dal şahsiyet, ufkun, fecrin karanlığı dağıtan, ulvi fikrin şarkısıdır, kelime…
 
Kelime daha çok saf, kesin mana ve düşünen insan. Sayı habis, sefil ve kanların sayfası, sömürgecilerin elindeki şakırdattığı kâh zincir kâh da şaklayan yağlı, kanlı kırbacı… Köleliğin kırbacı, kapitalizim ruhu olan, sayılar.
Zavallı Avrupalı şimdi tekrar kuvvetli sayı medeniyeti oldun,.. Çiğ, karanlık ve cinayetlerin medeniyeti olan, sayı dünyası senin öz dünyan oldu…
 
Şimdiden bir varmış bir yokmuş masalının ölümsüz kahramanı oldun.Zavallı Avrupalı, kaderin biteviye Epimetos olmak. Epemetas’un biteviye sesisin…
 
İnanan insan sürekli olgunluk doruğuna tırmanan, hamlık parkını bir an önce terk etmek isteyen, içindeki ikinci varlıkla barışık yani eriyip, dağılmayan insandır. Düşüncenin, hürriyetin, şahsiyetin, estetiğin ve sonsuzun erişilmez dev sütunlarıdır, inanç. İnananın inanmayana olan acımasız merhameti, şefkati ve sevgisi de bundandır…
 
İslâm… Benim biricik, asude sonsuzluk ülkem. Varlığımın gaye ve anlamının ufuklar ötesi sesidir, inancım.
İnsan kendini tanıdıkça, sevdikçe karşısındaki varlığı da o kadar seviyor… Diğerinin varlığında yankısında, gölgeleşen, görülmeyen diğer varlığı bütün çıplaklığıyla görür.
 
 Ah ulvi inancımın amentüsü… Kelimelerimin, hecelerimin, rüyalarımın çıplak aynaları, ateşten raksıdır, ufuktaki rüyalarımın sesi,
 
 Ah inanç. . ! Kutlu sevgili, şiirin şiiri inanç. . . Sen olmasaydın ne hürriyet ne de medeniyet olurdu. Ruh… O zaman yokluk mağarasının tavanında biteviye asılı duran yarasanın estetiği olurdu…
 
———————————-
 Kitap ve Galileo
 
“Gran hommo libro della notum ” demiş, maestro Galileo, yani kitap, kitabın teorisidir, tabiatın değil demiş…
Bu söz hakikatin, keyfiyetin (niteliğin) keyfiyetinin bütününü ifade etmiyor. Bu, 2-saggiatore-1623 (Altın Terazi) ve Dialogo-1632 (Diyalog) adlı eserlerin yazarı, yanılıyor.
 
 Kitap kemmiyetten çok keyfiyetin dünyasıdır. Hecelerin sessiz rakslarının dünyasının sonsuz şarkısıdır kitap… Sadece nazariyelerin sesi değil. Üstelik nâzari yani teorik fikirler tabiatın sesli üçgenidir. Unutmayalım geometri daha çok, çok sesli bir işaret, bir ayet olan tabiatın mücerret ifadesidir.
 
Tabiat kâh açık kâh kapalı bir kitap… Uçsuz bucaksız bir bilgi örgüsünün, manzumesinin, sır manzumesidir. Sırrını, sadece kendisini okuyana, dinleyene, dikkatlice nazar edene, soru sorana, düşünene açıyor. Budalaların kemmiyet dünyasından sırtını, var­lığının binbir hikmetini dönüyor, tabiat âlemi.
 
 Sahi, Maestro Galileo hangi kitaptan bahsediyor? Ona haksızlık etmeyelim.
 
 Kitabı okuyan, yazan daha doğru bir ifadeyle inşa eden ile tabiatı temaşa eyleyen, seyreleyen işaretlerin anlam hecelerini, manaya kalb eden, devşiren, tercüme eden, hikmetin nurlarını yazan ben-i âdem değil mi?
 
Tabiat, âlem ve kitap hem nazariyenin hem de amelin yani pratiğin hammaddesi ve işaret ormanlarıdırlar. Kitap çoğu zaman bu hammaddelerin hecelerinden, cümlelere dökülüşün, bürünüşün, kanatlanışın binbir renk ve acının hikâyesidir.
 
 Haddi zatında bakışlarını dünyaya, tabiatın ve insanın tabi­atına, kâinata çevirmeyen zekânın bu kitabına, eser denilebilir mi? Keyfiyet yani “nitelik” kemmiyet urganıyla boğulan, asılan bir dünyada yaşıyoruz, yani sayılar dünyasında.
 
 Düşünce hayatımıza ferman ve yön verenler, onlar…
 
—————————
 
Hecesiz Kelime
 
Hecesiz kelime… Yani ruhsuz, katil kelimeler hecesizdir. Hecesiz kelime iftira, kan, kin ve terin kanlı akışı, biteviye göz- yaşların kanlı akışıdır. Hecesiz kelimelerin suratından, sesinden, tırnaklarından oluk oluk kan akar, fışkırır, insan kanı…
 
 Bizde en çıplak en zalim hecesiz kelimelerden bazıları da “İrtica” ve “Laiklik”tir. Zulmün zincir şakırtısının hecesi, kanın damarlarda biteviye hem terleyişinin hem de donuşunun imzasıdır, bu hecesiz kelimeler.
 
 Bu hecesiz, murdar ve katil kelimeler müslüman Türk’ün canına, varlığına kast etmek için kurulmuş bir darağacıdır. Kan, iftira, kin, kanlı gözyaşları, ebedi sürgün ve zindandır, bu hecesiz kelimeler Türkiye’de.
 
 Batı’da “Hürriyet”, ‘ Adalet”, “Demokrasi”, ” ve “Faşizm ” vs gibi tarihleri ve semantikleri hecesiz kelimeleridir, bu kelimeler.,.
 
Charles Maurras, “En acil reform” diyor. “Kelimelerin hükümranlığının sonunu hazırlamayı oluşturmaktır”’ Hemen izah ediyor, “İnsanların kafasını mükemmelce karıştırmaya,şaşırtmaya yarayan: Hürriyet; demokrasi ve eşitlik”diyor.
 
 Hatırlayalım Filozof M. Bergson’nun talebesi. olan Ch.Pierre Peguy:” Büyük kelimeler bizim anlamadığımız kelimelerdir ” demiyor muydu? Georges Duhamel daha çarpıcı: “Ki onların meydana çıkışı bizim mülâhazalarımızı veya düşüncelerimizi söndürür. ” diyor, önceleri ırkçı ve faşist bir Albay olan Colonel de la Rocque ise, günlüğünde yani “Petit Journal inde bize şöyle sesleniyor: “Kan ve irin yapışmış kelimelere dikkat ediniz!” diye bizi ikaz ediyordu, Bu sentez yani karışık ve garip bir yumağın sesi olan ve intihar eden, Simone Weil ise “Nouveaux Chaiers” adlı eserinde, o da çağma: “Kan ve gözyaşı ile içilen ” kelimelerden, mesela “Faşizmi karsı ikaz ediyor. Şimdi de sosyalizme samimi olarak inanan bir şaire yani bu İspanyol iç savaşında bulunan ve gerçekten büyük bir gönül olan, Romain Rolland’ın arkadaşı Jean Richard Bloch, Proudhon’dan sonra şöyle diyor:
 
 “Bizim politik zorluklarımız kelimelerin kudretinden ileri geli­yor. Bizim yolumuzu büyük cesetler kapatıyor. Bunlar ölü ke­limelerdir.”
 
 Konuşan bütün pislikleri, budalalıkları varlığında yaşayan bir şair…
 
 Son kez bir İngiliz romancısı otan Herbert George Weiis’i dinleyelim. Bu science-fiction (bilim-kurgu) edebiyatınının öncüsü The Time Machine yazarı ise şöyle ifade ediyor, manası tam bi­linmeyen ama insanları dalgalandıran, aldatan, hareketlendiren kelimeleri:
 
 “Bir konuşmacının kelimelerinin bir teki ki, bizi hareketlendiren ve bizi birşeyler yapmaya davet eden,onların o ki manaları bize kapalı kalır. Tıpkı doktorların,hakimlerin ve papazların pekala müşahede edişleri gibi.. ‘
 
 Şosyal hatalar, politik kararlar,insanlığın budalalığından, ap­tallığından çok anlamadığı dilin, kelimelerin etkisinden oluşuyor.Bu sesler, kendilerini bir kelime medeniyeti olarak addeden,bu medeniyetinin çocuklarının sesi bu sözler ve düşünülmesi gereken ifadeler… Sonuçta iki asırdan fazla zamandır, bu medeniyeti takip ediyoruz daha doğrusu kekeliyoruz…
 
 Biz ki, alfabemizi, lisanımızı, irfan yuvaları olan üniversiteleri­mizi kaybettik… Ne kendimizi ne de Batı’yı biliyoruz… Metruk bir harabe, düşünce dünyamız. Revaksız, eyvansız, kubbesiz, sütunsuz bir düşüncenin çocukları olduk.
Yarıçıplak bir Hintliye benziyor düşünce dünyamız… Usta Şairin sesi duyuluyor taa Mâvera’dan: taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa ” Durum ve tarz budur, güzelim ülkem Türkiye’de…
 
 Hâlbuki hece düşüncedir. Düşüncenin görülmez dinlenme odasıdır. Düşüncenin ilk basamağıdır, hece… Soluk, menzil, murakabe ve ufuktaki hedefe yani ibda’ya gidilirken, yaratmanın duraldan, yaratmanın, mananın ruhta kaybolmaması için, beyanın, ifadenin kristalleşmesi, düşüncenin sindirilmesi, berrak aydınlıklı ifade edilmesi demek, hece…
 
 Dünyayı sarsan en büyük, en kanlı ihtilaller ve darbelerin yaşadığı Fransa’da birinci cumhuriyet hecesiz kelimelerden oluşmuş bir cumhuriyet, birinci ve diğerleri… Cedlerimiz onları körü körüne taklit etmiş… Jean Paulhan, Tkrbes şehrinin umuma açık bir parkının cümle, giriş kapısında bulunan bir tabeleda şu cümlelerin olduğunu söylüyor:
 
“Bahçeye elde çiçekle girilmesi yasaktır,”
 
 Bu cümle gibidir, bizdeki durum… Yani düşüncenin, hukukun ve sosyal hayatımızın bütün varlık tabakalarındaki dimensiyonların rengi… Faşist ve diktatör örgülü, sesli, renkli bir yasaklar ağı içindeyiz…
Düşünmedikçe, ciddi olarak okumadıkça, birbirimizi sevmedikçe ve sevgi, düşünce diyaloğu içinde bulunmadığımız müddetçe karanlık bu ülkede hep hecesiz kelimeleri seslendirecek…
 
Her terör bir hecesiz kelimedir. Lügatimiz daha doğrusu içtimai, sosyal ve fikir dünyamız hecesiz kelimelerin ağıyla örülmüş ve onların çocuklarıdır… Hecesiz kelimeler ülkemi 1908’den sonra doludizgin istila eder. Bu murdar, ufunet kokan ve karanla ruh halen bindiği atın eğerinde sağlam oturuyor, esir aldığı bu milleti hecesiz kelimeleriyle kırbaçlıyor, boğuyor, öldürüyor. Bu kanlı kelimelerin, bu terörist mefhumların en basit tanımı; onların dil ve mana düşmanı oluşlarıdır… Bunlar olmasaydı bu ülkede hecesiz kelimeler boy atmaz, ardından bir sürü kaz sürüleri koş­maz, sürüklenmezdi…
 
 Bizim son bir asırlık tarihimiz bu hecelerin sesinin tarihidir. Adorno’nun tarihin derinliğinden sesi geliyor. Bu faşizmi hınca­hınç teninde ve ruhunda yaşıyan genç filozof, Almanya’daki faşist rejim tarafında, yani “Filozofların Dili Üzerinde Tezler” adlı bir konuşmasında kelime için şunları söylüyordu:
 
 “Kelimeler asla onların arasında düşünülen, sırf işaretler değil­dir. Bilakis kelimeler tarihi çözüyor, onların gerçeklik karakte­rini oluşturuyor. Tarihin payı kelimede belirleniyor, daha doğ­rusu her kelimenin seçimi. Çünkü tarih ve hakikat kelimede buluşuyorlar.
 
 Konuşan bir vicdan, bir müşahit, hecesiz kelimelerle esir edilmiş bir medeniyetin çocuğu, sadece filozof değil… Kelimelere manalarının dışında bir de onların tedaisinin tedaisi olan tarihleri var… Dünya daha doğrusu medeniyetler kelimelerle inşa edilmiş kelimelerle yok edilmiş… Bir yandan nurdan, gönülden fışkıran kelimeler diğer – yandan insanlığı öldüren, zincirleyen, insan kanı emen Hecesiz kelimeler..
 
 Düşünde tarihinin en kanlı en hecesiz kelimesi darbelerdir.Novalis’in, Hürriyet kelimesi insanları ihtilalci yaptı sözüne karşılık J. paulhan’nın cevabı:
 
 Onlarahepsi Şüphesiz diğerlerine hürriyet hakkı tanımayan, hürriyet kelimesinin zıddının taraftarlarıydı.”derken hakikatin bir başka yüzüne dikkat çekmek istiyor, bu gerçek Edip.
 
 Her darbe hakikatte birer hecesiz kelimedir… Onu yapan generaller ise, bu hecesiz kelimelerin birer ecinli çocuklarıdırlar. Türk generalleri.
 
 Darbeciler, karanlığın ebedi sesleri, emir kiplerinin esirleri… Bunların neresi Türk? Şayet bunlar Türkse, Roma ‘daki Papa da Türk, yani müslüman…
 
 Şair Friedrich Schiller’i düşünmemek daha doğrusu onun Wallenstein adlı eserindeki şu mısrayı hatırlamamak mümkün mü?
 
 Bizde kelimeler şairin dediği gibi hür değildir. Kelimeler biteviye hecesiz…
 
Ve şair:
Das Wort ist find,
Die Tat ist stumm, der Gehorsam blind…
diyor. Yani:
Kelime hürdür,
Hareket sağır, itiat kördür..,
 
Düşüncenin fatihleri, gönüllerin ebedi şehzadeleri ve aydınlıklı, nurlu, ulvi düşüncelerin mühendisleri, bizi sinsice koydukları bu latenz mağarasının (gizli, görülmeyen) cümle kapısı olan bu hecesiz kelimelerden kurtaracaklar ya da biteviye, ebedi olarak zincirli köleler daha doğrusu bir etnik tozun tozu ve karanlığın ebedi köleleri olacağız…
 
 Ya da düşüncede, şahsiyette, fikirde kıyam edip, bu mülevves, murdar, kan kokan bu hecesiz kelimeleri kendi gökkubbemizden, toprağımızdan yani sosyal ve fikri hayatımızdan ebediyen tard edeceğiz ki, bu ülkede kendilerine “Sağcı”, “Solcu” ve “İslâma” diyen ve içlerinde bir sürü namuslu, şahsiyetli, düşünen ve celadet ruhlu insanlarıyla bir olup, diyaloğa geçip bu ülkede karanlığı yok etmek için yani bir daha bu topraklarda GÜNEŞ öğle vakti göç etmesin diye… Birleşmeleri lazım.
 
 Koca Yunus, kelimelerinin hiç birinde sevgiyi ve diyalogu tecrit etmemiş. Kendisini okuyana biteviye elini uzatmış…
Her namuslu ve düşünen şair ve düşünürün kelimesi, düşü­nenlere uzatılmış dost bir el gibidir. İmkânın da, imkânsızlığın da, zoru zorunluluktan, imkân ve imkânsızlık mefhumlarından tecrit etmez.
Sahi… Ver elini demek zor mu?
 
——————
Sonsuza Davetin Sesi
 
 Ezan sesini duyduğumda, içime sonsuzun güle, ıtıra daldırılmış, damıtılmış ulvi hecelerinin kokulan, ruhumu kanatlandıran, muştuluyan sesleri dolar. Vatanımda olduğumu yani huzur mekânında olduğumu anlarım.
 
Vatanımın sesi, ezelinin, huzurunda, mutluluğun, ebedinin sesi olan, ezanlar…
Cedlerim huşu, ürpeti, mutlu bir ürpeti ve edeple dinlemişler ezan-ı Muhammediye’yi. Fetihten fethe, ufukları aşıp, ülkeleri, gönülleri, düşünceleri ve şiiri fethederken cihangir mümin, fazıl cedlerim, onlara biteviye eşlik etmiş bu sonsuzun, ebedin sesi… Kulaklarında, dillerinde, gönüllerinde biteviye Kur’an ve ezanın sesi… Kalblerinden hayatlarının başlangıcından ta kabre dek. Ruhlarını yıkamışlar, rüyalarını bilemişler bu davudi sesle. Rüyalarını asmışlar bu ulu sesin davetine, İslâmın, nuru ilahinin ebedi maşukları cedlerim…
 
Onun için, onların ellerinin vardığı yerlere, düşmanın binhir rüyası, hilesi erişememiş, hayal bile edememiş., .
Ah,. Halen kulaklarımda çocukluğuında Adana’nın Kayalıbağda bulunan okulumun çıkısında, ayak seyrimde eve doğru yani Tepe- bağ mahallesine doğru yürürken, ecdad yadigârı camilerde birden bire, birbiri ardından yükselen, yankılanan sonsuza davetin, güzel sesle okunan bu davudi ulvi ezan sesleri…
 
Kalem ve aşk medeniyetinin ulviyete çağrı sesi, vatanımın mühr-ü kemali, cedlerimin huşusunun iç huzurun esrarlı anahtarı, ezan-ı Muhammedi… Ekberin, tevhidin en ulvi şarkısı…
 
 Bu ezelin, mutluluğun, nurun davetçisi… Târihin ufkun şa­hidi, fetihlerin ezeli şarkısı, müjdeliyicisi ezan-ı Muhammedi… Şensin cedlerimin rüyalarının elini tutup, coşturan, kanatlandıran, Bilâli Habeşî’nin davudî sesinin yankısı, heceleri… Bu ulvi çağrı, Alparslan’ın, Fatih’in, Yavuz Selim’in, Kânuni’nin ve Anadolu 1914’de işgal edilmek istenilirken, İslâm mücahidlerinin, Müslüman Türk cedlerimin büründükleri, seslendirdikleri oktan, yaydan, aşktan ses…
 
 Bu Elifin sırlarına sırılsıklam âşık, karakter abidesi cedlerimin ezeli aşkının sesi, çağrısı, Ezan-ı Muhammedi… Cedlerimizi hem ok, yay, mızraka kalb eden, hem de gerektiğinde gülün kokusuna, yaprağının yumuşaklığına, diriltici merhamete çeviren, bu ses…
 
 Tevhidin, sonsuzun kuğu sesi…
 
 Evet… En güzel, en derin anlamın, sonsuza davetin, ruhu­muzun varlığımızın hikmetinin sesi, ezan-ı Muhammedi…
İki şair bu ulvi mananın manasını tuğralaştırmışlar. Biri Şair Baki, Kanuni mersiyesinde, diğeri Safahat şairi Mehmed Akif Ersoy.
 
 Varlık-yokluk mücadelemizin gerçek savaşçısı, kahramanı ve müşahidi. Bu hem kalemiyle hem de varlığıyla cepheden cepheye, ülkeden ülkelere koşan, savaşan, konuşan, vaaz veren, seslenen, coşan, coşturan, milli mücadeleye teşvik eden, bizi maddi ve manevi olarak toplayan bu eşsiz insan, şair Mehmed Akif ise, şu mısralarıyla Müslüman Türk çocuklarına şöyle seslenecek;
 
Ruhumun senden, İlahî, şudur ancak emeli;
Değmesin ma ’bedimin göğsüne na-mahrem eli;
Bu ezanlar ki, şehadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli
 
 Çan… Soğuk metalin sesi, gürültüsü, geveze medeniyetinin hıçkırığı…
 
Metal bir medeniyetin sesi, keşişlerin beyni tahrip etmek için bulduğu, kaosa, soğukluğa, kıyıcılığa davetin sesi… Tek tedaisi var bende: Sömürü ve engizisyonun sesi… Sevimsiz ve soğuk, varlığı gibi..
 
 Ama bu soğukluğu, kötü tedaileri yok etmek daha doğrusu unutturmak isteyen Alman Şair Friedrich Şehitler, “Das Lied von der Glocke” (Çanın Şarkısı) adlı şiirini yazmış.
 
 Bu uzun şiir, şairin bütün maharetine rağmen, mezar ve cinayet kokan, soğuk ve ürpetici metalin sesi…
 
Ezan-ı Muhammedî:sonsuza davetin sesi, ebedi kurtuluş…
 
 
 Ekrem Tahir – Varlık ve Hece
İnceleyin:  Hakikat Tekliği ve Çokluğu

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir