Edebi Açıdan Hadislerde Teşbih ve Temsiller

edebi-acidan-hadislerde-tesbih-ve-temsiller20130624130214 Edebi Açıdan Hadislerde Teşbih ve Temsiller

I-HZ. PEYGAMBERİN TEŞBÎHLİ ANLATIMLARI

A- NEBEVÎ TEŞBİH VE TEMSİLLER

Tarih boyunca insanların, teşbîhli/metaforlu anlatımı kullandıklarını görmekteyiz. Benzetme sanatını sadece edebiyatçılar değil, aynı zamanda filozoflar ve bilginler de kullanmış, benzetme sanatından faydalanmışlardır.

Edebiyatta benzetmenin gayesi sadece üslûp ve ifade güzelliğini sağlamaktan ibaret iken, felsefe ve pozitif ilimlerde ise her şeyden önce ifadelerin anlaşılmasını kolaylaştırmaktır .

Her toplumun sahip olduğu dil ve kültür ile ifade ettikleri temsil ve teşbihler olduğu gibi, Arap dilinde de teşbîhli ifadelerin daha çok bulunduğu görülmektedir.

Tevrat ve Incil’de temsilî anlatımlar olduğu gibi Kur’ân’da da bir çok teşbihi ve temsilli anlatımlar mevcuttur.

Hatta bununla ilgili müstakil çalışmalar da yapılmıştır . Durum böyle olunca Arapların en fasih, en beliğ ve en veciz konuşanı olan Hz. Peygamber (sav)’in de bir çok meseleyi teşbihlerle ve temsillerle ya da mesellerle anlattığını görmek­teyiz. Aynı şekilde sahabe ve tâbiûn’un sözlerinde de teşbih ve temsil yaygın olarak görülmektedir.

Hz. Peygamber (sav)’in iyi, hayırlı ve güzel şeyleri imâna, meleğe ve Cennete, anya, deveye, hurmaya, yağmura, portakala… vb. insanlar tarafından makbul görülen varlıklara benzettiğini; kötü, zararlı, çirkin ve şerli olan şeyleri de şeytan, küfür, yırtıcı hayvan ve Cehennem gibi makbul sayılmayan şeylere benzettiğini görmekteyiz. Zira, Arapların haddi aşan, inatçı olan her şeye şeytan demeleri âdetlerinden olduğu gibi şekli ve görünüşü çirkin olan şeyleri de şeytanlara benzetirlerdi.

Güzel olanları da meleklere teşbîh ederlerdi . Böylece kötü ve şerli şeylerin en çok sembolize edildiği nesne şeytan, güzel ve hayırlı şeylerin benzetildiği şey de melek olmaktadır. Şeytanın sembol olarak kullanılmasına şu hadîsi örnek verebiliriz: Hz. Peygamber (sav) saç bakımı iyi olmayan bir kişinin durumunu şeytana benzetmiş ve böyle bir halde olmanın iyi bir durum olmadığını şeytana benzeterek beyan etmiştir. Meselâ, bir adam saçı sakalı dağınık bir vaziyette Hz. Peygamber’in yanma gelir, Hz. Peygamber eliyle, adama işaret ederek sanki saç bakımını yapmasını emreder. Adam saçını sakalını düzelterek geri gelir ve Peygamber (sav); “Şu hâl, sizden birinizin şeytan gibi saçı dağınık bir vaziyette gelmesinden daha hayırlı değil mi?”buyurur .

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Arap dilinde kötü ve çirkin şeylerin şeytana benzetilmesi, iyi ve güzel şeylerin de melek veya imana benzetilmesi yaygın âdettir. Bu bakımdan, hadîste de görüldüğü gibi, Hz. Peygamber, herkesin âşinâ olduğu böyle benzetmelerle, saçı başı dağınık olmanın iyi bir hâl olmadığını izah sadedinde şeytana benzetmek suretiyle beyan etmiştir. Kur’ân’da da buna benzer misaller görülür. Meselâ, Cehennemdeki zakkum ağacı şeytana benzetilerek şöyle buyurulur. “O/zakkum ağacı, Cehennemin dibinde çıkar. Tomurcukları sanki şeytanların başları gibidir.” Elmalılı bu âyeti şöyle izah eder: “Buna üç mana verilmiştir:

Son derece çirkinlikten kinaye olmak üzere muhayyel bir teşbîh,Şeyâtîn, çirkin suratlı yılanlar demektir.

Şeytanların başları /Ruûsüşşeyâtîn, çirkin manzaralı ma’ruf bir otun meyvesi imiş ki ona Yemende esten denilirmiş”, diyen Elmalılı, “Biz de dördüncü bir mana anlamak istiyoruz ki, zâlimleri en çok aldatan, meftun eden nokta onun çiçek açıp meyvesini verecek olan noktalandır. Vâridat membaları gibi görünen o noktalar öyle iğfalkârdır kisanki şeytanların başları veyahut reisleri gibi” dir, şeklinde izah eder.

Hz. Peygamber (sav)’in de, o toplumun içinde yetişen bir Zât olarak, onların dilleri ile konuşması ve onların kullandıkları teşbihleri kullanması elbette ki gayet tabiî bir durumdur.

Hz. Peygambere bildirilen gaybe ait işlerin bir kısmı tafsil iledir. Hz. Peygamber (sav) bu kısımda hiç bir tasarrufta bulunmamıştır: Kur’ân’ın ve hadîs-i Kudsî’nin muhkemâtı gibi. Diğer bir kısmı da icmal ile bildirilmiş, bu kısımda tafsilat ve tasvirat O’nun içtihadına havâle edilmiştir. îmâna girmeyen kevnî hâdiseler ve gelecekte vuku bulacak olan olaylara dair hadîsler gibi. Peygamberimiz (sav) belâğatıyla, temsiller suretinde, sırr-ı teklif hikmetine uygun şekilde bu kısımlarda tafsil ve tasvirde bulunmuştur. Meselâ; Ebû Hureyre (ra.) anlatıyor: Peygamber ile beraberdik, şiddetli bir gürültü işitti.

– “Peygamber (sav) “Bu gürültü nedir biliyor musunuz?” diye sordu.

Biz de “Allah ve Rasûlü bilir” dedik.

Peygamber de:

– “Bu gürültü, yetmiş seneden beri Cehennem tarafına yuvarlanan bir taşın bu dakikada Cehennemin dibine yetişip düşmesinin gürültüsüdür’’buyurdu .

Bu hâdiseden kısa bir zaman sonra birisi gelir ve “Ey Allah’ın Rasûlü! Yetmiş yaşında bulunan filân münafık vefat etti.” diyerek olayı haber verir. Böylece bu haber, Hz. Peygamberin yüksek beliğâne kelâmının ve bir temsil ile anlattığı meselenin te’vilini göstermiş olmaktadır.

Hadîste görüldüğü gibi, Hz. Peygamber (sav) yetmiş yaşındaki bir münafığın ölümünü haber vermekle birlikte, onu yetmiş senedir Cehennemin dibine doğru yuvarlanan ve o anda Cehennemin dibine ulaşan bir taşa benzetmektedir. Çünkü o münafık yetmiş yıllık hayatı boyunca Cehennemin dibine doğru tedennî ettiği ve nifakının neticesinin Cehennem olduğu ve münafığın ölümünün ne kadar şiddetli olduğu ancak böyle bir temsil ile zihinlerde kalıcı olarak anlatılabilir. Yoksa hadîs, cehennemin derinliğinin yetmiş senelik bir mesafe olduğunu belirten bir ifade sadedinde olmaması gerektir.

Hz. Peygamber (sav)’in buna benzer başka bir hadîsinde de yine bir münafığın ölümünü anlatan haberini Câbir (ra.) şöyle naklediyor: Mekke ile Medine arasında bir gazvede idiler, adamları deviren şiddetli bir rüzgar esti. Peygamber (sav) bir münafığın ölümü içindir.” buyurdu. Medine’ye döndüğümüzde en büyük münafığın ölmüş olduğunu gördük.” .

Böylece Hz. Peygamber (sav), bu temsîlî anlatımıyla bir münafığın hayatı boyunca kendisini Cehenneme götürecek bir durum ve yaşayış içinde olduğunu ve -bu itikat üzere ölenin- âkıbetinin de Cehennem olduğunu belirtmiştir. Aynı zamanda bu hadîslerle, insanlar münafıklıktan sakındırılmaktadır.

B- NEBEVİ KISSALARLA TEŞBİH

Hz. Peygamber (sav)’in kullandığı anlatım üslûbları içerisinde kıssalara da yer verilmektedir. Kıssa; rivayet, beyan, vakıa, iz sürme manalarına gelmektedir.

Hadîslere baktığımızda Hz. Peygamber (sav)’in teşbîh ve temsillerinde olduğu gibi, irşad, teşvik, sakındırma, iyi ve kötü olan şeyleri mukayese ettirme imkanını temin etme hususunda mâzi ve müstakbele ait bir çok kıssalar anlattığını görmekteyiz. Bu kıssalar, Kur’ân’da zikredilen peygamberlerle ilgili olduğu gibi, Kur’ân’da zikredilmeyen bazı peygamberler ve şahıslar ile de ilgilidir. Yine ahlâki değer taşıyan Benî İsrâil ile ilgili kıssalar olduğu gibi âhiret âleminde cereyan edecek olan bir takım ahvâl, Cennet ve Cehennem ile ilgili bir kısım olaylarla da ilgili olabilmektedir .

Kıssaların anlatılmasının en önemli amacı, hisse çıkarma ve eğitme gayesi taşımasıdır. Yüce hakikatler, anlaşılması zor ve gâmız meseleler, kıssalar yolu ile müşahhas, herkesin ve hatta en âmi bir kimsenin bile anlayabileceği bir hâle getirilmekte, âdetâ sahneye konmaktadır. Bu tarza, eğitici değer taşıması sebebiyle eskiden beri bütün dînî kitaplarda yer verilmiştir . Kıssaların, telkin ve öğretimdeki büyük etkisi ve önemi gözardı edilemez. Bu bakımdan eğitim ve öğretimde küçük, büyük her kesimden insan için “Kıssa Edebiyatı’’na yer verilmesi yararlı olacaktır.

Faruk Bayraktar, sünnetteki kıssalar ve önemi ile ilgili şu açıklamaları yapmaktadır: “Aslında sünnetteki kıssalar, Kur’ân’daki kıssalardan farksız ve aynı derecede önemlidir. Fakat biz, gaye ve hedefleri bakımından sünnetteki kıssaların daha özel ve daha mufassal olduğunu görüyoruz.

Nebevî kıssalar; tafsilât, açıklık ve üslûp yönüyle basitlik arz eder. Küçük -büyük, genç -ihtiyar, kadın -erkek, her kültür seviyesindeki insan tarafından yakın ve uzak gayeleri kolaylıkla anlaşılabilir niteliktedir. Kıssalarda bazı lafız ve ibareler, gayenin daha iyi anlaşılabilmesi için tekrar edilmiştir.

Kıssalar, güzellik ve çekicilikleriyle gönülleri ve akılları celb ederek mesrur ve müferrah kılar. Böylece kalpler aynı duygu ile birleşirler. Bu vesile ile anlatılmak istenen hususun kalıcılığı sağlanmış olur.

Rasûlüllah (sav)’m naklettiği kıssaların konu olarak yeni, üslûp olarak mükemmel ve aynı değerde olduklarını görüyoruz . Nebevî kıssalar, aslî hedefler yönü ile Kur’ânî kıssaların hedeflerine işaret eder. Bu hedeflere misâl olarak bazı hususları zikredebiliriz.

a- Allah’ın rızasına nâil olmak için yapılan güzel amelin önemini beyândır: Meselâ; Abdullah b. Ömer (ra.) Hz.

Peygamber (sav)’in şöyle buyurduğunu işittiğini söyler:“Sizden önceki ümmetlerden üç kişi yola çıktılar, geceyi geçirmek için bir mağaraya girdiler. Derken dağdan bir taş düştü ve mağaranın ağzını kapattı. Bunun üzerine birbirlerine şöyle dediler:

“İyi amellerinizle dua etmekten başka sizi buradan hiçbir şey kurtaramaz.”

İçlerinden birisi:

“Allah’ım! Benim, çok ihtiyar bir annem ve babam vardı. Onlardan evvel ne aileme ne de hayvanlarıma bir şey içirmezdim. Günün birinde odun toplamak için uzaklara gitmiştim. Akşam döndüğümde onlar uyumuştu. Onlar için süt sağdım ve akşam yemeklerini hazırladım. Fakat onlar hâlâ uyuyorlardı. Onları uyandırmayı ve onlardan evvel akşam yemeğini yemeyi hoş görmedim. Çanak elimde olduğu halde onların uyanmalarını bekledim. Nihayet sabah oldu. Çocuklar ayaklarımın altında açlıktan ağlıyorlardı. Derken, annem babam uyandılar ve akşam sütlerini içtiler. Allah’ım! Eğer bu işi Senin rızân için yapmışsam bu taştan çektiğimiz belayı bizden uzaklaştır.” dedi. Taş biraz açıldı, fakat çıkılacak gibi değildi.

İkicisi şöyle dedi:

-Allah’ım! Amcamın bir kızı vardı ki, o bana insanların en sevimlisi idi. Onunla ilişkiye girmek istedim. Fakat teklifimi kabul etmedi. Bir kaç sene sonra bir kıtlığa uğrayınca bana başvurdu, kendisini bana teslim etmek şartıyla ona yüz yirmi altın verdim. Kabul etti. Bu suretle fırsattan istifade cinsî muameleye başlamak üzere iken “Allah’tan kork da haksız olarak mührümü bozma.” dedi. Ben de ondan uzaklaştım. Verdiğim altınları da kendisine bıraktım. Alladım! Eğer bu işi sırf senin rızanı kazanmak için yapmış isem içinde bulunduğumuz belayı üzerimizden gider, diye yalvardı. Mağaranın kapısı biraz daha açıldı, fakat yine çıkabilecekleri kadar değildi.

Üçüncü şahıs ise şöyle dedi:

Allah’ım! Ücretle amele tuttum ve ücretlerini verdim’ Fakat biri ücretini almadan bıraktı gitti. Onun ücretini işlettim.

Onun nam ve hesabına mal çoğaldı. Bir müddet sonra o adam yanıma gelerek;

Ücretimi ver, dedi. Ben de:

“Şu gördüğün deve, öküz, koyun vs. senin ücretinin neticesidir, al götür.” dedim.

O da:

“Ey Allah’ın kulu! Benimle alay etme” dedi.

“Seninle alay etmiyorum” dedim.

Adam da malın hepsini aldı götürdü, hiç bir şey bırakmadı.

-Allah’ım! Eğer bunu senin rızan için yapmışsam, içinde bulunduğumuz belayı üzerimizden def et, dedi. Taş mağaranın ağzından kaydı, onlar da çıkıp yürüdüler.”

 

 

……………………..

 

1-Hz. Peygamberin Kıssalarının Çeşitleri

Hz. Peygamber (sav)’in tarihle ilgili kıssalarını dört kısımda mütalaa etmek mümkündür:

a~ Tarihe Ait Kur’ânî Kıssalar

Bu kıssalar açık ve geniştir. Kur’ân’da işaret edilen muhtasar kıssalar bu şekilde açıklanmış olur. Yani nebevî kıssalar, Kur’ân’dakilerin mufassal şeklidir, denilebilir. Hz. İbrahim’in Mekke’ye gelip Kâ’be’yi inşa ettiği kıssası gibi. Bu kıssa, Kur’ân’da çok kısa zikredildiği halde Buhâri’nin Sahihi’nde üç sayfada verilen hadîsle detaya inilmiş ve kapalılık giderilmiştir . Yine Hz. Musa ile Hz. Hızır arasında geçen kıssa, Ad kavmini helâk eden rüzgar kıssası , ashâb-ı uhdûd kıssası da buna örnek olarak zikredilebilir.

b- Tarihe Ait Olup Kur’ân’da Zikredilmeyen Kıssalar

Bu kıssalar, kendisine Kur’ân’da işaret edilmeyen

kıssalardır. Bunlara, mağara ashabının kıssası , beşikte konuşan çocukların kıssası , kifl kıssası , bin dinar borç alan kişinin kıssası vs. örnek verilebilir.

c- Tamamen Hz. Peygambere Ait Olmayan, Fakat O’nun Zamanında Cereyan Edip Büyük İbret ve Faydaları Olan Kıssalar

Rasûlüllah zamanında sahabeden bazılarının hayatında vuku bulan kıssalar gibi. Bunlar, haklarında âyetler bulunan önemli vakıâlardır. Meselâ, cihaddan geri kalan üç kişinin kıssası gibi. Hz. Peygamber (sav) ve sahabe bunlarla alakayı kesmişti. Allah, onların tevbelerini kabul ettiğini Kur’ân’da

zikretmiştir. Yine Hz. Aişe (ra.hâ) ile ilgili olan ifk hâdisesi de böyledir: Münâfıklar, Hz. Aişe’ye iftirada bulunmuşlardı. Rasûlüllah (sav) ise başlangıçta suskun kalmıştı. Neticede Allah, onun temiz olduğunu Kur’ân’da beyan etmiştir .

d- Tarihî Olaylar ve Rasûlüllah (sav)’m Gazaları İle İlgili Olanlar

Bunlar, peş peşe ve birbirinin çevresinde cereyan eden Hz. peygamberin gazveleri ve onlarla alakalı hususları içeren kıssalardır. Hadîs ve siyer kitapları bunların misalleri ile doludur. Hadîs kitaplarında bu konular için ayrı bölümler teşkil edilmiştir .

Hadîslerdeki kıssalar konusunda araştırma yapan Muhammed ez-Zir, nebevî kıssaları; Hz. Peygamber (sav)’in başından geçen kıssalar, tarihî kıssalar, temsilî kıssalar, gelecekle ilgili kıssalar, âhiret, haşir ile ilgili kıssalar ve gaybî olan hususlarla ilgili kıssalar olmak üzere kısımlara Ayırmaktadır.

Nebevî kıssalar konusunda açıklama yapan M. Faruk Bayraktar, nebevî kıssaların eğitimdeki rolünün önemine de dikkat çekmektedir .

Kıssalarda asıl olan gaye, insanları imana davet etmek, ahlâkı güzelleştirip mânevî olarak terbiye etmek, eğitmek, iyi ve hayırlı olan şeylere teşvik, her türlü kötü ahlâktan ve kötü olan şeylere götürecek hâl ve davranışlardan sakındırmaktır .

Kur’ân’da kendisine işaret edilmeyen ve ahlâkî önem taşıyan kıssalara bir iki örnek daha verelim: Meselâ, Hz. Peygamber (sav) bir hadîsinde insanları Allah için sevmeye teşvike yönelik şöyle bir kıssa anlatmaktadır:

“Bir adam, başka bir köydeki mü’min kardeşini ziyaret etmeye gider. Bunun üzerine Allah, onun yolunun üzerine (insan suretinde) bir melek oturtur. Adam, meleğin yanma gelince:

Melek:

“Nereye gidiyorsun?” diye sorar.

Adam:

“Şu köydeki kardeşime gidiyorum” der.

Melek:

“Onda senin bir menfaatin mi var?” diye sorar.

Adam:

“Hayır, ben onu sadece Allah rızası için seviyorum”

der.

Bunun üzerine Melek:

“O halde ben senin o kardeşini Allah için sevdiğin gibi Allah’ın da seni sevdiğini haber vermek üzere Allah’ın sana gönderdiği bir elçisiyim.” der

Nevevî, bu hadîste Allah için muhabbet etmeye ve salih kişileri ziyaret etmeye teşvik bulunduğunu belirtir .

 

 

………………………….

 

C- MUKAYESELİ ANLATIM

‘ Hz. Peygamber (sav)’in kullandığı anlatım metotlarından biri de mukayeseli anlatımdır. “Mukayeseli anlatım”dan Hz. Peygamber’in bazı durumları kıyas yolu ile ifade ettiği anlatımları kastediyoruz. Mukayese, “kıyas” kökünden türemiş, müfâale babında olup, ölçme, karşılaştırma, orantı, nisbet gibi manalara gelir.

Kıyas ise; kelime olarak, bir şeyin başka bir şeyle ölçülmesi manasına geldiği gibi, iki şeyi birbirine eşitlemek manasında da kullanılmaktadır. Kıyaslama hem maddî hem de manevî yönden yapılabilir. Meselâ; “Bu yaprağı şu yaprağa kıyas ettim/eşitledim” dendiğinde maddî bir ölçme kastedilir. Fakat, “Falan kişi, falan kişi ile kıyas edilemez” dendiğinde ise ilim ve fazilette onunla bir tutulamaz, demektir. Bundan da manevî bir kıyaslama kastedilmiş olur .

Kıyasın dört unsuru vardır:

a- Asıl; Hükmü nass ve icma tarafından belirlenmiş meseledir. Buna “el-makîsü aleyh ve “el-müşebbehü bih” denir.

b– Fer’: Hükmü nass ve icma tarafından belirlenmemiş meseledir. Buna da “el-makîsü” ve “el-müşebbeh” denir.

c- İllet: Asla ait hükmün konmasına sebep olan özellik (vech-i şebeh)’tir.

d- Aslın hükmü. Asıl hakkında sabit olan ve kıyas yolu ile fer’e de uygulanmak istenen hükümdür .

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı gibi kıyasın rükünlerinin ilk üçü; müşebbeh, müşebbehün bih ve vech-i şebehdir. Dolayısıyla el-Cürcânî’nin de ifade ettiği gibi fıkıhçılar, edebiyattaki “temsîl”e kıyas derler. Diğer bir ifade ile temsilî anlatım, aynı zamanda mukayeseli ya da kıyaslı anlatımdır.

Biz de bu kaideden hareketle Hz. Peygamberin zaman zaman bir takım durumları kıyas yolu ile anlattığını görmekteyiz. Meselâ; Hz. Ömer (ra) oruçlu iken hanımını öpmesi üzerine hemen Hz. Peygamber’e gelir ve:

“Ey Allah’ın Rasûlü! Bu gün büyük bir iş yaptım, ben oruçlu iken hanımımı öptüm.” der.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav):

“Sen oruçlu iken ağzına su alıp çalkalasan ne olur? ne dersin?”

Hz. Ömer de:

“Bir şey olmaz” demesi üzerine Hz. Peygamber (sav):

“Öyle ise endişelenmeyi bırak.’’ buyurur.

Hadîste görüldüğü gibi Hz. Peygamber (sav) kıyas yolu ile, diğer bir ifade ile temsîl yoluyla dînî ve fıkhî bir meseleyi anlatmıştır. Bunun için Hz. Peygamber’in teşbîhî ve temsilî anlatımları içinde bu tür anlatımlara da yer vermenin uygun olacağı ve mukayeseli anlatımın teşbîhî ve temsîlî anlatımla yakından ilgili olduğu görülmektedir.

Bu bağlamda Hz. Peygamberin mukayeseli anlatımla­rında madde ile mana, dünya ile âhiret, gayb âlemi ile şehadet âlemi gibi bir çok meseleler mukayese edilmektedir. Bu konu ile alakalı misâllerin hepsini burada zikretmek bu çalışmanın sınırlarını aşacağından bir kaç örnek daha vermekle yetineceğiz.

Komşu Münasebetleri Açısından Kıyaslama

Mikdad b. Esved’in naklettiği bir hadîste “Hz. Peygamber (sav), ashabına zinadan sordu.

Ashab:

“Haramdır, Allah ve Rasûlü onu haram kılmıştır” diye cevap verirler.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav):

“Kişinin komşusunun hanımı ile zina etmesi, (komşusu olmayan) herhangi on kadınla zina etmesinden daha büyük günahtır”

Yine Hz. Peygamber (sav) ashabına hırsızlıktan sorar.

Ashab:

“Haramdır, Allah ve Rasûlü onu haram kılmıştır.” diye cevap verirler.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav):

– “insanın komşusunun evinden çalması, herhangi on ev halkının malından çalmasından, daha büyük günahtır.”

buyurur .

Hadîste komşusunun kadını ile zina etmenin, herhangi on kadınla zina etmenin yanında daha büyük günah olduğu mukayese edilerek anlatılmaktadır. Burada anlatılmak istenen husus, her hangi bir kadınla zina etmenin komşunun kadını ile zina etmekten daha aşağı olduğu değil, her halde komşu hakkının, diğer yabancılardan daha fazla olması açısından ziyadesiyle önem arz ettiği içindir. Yoksa zina fiili, kim olursa olsun, küçümsenemeyecek kadar büyük günah ve her semâvî dinde yasaklanmış olan İlâhî bir yasaktır. Dinimizde de en büyük günahlardan olduğu belirtilmiştir .

Şunu da hemen ifade edelim ki, komşunun kadını ile zina etmenin, diğer kadınlarla zina etmekten daha fazla veballi bir durum olarak anlatılmasının sebebi, sosyal münasebetler açısından kişinin komşusuna daha yakın ve daha içli dışlı olması ve komşunun komşu üzerindeki hakkının ve hürmetinin başkalarında olmamasından kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan kişinin komşuluk cihetiyle böyle çirkin bir işi yapması, dışarıya göre daha kolay olabilir. Bu açıdan Hz. Peygamber (sav) bu ifadesiyle işin vahametini anlatarak ve böyle çirkin bir fiilin yapılmasının yollarını kapatarak, komşuluk hukukuna riayetin önemine ve komşular arasındaki güvenin sarsılmamasına dikkat çekmiş olmaktadır. Yoksa komşu olmayan ya da yabancı olan kadınlar ile böyle çirkin ve gayr-i ahlâki olan bir fiilin işlenmesi az günahtır, daha ehvendir, manası anlaşılamaz.

Hz. Peygamber (sav) böylece insanı, zina fiiline götürecek yolları kapatmış olmaktadır. Bu bağlamda Hz. peygamber (sav), kendine haram olan bir kadınla değil zina etmek, ona dokunmayı bile yasaklamıştır. Meselâ

“Nâmahremin olan bir kadınla baş başa kalmaktan sakın. Zira, nefsim kudret elinde olan Allaha yemin olsun ki, bir adamın çamura batmış bir domuza sürtünmesi, omuzunu kendisine helal olmayan bir kadının omuzuna sürmesinden daha hayırlıdır. Çünkü baş başa bulunan yabancı bir kadınla erkeğin arasına şeytan girer.” Bir başka hadîste de “Birinizin, demirden bir iğne ile başı dürtüklenmesi, kendine helal olmayan kadına dokunmasından daha hayırlıdır” buyurul- maktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de de zina etmeyin, denmemekte bilakis, “Zinaya yaklaşmayın…’ buyurularak, zinaya götürecek fiillerden sakındırılmaktadır.

Hırsızlık da aynı şekildedir.

Hadîs İslâm’ın komşu hakkına verdiği değeri göstermesi bakımından büyük önemi haizdir.

Oruçlunun Ağız Kokusu İle Misk Kokusuyla Kıyaslanması

Hz. Peygamber (sav) “Oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.” buyurmuştur. Hz. Peygamber (sav) bu hadîsinde de oruçlunun ağız kokusu ile miski mukayese ederek oruç tutmaktan meydana gelen ve zahirde insanların hoşuna gitmeyen bu kokunun hakikatte Allah yanında miskten daha güzel olduğunu muhatapların anladığı,bildiği ve beğendiği bir hususla mukayese ederek anlatmıştır Aynı zamanda bu hadîste oruç tutmaya da bir teşvik vardır.

Rakibini Yenen Pehlivan İle Öfkesini Yenenin Kıyaslanması

Pehlivan, güreşte rakibini yenen güçlü kuvvetli kişiye denir. Hz. Peygamber (sav) “Gerçek pehlivan; müsabakada rakibini yenen değil, öfkelendiğinde nefsini yenendir” buyurarak esas pehlivanın güreşte rakibini yenen değil, kızdığında nefsine hâkim olabilen kişi olduğunu ifade etmektedir. Böylece Hz. Peygamber (sav) kızdığı anda nefsine hâkim olabilen kişiyi, rakibini yere sererek yenen pehlivana benzetmiş ve gerçek pehlivanlığın da bu olduğunu mukayese yolu ile anlatmıştır.

Mal Zenginliği İle Gönül Zenginliğinin Kıyaslanması

Zenginlik, dünyada varlıklı olmaya, malı, mülkü ve serveti çok olmaya denir. Fakat zenginlik izafi bir durumdur. Yani malın ve servetin çokluk mertebesine göre zenginliğin de dereceleri vardır.

Hz. Peygamber (sav) bir hadîste “Gerçek zenginlik; mal değil, gönül zenginliğidir’’buyurarak gerçek zenginliğin

Memleketini Terk Edenle Günahları Terk Edenin Kıyaslanması

Muhâcir, dinini yaşayabilme uğrunda kendi memleketini terk ederek başka bir memlekete göç eden kişiye denir. Fakat Hz. Peygamber (sav) bir hadîsinde “Gerçek muhâcir, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzaklaşan kimsedir” buyurmak sure­tiyle esas muhâcirin, ülkesini ya da vatanını terk eden değil, Allah’ın haram ettiği şeyleri terk eden ya da insanı günaha götürecek olan şeylerden uzaklaşan kimse olduğunu mukayese yolu ile anlatmaktadır. Ayrıca şunu da ifade edelim ki, burada ülke ya da vatanın terk edilmesi günahın terkini netice vermiyorsa, hicretin -dînî manada- neticesinin ve kıymetinin olmadığına vurgu yapıldığını da söyleyebiliriz

……

7- Cimri İle Salavât Getirmeyenin Kıyaslanması

Hz. Peygamber (sav) bir mukayeseli anlatımında da;

“Cimri, yanında ismim anıldığında bana salavât okumayan kimsedir” buyurarak, ismi anılınca kendisine salavât okuma­yan kişiyi, cimriye benzetmiştir. Cimri malından başkalarına vermeyi esirgeyen, infak etmeyen, hasislik yapan kişiye denir. Bu hadîste de Hz. Peygamber, ismi yanında anıldığı halde salavât okumayı esirgeyenleri cimri olarak nitelendirmiştir.

Asıl itibari ile cömertlik ya da cimrilik manevî bir duygudur. Fakat bunun dış tezahürü ise vermek veya vermemektir. Bu da o iç duygunun dıştaki yansımalarıdır. Aynı zamanda cömertliğin maddî tezahürü yanında, manevi yönünün de bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Böylece infak etmeyen, infak sevabından mahrum kaldığı gibi, yanında Hz. Peygamberin ismi anıldığı zaman salavat getirmeyen de bu salavat sevabından mahrum kalır. Nitekim insanlara selam vermeyi esirgeyenler de cimri olarak nitelendirilmektedir.’

 

………………………..

 

 

H- TEŞBİH VE TEMSİL İLE ANLATIMIN GAYESİ

Kur’ân-ı Kerîm, teşbih ve temsil ile anlatımın gayesini şu şekilde ifade etmektedir: “And olsun ki, biz bu Kur’ân’da güzelce düşünüp öğüt alsınlar diye insanlar için her türlü misali verdik.” Diğer bir âyette “Bu misaller ki, biz onları düşünsünler diye veriyoruz.” , bir başka ayette de “işte misaller, biz onları insanlar için irâd ediyoruz, âlim olanlardan başkası onları anlamaz.” buyurulur.

ez-Zerkeşî, teşbihin gayesini şöyle ifade eder: “Nefsi, gizli olan şeyden açık olan bir şeye çıkarmakla, onu ünsiyet ettirmek, alıştırmaktır.”

Temsîl; eğitimi ve gidişatı güzelleştirmek, nefisleri ıslah etmek, iç âlemi parlatmak, ahlâkı güzelleştirmek ve yüce faziletleri arttırmak için en üstün metotlardan biridir.

Bu bağlamda gerek Kur’ân’da gerekse hadîslerde bulunan teşbîh ve temsillerin, yanlış inançları düzeltmek, doğru inancı şirkin bütün lekelerinden arıtmak gibi bir çok yüksek gayeleri vardır.

Kur’ân ve hadîslerdeki temsiller; münafıkların dalâletini ateistlerin sapıklığını, kendilerini Allah’a yakınlaştırması,Allah’a çocuk, ortak ve batıl şekilde şefaatçi ve vasıta isnat eden müşriklerin inançlarının bozukluğunu beyan etmektedir. Aynı zamanda, Allah’ın varlığına, birliğine, kemal sıfatlarına misaller getirmekle birlikte, âhiretin geleceğine, ceza veya mükafat için hesaba çekilmek üzere insanların diriltileceğine dair bolca temsiller ve teşbihler yapılmaktadır. Yine Hz. Peygamber (sav)’in peygamberliğinin doğruluğuna ve O’nun bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamber olduğuna dair misaller verilmektedir.

Kur’ânî ve Nebevî teşbih ve temsiller; insanları, inançsızlıktan, nifaktan ve şirkin bütün çeşitlerinden arındırmaya yönelik olmalarının yanında bir de ahlâkı güzelleştirme gayeleri vardır. Gerek Kur’ân’da gerekse hadîslerde geçen temsiller ve teşbihler; insanları, cömertliğe, Allah yolunda gayret göstermeye, hayırlı işler yapmaya, yapılanların yalnız Allah için ihlâs ile yapılmasına, iyiliklere yönelik meyillerin arttırılmasına, kötülüklere olan isteklerin bastırılmasına yöneliktir.

Teşbîh ve temsiller; insanların akıllarının ufkunu aydınlatmakta, kâinata ve hayata bakışını değiştirmekte, hedefini ve doğru yolunu göstermekte, insanları yüce işler yapmaya teşvik etmektedir. Safi kalplerde hakikat ve doğrunun sevgisini arttırırken, batıl ve kötü olan şeylere karşı da nefreti arttırmaktadır. İnsanların gönüllerinde hayırlı şeyleri istemeği, şer olanlardan da kaçınmayı temin etmekte en tesirli anlatım vasıtası olmaktadır.

Teşbîh ve temsiller; insanların bildikleri, gördükleri, işittikleri ve diğer duyuları ile hissettikleri şeylerle istenilen manaları, akıllara yakınlaştırarak, insanların düşünmeleri ve anlamaları için göz, kulak gibi zahiri duyularının algılayama­dıkları hakikatları idrak etme imkânını sağlamaktadır. Böylece teşbih ve temsiller âdetâ birer dürbün mesabesinde olmaktadırlar. Yine teşbîh ve temsiller; insanlara, kendileri ile amel etmeleri için hayırlı şeylere yönlendirmektedir. Akıl ve zevk-i selim sahibi insanları batıl ve şerli şeylerden nefret ettirip, temsillerle verilmek istenen mesajı idrak ettirmektir.

Teşbîh ve temsiller, trafik işaretleri gibi insanlara doğruyu ve sırât-ı müstakimi gösteren birer işaretlerdir. Gönülleri iyiliğe, hidayete ve hayırlı şeylere teşvik eder veya günahlardan ve kötülüklerden alıkoyar. Üstün olanlara götürür veya kötü şeyleri uzak kılar. Böylece temsiller, insanın gönüllerinin sâlim bir şekilde inşa edilmesi ve insanın ruh ve cesediyle birlikte kemâlât merdivenlerinde yükselmesi için bir çok hikmet, ahkâm ve hidayeti ihtiva ederler.

Teşbîh ve temsiller, aklî olan meseleleri mücessem şekillerde tasvir eder, manevî olan meseleleri duyularla algılanabilen meseleler halinde takdim eder. Mücmel olanı tafsil, müphem olanı izah eder. İnsan için gaybî olan bir meseleyi âdetâ insanın önünde temessül ettirir ve böylece daha iyi anlama ve idrak etme, ikna olma ve etkilenmeyi sağlar.

Soyut meselelerin anlaşılmasında kişinin İlmî seviye­sinin büyük rolü vardır. Fakat Kur’ân-ı Kerîm’e ve hadislere muhatap olanların çoğunluğu avamdır. Avam ise mücerret ve aklî olan hakikatları doğrudan anlayamaz. Onlara böyle mücerret ve derin olan meseleler ancak temsîl, teşbîh ve istiârelerle tasvir edilerek anlatılabilir.

Teşbîh ve temsillerin esas gayelerinden biri de, insanı âhiret gününe ve âhirette Allah’ın rahmetine layık olmaya hazırlamaktır. Bundan dolayı temsillerin, insan tabiatının güzelleştirilmesinde ve şerli şeyleri isteyen duygularının terbiyesinde, nefislerin aşırılıklarının hafifletilmesinde, hırslarının sınırlandırılmasında etkisi vardır. Yine nefislerde tevazu rıfk ve îsâr gibi güzel hasletlerin ihyâ edilmesinde, gurur ve kibir gibi kötü hasletlerden de uzaklaştırılmasında büyük tesirleri vardır. Bu bakımlardan teşbih ve temsillerde dünyevî ve uhrevî bir çok güzel gayeler ve faydalar mevcuttur.

Tüm bunlardan dolayı gerek Kur’ân gerekse hadîsler iman, küfür, faydalı ilim, nifakın kötülüğü, infaka ve hayırlı şeylere teşvik, şerlerden uzaklaştırma, iyi olanları kötü olanlarla mukayese ederek tasvir etme, âhiret, sırat, mizan, Cennet, Cehennem, melekler vs. gibi bir çok konularda temsiller getirmektedir.

Böylece temsil ile anlatım, her seviyeden insana, daha kolay ve daha rahat anlama imkanını verir. Mücerret ve gaybî olan konuları, müşahhas ve anlaşılır hale getirir, mukayese yapma imkânı sağlar.

Hadîslerde geçen teşbih ve temsilli anlatımlardan çok yönlü istifade edilebilir. Meselâ, tezkîr, va’z, his, zecir, teşvik etmek, sakındırmak, ibret almak ve tefekkür etmek, ahlâkî neticeler çıkarmak, gaybî ve manevî meseleleri ma’kul ve anlaşılır hale getirmek gibi.

Hadîslerdeki temsiller, övmek ve yermek için olabildiği gibi sevap ve ıkap ile alakalı, bir şeyin değerini yüceltmek ve tahkir etmek için de olabilmektedir.

Teşbih ve temsil ile anlatmanın gayelerini maddeler halinde özetleyebiliriz.

I- Üslûp ve ifadeyi güzelleştirmesi,

Belirsiz ya da anlaşılması zor olan meselelerin kolay anlaşılır hale getirilmesi,

Anlatılmak istenen meselelerin akıllarda kalmasının Sağlanması,

Mananın, zihinlerde daha mükemmel bir şekilde tasvir ve izah edilerek daha anlaşılır hale getirilmesi,

Terğib ve terhib,

Aklen imkansız gibi görünen durumların (haşir gibi), mümkün olabileceğinin ma’ruf ve müsellem olan şeylerle gösterilmesi,

Her seviyeden insanın, kendi derecesine göre tefekkür etmesinin sağlanması vs.

Şunu da ifade edelim ki, teşbîh ve temsilin gaye ve maksatları, kıssalar için de aynen geçerlidir.

Hz. Peygamber (sav)’in hadîslerinde, ana hatlarıyla yukarıda zikrettiğimiz teşbihin bütün unsurlarını bulmak mümkündür. Biz bundan sonraki bölümlerde bu teşbîh ve temsilleri örnekleri ile ele almaya çalışacağız.

 

İMAN İLE İLGİLİ TEŞBİHLER

İleride görüleceği üzere, hadîsler incelendiğinde Hz Peygamber (sav)’in bir çok konuda ‘Beyân ilmi’nin kısımlarından olan teşbîh ve temsîli sık sık kullanmış olduğu ve bir çok meseleyi teşbîh ve temsîllerle anlattığı görülmektedir. Bu teşbîh ve temsîllerin bir kısmını, mevzularına göre tasnif ederek ilgili konularda örneklerle açıklamaya çalışacağız. İlk olarak imân ve İslâm ile ilgili teşbihleri ele alacağız.

İslâm dininde Müslüman olmanın ilk şartı imândır. İmân kelime olarak; inanmak, tasdik etmek, i’tikat etmek demektir.

Istılah olarak ise; Allah’ın varlığına-birliğine, meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe, hayrı ve şerri Allah’ın  yarattığına kalb ile tasdik, dil ile ikrar ederek inanmaktır. Bunlar imânın temel esaslarıdır. Bunların da en başta geleni ve birincisi Allah’a imândır, bu da O’nun varlığına ve birliğine inanmakla, O’nun bütün kemâl sıfatlarla muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu kabul etmekle olur.

Allah’ın sıfatları ile ilgili hadîslerde; Allah’ın bazı sıfatları anlatılırken, bu sıfatların varlıklarda bulunan sıfatlara benzetilerek ifade edildiğini görmekteyiz. Zira insanın tasavvurunun dışında kalan ve mücerret olan bu sıfatlar, ancak insanların akıllarının anlayabildiği ve gözlerinin görebildiği şeylerle kıyas edilmek suretiyle anlatılmış ve tasvir edilmiştir. Çünkü Kur’ân ve sünnete muhatap olanların ekseriyeti İlmî seviyeleri çok düşük olan avamdır. Böyle soyut ve mücerret olan hakikatları avam ancak teşbîh, temsîl ve istiârelerle tasvir etmek suretiyle anlayabilir. Bu sayede nazarlar o suretlerden geçerek arkasındaki hakikatleri görebilir. Meselâ; Allah, kainâttaki tasarrufunu anlatırken Kur’ân-ı Kerîm’de “Rahmân Arş’a istiva etti.” buyurur. Ayet insanın nazarını, âdetâ bir sultanın tahtına oturarak devleti ile ilgili yaptığı tasarrufunu tasvir edip, bu temsîl ile arkasındaki hakikat olan Allah’ın kâinat üzerindeki tasarrufuna intikal ettirmektedir. Bu tarzdaki teşbîhî ve temsilî anlatımlar insanların aklî seviyelerine konuşmaktır, bu da belagatın gereğidir.

A- CENÂB-I ALLAH İLE İLGİLİ TEŞBİHLER

Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın birliğini, Zât ve sıfatlarında eşi ve benzerinin olmadığını beyan eden bir çok âyet vardır. Meselâ, İhlas sûresinde “De ki; O Allah birdir, Allah Samed’dir (yani, her şey O’na muhtaç, O ise hiç bir şeye ve mahluka muhtaç değildir). O doğurmamış ve doğmamıştır.

Hiç bir şey (zat ve sıfatında) O’na denk değildir.” buyurulmaktadır. Yine Şûrâ sûresinde “… O’nun benzeri hiçbir şey yoktur …” buyurularak, Allah’ın benzerinin olmadığı ifade edilmektedir.

Hâlbuki hadîsler incelendiğinde insanlarda bulunan bazı organlar ve sıfatların -Kur’an’da da olduğu gibi- Allah’a isnat edildiği görülmektedir. Allah’a isnat edilen bu organlar ve sıfatlar hakîkî manalarında kullanıldığında Allah’ın insanlara benzediği ve insanlar gibi organlara ve nakıs sıfatlara sahip olduğu düşüncesini hatıra getirmektedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kur’ân’ın ifadesiyle O’nun hiç bir benzeri ve dengi yoktur. O, hiç bir mahluka benzemez, hiç bir mahluk da O’na benzemez. Çünkü yaratan, yaratılanın cinsinden değildir.

Bu sebeple Allah, yarattığına benzemez. Dolayısıyla böylesine mücerret olan, kâmil sıfatlarla muttasıf olan Allah’ın Zât’ını, insanların sınırlı akıllan ile anlaması mümkün değildir. Ancak,”… En büyük misâl, Allah’ındır.”’ âyetinde de belirtildiği gibi bazı misallerle Allah’ın isim ve sıfatlarına ve bu isim ve sıfatların icraatlarına, insanda bulunan cüz’î sıfatlar ile bakılabilir.

Durum böyle olunca Allah’a isnat edilen bir kısım organ ve sıfatlar’ , sadece insanların soyut manaları anlamalarını kolaylaştırmak için kullanılan teşbîhî, misâlî ve mecâzî ifadelerdir. Zira, teşbîh ve temsiller, dürbün gibi mücerret manaları ve akla uzak görünen hakikatleri, akla yakınlaştıran ifadelerdir. Yoksa o yüksek hakikatin bizatihi kendisi değildir. Şunu da hemen ifade edelim ki, benzeyenin, kendisine benzetilene her yönü ile benzemesi de şart değildir. Bu bakımdan bu teşbihler, hakikatların anlaşılmasını kolaylaştıran birer dürbün olarak değerlendirilebilir.

Bu bağlamda, insanlarda bulunup da Allah’a isnat edilen organlardan bazıları şunlardır: Avuç , ayak , el, sağ el , göz , yüz , parmak , kulak, bacak, pazu vs.dir. Bunun yanında yine insana ait olan bir kısım sıfat ve hareketler de

Allah’a isnat edilmektedir. Meselâ gülmek , taaccüb etmek“,bakmak , usanmamak , haya etmek , / sevinmek ,üzülmek, yönelmek , rıfk ile hareket etmek , yürümek,koşmak, durmak , sağ, arka, ön cihetler, Allah’ın ağırlığı      ,Allah’ın zaman (dehr) olması , üfürmek , Allah’ın gölgesiolması, Allah’ın inmesi , kıskanması , Allah’ın eliniyayması , yemek yemesi , vs. durumlar. Bu ve buna benzer konularla ilgili yorumlar için İbnu Fûrek’in Müşkilü’l-Hadîs ve Beyânuhû” eseri ile İbnu Kuteybe’nin “Te’vîlu Muhtelifi’l- Hadîs” adlı eserini tavsiye ederek, mezkur sıfatlardan bazılarına örnekler vermekle yetineceğiz.

 

AIlâh’ın Bazı Sıfatları İle İlgili Teşbihler

a-Allah’ın Büyüklük Sıfatının Ridâya Benzetilmesi

Allah büyüktür, yücedir, izzet ve azamet sahibidir O’nun Zâtının büyüklüğünü idrak ve anlamaktan insanın aklı âciz olduğu gibi yine O’nun sıfatlarını da tam olarak idrak etmekten âcizdir. Allah Teâlâ, hadîs-i kudsıde bu büyüklüğünü ve azametini, insanların aklî seviyesine göre, anlayabilecekleri bir teşbihle şu şekilde anlatmaktadır. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: “Allah Teâlâ buyurdu ki: “Kibriyâ; Ridâ’m, azamet; izâr’ımdır. Kim, ondan birisi ile benimle iddialaşırsa o kişiyi Cehenneme atarım.” Hadîste iki tane benzetme bulunmaktadır: a- Allah’ın kibri yasın m ridaya, azametinin de izâra benzetilmesi,

b– Bu sıfatla sıfatlanan insanın Allah ile iddialaşması, Kibriya ve Azamet, Allah’ın, ihata edilemez büyüklüğü, yüceliği demektir. Aiiyyu’l-Kârî (v. 1014/1605), kibriya ile azamet arasındaki farka işaret ederek, kibriyâ’nın Allah’ın Zâtı,azametin de sıfatları ile ilgili bir durum olduğunu belirtir .

Ridâ; belden yukarısını örten şal, çarşaf, vs.ye, izâr ise belden aşağı örten peştamal gibi elbiseye denir . Araplar ridâ ve izâr kullandıkları için, hadîste onların anlayacağı dil ile hitap edilmiştir.

Hadîste kibriya, ridâ’ya, azamet de izâr’a benzetilmiştir. Çünkü, ridâ ve izâr, insanın her tarafını içine alıp ihata ettiği gibi kibriya ve azamet ile muttasıf olan Allah’ı da bu iki sıfat keyfiyetini anlayamadığımız şekilde ihata etmiştir. Onun için bu iki sıfat, Allah’ın kemâl-i Zât ve kemâl-i Vücud’undan ibârettir. Mahlukât bunlarla sıfatlanamaz. Cenâb-ı Allah da bu iki sıfatında istiklâl ve infırad sahibi ve tek olduğunu bu teşbih ile anlatmıştır

Hadîste kibriyâ; ridâ’ya, azamet; izâr’a benzetildiği için her ikisinde de istiâre-i tasrihiyye vardır. Burada makul olan, mahsus olana benzetilmiştir. Yoksa Allah’ın büyüklüğüne bir nihayet ve sınır çizmek muhaldir ve mümkün değildir.

İnceleyin:  Sünnetin Kur'ân'a Nisbetle Yeri

Hadîste batıl ve haksız bir şekilde kibirlenen ve büyüklenen insanın, Allah ile münazaa etmesi ve iddialaşması olarak ifade edilmiştir. Burada da batıl bir şekilde kibirlenen şahsın, sanki herhangi bir şahsa karşı büyüklenir gibi Allah’ın ridasını ve izarını giymeye yani O’nun sıfatı ile sıfatlanmaya benzetildiği için istiare-i tebe’ıyye bulunmaktadır.

b- Haceru’l-Esved’in Allâh’m Yerdeki Eli Olarak Temsil Getirilmesi

Hz. Peygamber (sav) “Haceru’l-Esved, Allah’ın yerdeki yemini/sağ elidir. Allah, kullarıyla onunla musafaha eder.” buyurmuştur. Bu hadîste Haceru’l-Esved, Allah’ın sağ eli olarak ifade edilmektedir. Allah, insanın sağ elinin olması gibi bir durumdan münezzehtir. Allah hiç bir mahluka benzemez. Allah’a “el” isnadı, temsilî ve teşbîhî bir anlatımdır. Hükümdar raiyyetinden biri ile tokalaştığında ve musafaha ettiğinde raiyyeti onun elini öptüğü gibi, Haceru’l- Esved de, hükümdara nisbetle Allah’ın sağ eli mesabesindedir . Bu bakımdan Haceru’l-Esved Allah’a yakınlaşma cihetlerinden biridir. Haceru’l-Esved’i istilam eden Allah ile musafaha etmiş, onu öpen de adetâ Allah’ın sağ elini Öpmüş gibi olmaktadır. Bir Müslüman’ın Haceru’l-Esved’i istilam etmesi, sağ eli ile onu selamlamasıdır. Yani hacc ve umre görevini ifa eden bir Müslüman bu görevi ifa ederken Haceru’l Esved’e yaklaşabilirse sağ elini ona sürer, eğer yaklaşmaz ise o zaman karşısına geldiğinde onu sağ eli ile selamlar. Böylece bu selamlaşma ile Allah’a yakınlaşma vasıtası olan Haceru’l- Esved ile musafaha etmiş olmaktadır. Yoksa Haceru’l-Esved’in bizatihi kendisi gaye değildir. Gaye, Allah’a takarrub, yakınlaşmaktır. Bu da Allah’ın emri ve Hz. Peygamberin sünneti olduğu için yapılır. Onun için Hz. Ömer (ra.) “Ben biliyorum ki sen bir taşsın, ne zararın var ne de faydan. Hz. Peygamber’in seni öptüğünü görmeseydim, ben de seni öpmezdim”demiştir.

İnsan, Allah’a uzaktır. Allah ise mahlukuna Zât olarak uzak ancak isim ve sıfatları ile yakındır. Güneş gibi. Nasıl ki, Güneş cismi itibariyle insanlardan uzak, fakat ışığı vasıtasıyla insanın göz bebeği içerisinde göründüğü gibi Allah da ismi ve sıfatları ile insana öyle yakındır. “Biz, insana şah damarından daha yakınız.” âyeti de bunu ifade etmektedir.

Burada bu şekilde bir teşbihin yapılması, insan birisi ile ya da bir dostu ile karşılaştığında onunla musafaha eder, tokalaşır, bu da sağ el ile yapılır. Böylece tokalaşma, yakınlığın bir vasıtası olmaktadır. Allah’a yakınlaşmak da ancak O’na ibadet ve itaat ile olur. Tavaf esnasında Haceru’l-Esved’i istilam etmek de bu itaatten biri olmaktadır. Hz. Aişe (r. anhâ)’nın şu açıklamaları bunu te’yid eder mahiyettedir. “Allah Teâlâ, Ademoğlundan ahde bağlılığı (misâkı) aldığında ve onları “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diyerek, nefisleri üzerine şahid kıldığında, onlar da “Evet, Sen bizim Rabbimizsin” dedikleri zaman bu misakı Allah, Haceru’l- Esved’in içine koymuştur. İnsanlar haccederken, Haceru’l- Esved’i istilâm ettiklerinde: ‘’Sana inanarak ve ahdi yerine getirerek .” yani “sana verdiğimiz sözü yerine getirdik, şüphesiz rabbimiz Sen’sin, Sen” dediklerini duymadınız mı?” Aslında Hz. Aişe (ra.hâ), bu ifadeleri ile “Rabbin , insanoğlunun sulbünden zürriyetini alıp devam ettirmiş, onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demiş ve kendilerini şâhit tutmuştu. Onlar da “Evet, şâhidiz” demişlerdi. âyetine telmih etmektedir.

Aynı şekilde Ka’be, mü’minin kıblesidir. Mü’min namazında Ka’be’ye yönelirken ruhuyla da Allah’a yönelir. Hz. Peygamberin miraca çıkmasının başlangıç noktası Ka’be olduğu gibi bir mü’minin miracı olan namazında Allah’ın huzuruna çıkma noktası, Ka’be’ye yönelmesidir. Onun için “Namaz, mü’minin miracıdır.” denilmektedir.

Hadîste Hacerui-Esved’in Allah’ın sağ eline benzetil­mesi ve teşbîh edatı ile benzetme yönünün terkedilmesinde teşbîh-i beliğ vardır. Aynı zamanda Hacerul-Esved’in önemi­nin büyüklüğünü bildirmekle onun şerefinin üstünlüğünü beyan ederek onu mesh etmeye ve dolayısıyla hac ve umre ibadetine de teşvik bulunmaktadır.

c- Kulun İbadetine Göre Allah’ın İcâbet Etmesinin Misali

Kudsî bir hadîste Cenâb-ı Hakk, şöyle buyurmaktadır: “Kim bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım

Kim bana bir kol yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak gelirim”

Bu hadîste Allah’ın kuluna, kulunun Allah’a yakınlaş­masından daha hızlı yaklaşması, temsîlî ve teşbîhî bir anlatımdır. Zira Cenâb-ı Hak, isim ve sıfatları ile insana, insandan daha yakındır. Ayette, “Biz, insana şah damarından daha yakınız.” buyurulması bunu anlatmaktadır. Ancak burada Allah’ın, kula yakınlaşması âdeta bir insanın bir insana yakınlaşması gibi bir temsil ile anlatılması, mücerret bir mananın müşahhas bir temsîl ile ifade edilmesidir. Allah’ın kula yakınlaşması, kulun Allah’a itaat etme hususundaki gösterdiği gayretten daha fazla ve hızlı bir şekilde, Allah’ın o kula çok sevab yazması ve o kulun isteklerine süratle icâbet etmesi demektir. Nitekim “Kim bir iyilik getirirse, ona on misli vardır” ve “Şükrederseniz arttırırım” gibi, yapılan iyiliklerin sevablarının da kat kat arttırılmasını beyan eden âyetler de bu manayı desteklemektedir.

……………………………….

B- İMÂNDAN ÇIKMAKLA İLGİLİ TEŞBİHLER

İmândan Dönmenin Misali

Enes b. Mâlik anlatıyor: Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kimde şu üç şey bulunursa imanın tadını tatmış olur: Allah ile Rasûlüllah kendisine bunların dışındaki tüm varlıklardan daha fazla sevgili olması, sevdiği kişiyi yalnız Allah için sevmesi, ateşe atılmasından hoşlanmadığı gibi imandan sonra küfre dönmekten

Bu hadîste iki tane teşbih vardır:

1– İmânın tadı,

2– İmâna erdikten sonra tekrar küfre/inkâra dönmeyi ateşe atılacakmışçasına hoş görmemek.

a- Hadîste imânın tadı; “halâvetü’l-imân” olarak ifade edilmektedir. Halâve, yiyeceklerde bulunan tat ve lezzet için kullanılan bir kelimedir. Dilimizde ki “Helva” tabiri de aynı kökten gelmektedir. Tatlı bir şey için de “Helva gibi” tabiri kullanılır. Halbuki imân yenen bir nesne değildir ki onun tadı olsun. Durum böyle olunca buradaki tatlılık istiâre olarak kullanılmış ve imân, bal gibi tatlı olan bir şeye benzetilmiştir. Kendisine benzetilen bal vs. gibi bir şey zikredilmemekle birlikte onun özelliklerinden olan tatlılığı belirtilerek sadece benzeyen imân zikredilmiştir. Benzetme yönü ise bal vs. gibi tatlı şeylerle, imânın verdiği lezzetler ve zevklerdir. Bal denilince insanın hayaline hemen onun tatlılığı gelir, kalbi bu tatlı şeye meyleder.

İbnu Hacer bu hadîsi izah ederken burada istiâre olduğunu ifade ederek bunu bir misâl ile açıklar ve şöyle der: “Burada hasta ve sağlıklı olan kişinin kıssasına telmih vardır. Safra hastalığı olan bir kişi balın tadını acı hisseder ve sağlıklı olan kişi de balın tadını tam olarak alır. Her ne zaman sıhhatte bir noksanlaşma olursa hastalık nisbetinde zevk almada da noksanlaşma olur.” der ve Muhammed b. Ebî Cemre’nin şu yorumunu nakleder: Burada “îmanın tadı” tabir olunmuştur. Zira Cenâb-ı Hakk, “Kelime-i Tayyibenin meseli, şecere-i tayyibe gibidir…/Allah’ın, hoş bir sözü; kökü sağlam, dalları göğe doğru olan – Rabbinin izniyle her zaman meyve veren- hoş bir ağaca benzeterek nasıl misâl verdiğini görmüyor musun?” âyetinde, imânı ağaca benzetmiştir. Bu âyette kelime-i tayyibe; ihlastır, ağaç ise imânın asli, dalları ise Allah ın emirlerine ittiba etmek ve nehiylerinden kaçınmaktır.

Yaprakları; müminlerin önem verdiği hayırlardır. Meyveleri ise itaattir. Meyvenin tadı; meyveyi toplama ve gâye-i kemali meyvenin olgunlaşmasının sona ermesidir. Böylece meyvenin tadı ortaya çıkar. Kişinin, yaptığı ibadet ve itaatlerden lezzet duyması, imânın tadı olarak ifade edilmiştir. Dolayısıyla kişinin, dininde ibadet etmekten gelen meşakkatler, o kişiyi dünyanın tüm gayelerine rağmen, itaat etmeye ve Allah’ın sevgisini kazanmaya sevk eder.

Hadîsin bu kısmında müşebbeh, iman; müşebbehün bih ise baldır. Burada müşebbehün bih’in (balın zikrinin) terk edilmesi ile istiare yapılmış olmaktadır. Benzetme yönü ise iman ile bal arasındaki lezzettir. İmanın, müşebbehün bih olan balın özelliklerinden tatlılığa izafe edilmesiyle istiâre-i tahyîliyye bulunmaktadır.

b– İkinci teşbihte ise açık bir benzetme vardır. Çünkü burada teşbihin tarafları olan hem benzeyen; küfre tekrar dönmek hem de kendisine benzetilen; ateşe atılma açıkça belirtilmektedir. Benzetme yönü ise ateşin yakmasıyla verdiği acı ve ıstırabından insanın ateşe atılmayı istememesi ile imânsızlığın vicdana verdiği elem sebebiyle kalbin onu hoş görmemesidir.

Böylece bir mü’min’in kendisine hidayet nasip olduktan sonra tekrar küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi kötü görmesi onun, imanın tadını almasının sebeplerinden birisidir. Hadîsin bu kısmında da teşbih-i mücmel bulunmaktadır.

Hz. Peygamber (sav) küfre dönmenin kötülüğünü, ateşe atılmak gibi kötü bir duruma benzetmek suretiyle mü’minlerin böyle bir duruma düşmemeleri için ikazda bulunmuştur.

Peygamberin Teşbîhli Anlatımlarına örnekler

İmânın Çıkmasının Misali

Peygamberimiz (sav), “imân’ın misali gömlek misalidir.

Sahibi bazen giyer bazen çıkarır.” buyurur. Burada iman, insanın giyip çıkardığı gömleğe benzetilmiştir. İman, insanın kalbini aydınlatan ve kalbine atılan bir nûrdur. Kişi, bir günah işlediğinde o günahı, bu nûr ile kalb arasına bir perde olmasıyla kalbi aydınlatmasına mani olur. Günahtan tevbe edildiğinde o perde kalkar ve iman kalbi aydınlatmaya devam eder. Bu dıırum her günah işlendiğinde tekerrür eder. Eğer günahlara tevbe ve istiğfar edilmezse o zaman o perde büyüyerek ve kalınlaşarak imanın kalbe girmesine mani olur ve kişiyi küfre kadar götürebilir. Çünkü her bir günahta küfre giden bir yol vardır. Hz. Peygamber (sav) “Kişi günah işlediğinde kalbinde siyah bir nokta meydana gelir. Tevbe ederse o nokta silinir. Günah işlemeye tekrar dönerse günah kalbde büyür, işte, Allah’ın, ‘Hayır, hayır, onların işledikleri (günahlar) kalplerini rânelemiş /paslandırmıştır.’ âyetinde zikrettiği

“Rân” budur.” buyurmuştur. Bu hadîste günahın kalpte yaptığı manevî kirlilik, siyah bir noktaya benzetilmiştir.

Günah işleme anında imanın çıkması ile ilgili şu hadîs de dikkat çekicidir. “Kul zina ettiğinde ondan iman çıkar ve (başı üstünde) gölgelik gibi olur. O günahtan vazgeçtiğinde iman o kişiye geri döner.” buyurulmaktadır. Bir başka rivayette “Allah, zina eden ve içki içen kişiden imanı, kişinin gömleğini başından çıkardığı gibi çıkarır buyurulmuş ve insanın günah işlediğinde imanının çıkarılacağı bildirilmiştir Dolayısıyla bu hadîsler, günah işleme anında kişinin imanın şuurunda ola ola günah işlemesinin mümkün olamayacağına ve imandan gafil olarak günahların işleneceğine işaret etmektedir.

C- İSLÂM İLE İLGİLİ TEŞBİHLER

a-İslâm’ın Bina veya Çadıra Benzetilmesi

Hz. Peygamber (sav) İslâm’ı direkleri bulunan bir binaya benzeterek şöyle buyurur: “İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in (sav) Allah’ın Rasulü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, haccetmek ve ramazan orucunu tutmak.”

Bu hadîste İslâm beş direk üzerine yapılan bir bina ya da beş direk üzerine kurulan bir çadıra benzetilmektedir. Bâni Allah’tır, malûm olduğu için zikredilmemiştir. Yine müşebbehün bih olan bina zikredilmemekle birlikte o binanın veya çadırın en temel Özelliği olan direkleri zikredilmiştir ki, bu direklerin içinde en merkezi olan ana sütun olduğu gibi, İslâm’ın bütün erkanlarının üzerinde odaklaştığı en ana sütun ve temel esas da kelime-i şehadettir. Bundan sonra hemen ikinci derecedeki diğer ana sütunlar gelir ki, bunlar da namaz, zekat, oruç ve hac ibadetleridir. Bir başka rivayette de “Namaz,dinin direğidir’’ buyurularak namazın kelime-i şehadetten sonra dîni ayakta tutan en temel rükün ve ana sütundan biri olduğu belirtilmiştir.

Ayrıca hadîs, İslâm’ın beş şey üzerine bina edildiğini ifade ederek İslâm’ın devlet üzerine kurulmadığını, ferde taalluk eden iman ve ibadet üzerine bina edildiğini belirtmektedir. Şunu da hemen ifade edelim ki, Allah’a iman ve pulluğun olmadığı bir toplumda iyi ahlâk ve erdemlilikten, gerçek adâlet ve hukuktan bahsedilemez. Bunların olmadığı yerde huzur da olamaz.

 

b-Islâm’ın Şefkatinin Sütannenin Şefkatine Benzetilmesi

Hz. Peygamber (sav) Arap kabilelerinden Benû Kelb kabilesine gönderdiği davet mektubunda “Bu, Allahın Rasûlü Muhammed’den Benû Kelb*e, ahlâfına ve İslâm’ın, başkasın-dan alıp kendisine şefkat ettiği kimselere mektuptur” Burada “İslâm’ın kendisine şefkat ettiği” ifadesi “Zaerahü’l-İslâm” şeklinde ifade edilmektedir.

Zaera; atafe/ şefkat etti, şefkatle muamele etti, manasına gelmekle birlikte emzirmek üzere annensi ya da emzireni olmayan çocuğu alan sütanneye veya başkasının yavrusunu emziren deveye ve emzirdiği yavrusunun ölmesi üzerine ona

karşı şefkatle üzülen deveye denmektedir. Burada İslâm’ın da kendisine intisab edenlere ve İslâm’la ahitleşenlere son derece şefkatle muamele etmesinden dolayı gerek insandan olsun, gerekse deveden olsun sütanneye benzetilmektedir. Hadîste istiâre-i tasrihiyye vardır. Buna “zaera” kelimesi karine olmaktadır.

c-İslâm’ın Garibe Benzetilmesi

Hz. Peygamber (sav) “Muhakkak İslâm garîb başladı,yine garîb olacak, garîblere müjdeler olsun” buyurmuştur.

Bu hadîste zikredilen “garîb” kelimesi iki manaya gelmektedir:

Biri: Vatanından uzak, yardımcısı az olan şahısa denir İslam ilk dönemindeki müntesibinin azlığından dolayı garip bir kişiye benzetilmiş olabilir ki bu durumda istiâre-i tahyiliyye vardır. Ancak başlangıçta böyle olan Islâm’ın, sonradan kuvvetlenmiş ve dünyanın dört bir yanına yayılmış olmasına rağmen, âhirzamanda tekrar ilk döneminde olduğu gibi müntcsiplcrinin ve yardımcılarının azalacağı anlaşılmaktadır.

İkinci mana ise acib, Ay gibi parlak manasına gelmektedir ki, İslâm ilk döneminde Ay gibi parlak olarak, acip bir tarzda ortaya çıktı. Âhirzamanda yine o acip hâline dönecektir. Bu manada anlaşıldığında, teşbîh edatının ve benzetme yönünün terk edilmesiyle burada teşbîh-i beliğ bulunmaktadır.

Elmalılı, Neml sûresinin son âyetini tefsir ederken bu hadîsi zikreder ve şu şekilde yorumlar: “ Bu hadîsteki “seyeûdü” fiilini bir çok kimse “seyasîru” manasına gelen nakıs fiil olarak anlayıp, İslâm garib başladı, yine başladığı gibi garib olacak diye yalnız inzar suretinde yorumlanmış. Bundan ise hep ümitsizlik yayılmıştır. Halbuki Kamus’ta gösterildiği üzere “âde” fiili, “yebdeü” ve “yuîdü” de olduğu gibi dönüp yeniden başlamak manasına da gelir. Bu hadîste de böyledir. Yani İslâm garib olarak başladı, başlangıçta olduğu gibi ileride yine tekrar garib olarak başlayacak… demektir” diyen Elmalılı bu hadîsin ümitsizliği değil, müjdeyi ifade ettiğini belirtir. Kanaatimizce de bu ikinci mânâ daha uygun gözükmektedir.

2-HZ.PEYGAMBER İLE İLGİLİ TEŞBİHLER

Hadîsler incelendiğinde Hz. Peygamber (sav) ile ilgili iki çeşit teşbîh ve temsîllerin olduğu görülmektedir. Bu temsillerden bazıları Hz. Peygamber’in, benzetmenin bir tarafı olarak bizâtihi kendisi ile ilgili ifade ettiği teşbihler olduğu gibi, bazıları da sahabenin Hz. Peygamberi, birtakım teşbihlerle anlatmalarıdır. Bunlardan, tesbit edilen bazı örneklerler zikredilecektir:

A- HZ. PEYGAMBERİN KENDİ TEŞBİHLERİ

1- Benzetme Sanatının İki Öğesi Olarak Hz. Peygamber ve Kıyamet

Hz. Peygamber (sav) kıyamet ile kendisi arasındaki zamanın yakınlığını anlatırken işaret parmağı ile orta parmağını birleştirerek “ Ben ve kıyamet işte bu ikisi gibi iken peygamber olarak gönderildim”buyurmuştur. Hadîste görüldüğü gibi Hz. Peygamber (sav) kendisinin peygamber olarak gönderilmesiyle, kıyamet arasındaki zamanın yakınlığını, diğer bir ifadeyle kendisi ile kıyametin yakınlığını, iki parmağın yakınlığını göstererek gayet kısa ve veciz bir temsil ile anlatmıştır.

Hz. Peygamber (sav) bu durumu bir başka hadîsiyle de şu şekilde ifade etmiştir: “Kıyametin nefesi zamanında peygamber olarak gönderildim” .

Buradaki “nefes” kelimesi bir kaç manaya gelmektedir:

a- “Nefesi zamanında” demek yakınında demektir. Bir kimsenin soluğunu ancak yakınındaki hisseder. Bu bakımdan Hz. Peygamber (sav) kıyamete çok yakın bir zamanda gönderilmiş, demektir.

b- Yine “Nefes” bir üfürükcük demektir. Bu manada da kıyametin kopmasına bir üfürme müddetinden fazla zaman kalmamış demektir. Dünyanın ömrüne nisbetle Hz. Peygamberim gönderildiği zaman ile kıyamet arasında bir üfürükcük kadar bir süre kalmış demektir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (sav) kıyamete yakın bir zamanda gönderildiğini veciz bir ifade ile anlatmıştır.

Şunu da hemen belirtelim ki, kıyametin yakınlığı, zaman itibariyle kainatın ömrüne (milyarlarca seneye) nisbetle (bir kaç bin sene) çok kısa bir zamandır. Hz. Peygamberin peygamber olarak gönderilişinin bir günün ikindi vaktine benzetilmesi de bunu te’yit etmektedir, ikindi ile akşam arasındaki zamanın azlığı gibi, Hz. Peygamber ile kıyamet arasında da o kadar az bir zaman vardır, demektir.

“Nefes” kelimesinin konumuzla alakası olmayan başka manaları da vardır. Onları burada zikretmek konunun sınırlarını aşacağından bu kadarla iktifa edilmiştir.

2-Benzetme Sanatının İki Tarafı Olarak Hz. peygamber ve Ümmet

Ebû Hureyre (ra) naklediyor, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Benim meselim ile sizin meseliniz, bir adamın durumuna benzer ki, adam bir ateş yakar, ateş etrafını aydınlattıkça pervaneler ve küçük hayvanlar o ateşe atılmak için saldırıyorlar. O adam da onları ateşten uzaklaştırıyor, onların ateşe atılmalarına mani olmaya çalışıyor. Fakat o hayvanlar adama galip geliyorlar da aniden kendilerini ateşe atıyorlar, işte ben de sizin eteklerinizden tutup ateşe düşmenize engel olmaya çalışıyorum. Onlar ise kendilerini ateşe hızlıca atıyorlar” Bir rivayette de “Siz hemen elimden kurtulup ateşe atılıyorsunuz.” . Bu rivayet cümlenin akışına daha münasiptir.

Hadîste cahillerin ve Hz. Peygamber‘e muhalif olanların isyanları ve şehvetlerine tabi olmaları ile Cehennem ateşine atılma uğrunda direnmeleri ve gayret göstermeleri, buna karşılık Hz. Peygamber’in Cehenneme girmek çabasında bulunanları korumaya ve oraya girmelerine mani olmaya çalışması anlatılmaktadır.

………………………….

j- Benzetme Sanatının iki Tarafı Olarak Hz. peygamber ve Hz. İbrahim

Hz. Peygamberin öğrettiği ve bizim de her namazın teşehhüdünde okuduğumuz salli ve bârik duâlarında Hz. peygamber (sav) Hz. İbrahim’e benzetilmektedir: “Allah’ım, Muhammed’e ve Muhammed’in âline rahmet kıl, İbrahim ve İbrahim’in âline rahmet kıldığın gibi. Sen övülmeye layıksın ve şerefi yüce olansın. Ve Muhammed’i ve Muhammed’in âlini mübarek kıl, İbrahim’i ve İbrahim’in âlini mübârek kıldığın gibi. Sen övülmeye layıksın ve şerefi yüce olansın.”  Bu hadîste iki tane teşbîh vardır.

1– Hz. Peygamber (sav) Hz. İbrahim’e benzetilmektedir. Ancak benzetmenin esası zayıfı kuvvetliye, küçüğü büyüğe benzetmek iken burada makamı daha büyük olan ve Hz. İbrahim’den daha fazla rahmete mazhar olan Hz. Peygamber (sav), makamı daha küçük olan Hz. İbrahim’e benzetilmektedir.

Şârihler burada Hz. Peygamberin, Hz. İbrahim’e benzetilmesini bir kaç şekilde yorumlamaktadırlar:

a– Kirmânî, teşbihte müşebbehün bih’in daha üstün olmasının şart olduğunu hâlbuki burada müşebbeh olan Peygamberimizin (sav) Hz. İbrahim’den üstün olduğunu ifade ederek durumun aksi olduğunu söyler. Aynî buna şöyle cevap verir: Buradaki benzetme, nâkısm kâmile benzetilmesi değil, maruf olmayanın halini maruf olanla beyân etmek nevinden bir teşbihtir, bu durumda benzemek de şart değildir. Teşbîh istikbal (âl’i) konusundadır veya mecmuun, mecmuuya benzetilmesidir ki, bu durumda şüphesiz âl-i İbrahim, âl’i Muhammed’den efdaldir. Çünkü İbrahim’in âl’i içerisinde peygamberler vardır, âl-i Muhammed içerisinde peygamber yoktur. Dolayısı ile fazilet bakımından evliya, enbiyaya yetişemez. Bir de Hz. Peygamberin dahi, Hz. İbrahim’in âlinden olduğu düşünüldüğünde benzetilen tarafın daha üstün olduğuna işaret edilmektedir.

b- Buradaki teşbîh, şahsa ait olarak değil, salavât konusundadır. Yani Hz. İbrahim ile âl’ine salât ettiğin gibi Muhammed’e ve âline salât eyle demektir.

c- Buradaki teşbîh, salavâtın miktarında değil, keyfiyeti itibari ile aslındadır. Yani buradaki benzetme yönü Hz. İbrahim’e yapılan salavatm miktarı kadar değil, keyfiyeti itibari ile bizzat salat’ın kendisidir. O zaman mânâ, “Ona Salât ettiğin şekilde” demek olur.

d- Hz. Peygamber bunu tevazu için söylemiştir, e- Hz. Peygamberin bu ifadesi kendisinin Hz. İbrahim’den daha faziletli olduğunu bilmesinden önceye ait bir ifadedir.

Bu yorumlar değerlendirildiğinde gerek Hz. Peygamberin üstünlüğü gerekse O’nun beyandaki üstünlüğü açısından a, b ve c maddelerinde zikredilen görüşlerin tercihe şayan olduğu söylenebilir. Kur’ân-ı Kerîm’de buna benzer teşbihleri görmek mümkündür. Meselâ, “Muhakkak ki, biz sana» tıpkı Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi vahyettik. Ve İbrahim’e, İsmail’e, lshak’a, Yakub’a ve torunlarına, İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a Süleyman’a vahyettik ve Dâvud’a da Zebur’u verdik” ayetinde Peygamberimize vahyin verilmesi diğer peygamberlere vahyin verilmesine benzetilmektedir. Sâbûnî, bu ayette peygamberimizin nübüvvetinin en son olmasına rağmen en önce zikredilmesinin, O’nun diğer peygamberlerden daha faziletli olmasından dolayı olduğunu söyler. Bu âyette mürsel mufassal teşbîh vardır. “Allah, semaların ve yerin nurudur. O’nun nurunun misali, içinde lamba bulunan bir mişkat gibidir…” âyetinde ise Allah’ın nûru, içinde lamba bulunan mişkata teşbîh edilmiştir. Burada temsilî bir teşbîh ve aklî olanı hissî olana benzetme vardır. Beyan ilminde bu tür teşbihlere teşbîh-i maklûb denmektedir.

Bu konu ile ilgili hayli fazla teferruat olduğu için bu kadarı ile iktifa ediyoruz .

2- Hadîsteki ikinci teşbîh ise Hz. Peygamberin âli’nin, Hz. İbrahim’in âli’ne benzetilmesidir. Buradaki benzetme teşbîh kaidesine uygun bir teşbihtir. Ancak Hz. Peygamberin âli’nin, Hz. İbrahim’in âli’ne benzetilmesi, nübüvvet ve risâlet yönünde değil, İslâm’ı tebliğ cihetindedir. Buradaki benzetme yönü ile ilgili olarak şu şekilde de bir izah yapılabilir: “Her ne kadar Hz. İbrahim, Hz. Peygamber’e yetişmiyor, Hz. Peygamberin âli evliyadır, Hz. İbrahim’in âl’i ise enbiyadır.

Evliya enbiyaya yetişemez. Ancak Hz. Peygamber’in, âli hakkında yaptığı bu duâları kabul olmuş ki, bunca senedir milyonlarca müslümanlar içinde âl-i Muhammed (sav)’den olan sadece Hz. Haşan (ra.) ve Hz. Hüseyin (ra.)’in neslinden gelen evliyâlardan -ekseriyetle- İslâm’a hizmet eden, hakikat mesleklerinin ve tarikatların pirleri ve mürşidleri olan Câfer-i Sadık, Abdülkadir-i Geylâni, İmam Rabbâni gibi zâtlar,“Ümmetimin âlimleri Benî Isrâil’in Peygamberleri gibidir.” hadîsinin mazharı olmuşlar. Ümmetin büyük bir kısmını hak yola ve hakikat-ı İslâmiyeye sevk etmişlerdir. İstikbalde böyle olacağını gayb âşinâ gözü ile gören Hz. Peygamber (sav) böyle duâ etmiştir.”. Bu cihetlerden düşünüldüğünde böyle bir teşbihin ne kadar beliğ ve yerinde bir benzetme olduğunun hikmeti anlaşılabilir.

……………………………….


B- SAHABENİN TEŞBİHLERİ

1- Hz- Peygamberin Cömertliğinin Rahmet Rüzgarına Benzetilmesi

İbnu Abbas (ra.) Hz. Peygamberin cömertlik vasfını esen rüzgâra benzeterek şöyle anlatır: “Rasûlüllah (sav) insanların en cömert olanı idi. En cömert olduğu zaman da Ramazanda Cebrail ile buluştuğu vakit idi ki, Cebrâil O’nunla Ramazanda her gece buluşur ve O’nunla Kurân’ ı müdarese ederdi. Rasûlüllah (sav) hayırda salıverilmiş (rahmete vesile olan) rüzgâr’dan daha cömert idi.” İbnu Abbas’ın; Hz. Peygamberin cömertliğini hiç bir engele rastlamayacak şekilde salıverilmiş rüzgâra benzetmesi;Cömertlikte ve hayırlar dağıtmakta rüzgardan daha süratli olmasından,Rüzgarın yağmurlu bulutları toplayıp ilahi rahmeti muhtaç topraklara ulaştırmaya vasıta olmasından,Kuvvetli esen rüzgârın, hafif rüzgardan daha ziyade yol alması, daha çok yerlere hayır dağıtmasından dolayıdır.

Hadîste herhangi bir teşbîh edatı kullanılmadan Hz. peygamberin cömertliği rahmete vesile olan rüzgara benzetilmiştir. Benzeyen Hz. Peygamber’in cömertliği, kendisine benzetilen ise rahmete vesile olan rüzgardır. Böyle bir benzetme şekline teşbîh-i mürsel denir.

2- Hz. Peygamber’in Hayasının Bakire Kızın Hayasına Benzetilmesi

Hz. Peygamber (sav) o kadar çok haya sahibi bir zat idi ki, sahabe bu hayayı anlatmak için O’nda bulunan hayayı, çadırın içinde bile hayasından dolayı örtüsüne bürünmüş olan bakire kızın hayasına benzetmişlerdir.

Ebû Saidi’l-Hudri (ra.) anlatıyor: “Hz Peygamber (sav) çadırdaki bakire kızdan daha çok haya sahibi /utangaç idi. Hoşlanmadığı bir şey gördüğünde biz onu, yüzünden hemen anlardık”

Kâmil Miras, bu hadîsin izahında şöyle der: “Bu hadîste Peygamber Efendimizin yüce sıfatlarından haya sıfatı en beliğ bir şekilde bildirilmiştir. Şüphesiz ki, cemiyetin en hayalı sınıfı kendi sitâre-i ismeti içinde faziletle yaşayan bâkire kızlardır. Rasûlüllah’m bunlardan daha utangaç olması, müşebbeh’in müşebbehün bih’ten üstünlüğünü ifade eder ve beliğdir.” .

III- İNSANLARLA İLGİLİ TEŞBİHLER

A- BENZETME SANATININ İKİ TARAFI OLARAK GENEL MANADA İNSANLARLA İLGİLİ TEŞBİHLER

İnsanların Madenlere Benzetilmesi

Peygamber, bir hadîsinde şöyle buyurmaktadır:

“insanlar madenlerdir. Irk (damar) dessastır” , diğer bir rivayette de “insanlar, altın ve gümüş gibi madenlerdir.” şeklinde ifade edilmektedir. Bu hadîste iki tane benzetme vardır.

a– İnsanlar madenlere benzetilmektedir. Gerek vehbî gerekse kesbî sıfatları ve özellikleri itibariyle insanlar altın,gümüş, bakır, demir gibi farklı madenlere benzerler. Yani,insanlar zâti ve ânzî sıfatları ile madenler gibi farklıdırlar.

İnsanlar madenler gibidir. Zira madenler, ne kadar çok bulunur ve bulunan bu madenler ne derece işletilebilirse o nisbette insanlığa yararlı olur. Her maden kullanılışı ve kullanıldığı yere göre kıymeti haizdir. Yani her birinin kendilerine has özellikleri ve kendi makamlarında üstünlükleri vardır. Yeter ki madenler keşfedilip işlenebilsin. Aynen bunun gibi insanların da birer maden gibi her birinin ayrı ayrı özellikleri ve kabiliyetleri vardır. Eğer bu kabiliyetler ve  istidatlar iyi keşfedilir ve işlenebilirse hem kendisine hem de millete ve vatana faydalı bir hâle gelebilir. Böylece insandan son derece istifade imkânı elde edilmiş olacaktır. Hadîste teşbih edatının ve benzetme yönünün terk edilmesiyle teşbîh-i beliğ bulunmaktadır.

b- Damar, dessas’a benzetilerek, “Irk (damar/tabiat) dessastır” ifade edilmiştir. Yani damar/tabiat aslına çeker, demektir. Hadîsin devamında “Kötünün edebi de kötü damarı gibidir” ifadesi meseleyi açıklamaktadır. Bu dilimize şu şekilde geçmiştir. “Asluhû, neslühû/aslı ne ise nesli de odur”, yani kişi aslına/soyuna çeker, demektir. Bu husus mutlak bir husus değildir. Ancak genel itibari ile böyledir. Elbette ki bunun istisnaları olacaktır. Kişinin aslı iyi olursa genel itibariyle iyi olur. Kötü olursa o da aslına çeker. Bu gün ilmen insanların genetik yapılarının nesilden nesile geçtiği isbat edilmiştir. Onun için kişiye evleneceği zaman evleneceği kişinin aslının da araştırılması tavsiye edilir. Bu bağlamda Peygamberimiz, “Çöplükteki kırmızı gülden sakının.” der.

“Bu da nedir, Yâ Rasülallah?” diye sorulunca,

Peygamber (sav) şöyle cevap verir:

“Kötü muhitte yetişen güzel kadındır” . Bir başka rivayette de bunun devamı olarak “… Çünkü o, aslının benzerini doğurur. Asalet sahibi olanı tercih edin. Çünkü o da babası,amcası ve kardeşlerinin benzerlerini doğurur” hadîsi de bu hakikati ifade etmektedir.

Kötü ev kötü çevreye ve çöplüğe benzetilmiştir.

Asaleti olmayıp kötü muhitte yetişen, zahiren güzel olan bir kız da kırmızı güle benzetilmiştir. Bu hadîste de müşebbeh (kötü çevrede yetişmiş güzel kadının] zikredilmemesi ve müşebbehün bih’in zikredilmesiyle istiare-i tasrîhiyye vardır.

Hadîs aynı zamanda insan eğitimi ve toplum psikolojisi açısından değerlendirildiğinde bu teşbihlerin ne kadar yerinde ve beliğ bir benzetme olduğu anlaşılır.

Mükemmel İnsanın Azlığının Mükemmel Bir Devenin Azlığına Benzetilmesi

Hz. Peygamber (sav) insanlar içerisinde her yönü ile mükemmel olan veya her vasfından razı olunan kişilerin az olduğunu şöyle bir temsîl ile ifade eder. “İnsanlar, içerisinde bir tane râhıle!binilecek deve bulamadığın veya ancak bir tane bulabildiğin, yüz deve’ye benzer.”

Hadîste geçen râhıle güzel görünüşlü, yük taşımaya ve yolculuk esnasında binilmeye elverişli, kuvvetli olması gibi her yönü ile mükemmel vasıflara sahip olan deveye denir. Böyle bir deve de yüz deve içerisinde hiç bulunmayabilir ya da bir tane bulunabilir. İşte aynen bunun gibi her yönü ile mükemmel olan ve bütün vasıflarından razı olunan, kendisi ile yolculuk yapılabilen, iş yapılabilen vs. gibi tüm özellikleri haiz kişi de insanlar içerisinde ancak yüzde bir nisbetinde bulunabilir veya yüzde bir de olmayabilir. Böylece her yönü ile mükemmel vasıflara sahip olan kişi, her yönü ile kullanılmaya elverişli ve yüzde bir nisbetinde bulunabilen deveye benzetilmiştir.

Diğer bir mana da insanların dînî ahkâmda eşit olduklarına işaret etmektedir ki, içinde binilmeye elverişli olmayan, hepsi sadece yük taşıyabilir özeliğe sahip yüz deve gibidir, şeklinde de anlaşılmıştır. Bu manada da insanlar, eşitlikte aynı şartları haiz develere teşbîh edilmiştir.

 

………………………..

Cahiliyye Döneminde Ölenleri İle Övünenin Misâli Peygamber (sav) cahiliyye döneminde ölenleri île övünmenin iyi bir şey olmadığını ve böyle bir işi yapanları da burnuyla pislik sürükleyen mayıs böceğine benzeterek şöyle buyurur: “İnsanlar ya Cehennem kömürü olan ölmüş ecdadları ile övünmekten vaz geçerler ya da Allah katında burunları ile pislik yuvarlayan mayıs böceğinden daha aşağı bir derekede olurlar. Muhakkak ki, Allah Teâlâ sizden cahiliyye kibrini ve atalarınızla övünmeyi kaldırmıştır. O, ya muttaki bir mu mindir veya şaki bir fâcirdir. Bütün insanlar, Adem’in çocuklarıdır.

Adem de topraktan yaratılmıştır.”   Tay âlisi’n in naklettiği rivayette de “Câhiliyye döneminde ölen atalarınızla övünmeyin. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, mayıs böceğinin burnu ile sürüklediği pislik, câhiliyye döneminde ölen atalarınızdan daha hayırlıdır

Cahiliyye dönemi diye ifade ettiğimiz kelime hadîste “fi’l-câhiliyyeti” şeklindedir. Bu ifade cahiliyye döneminde öleni belirttiği gibi câhiliyye olarak ifade edilen cahiliyye âdetleri içerisindeki bir ölüme de işaret edebilir. O zaman mânâ, “Câhiliyye âdetleri içerisinde ölen ecdadınızla övünmeyin” şeklinde olur.

“Adem topraktan yaratılmıştır” ifadesi ile de herkesin aslının toprak olduğu, dolayısı ile hiç kimsenin ötekisine günlüğünün olmadığını anlatmaktadır. Kur’ân’da, üstünlüğün ırkda vc böyle bir ırkçılıkta değil, sadece takvada olduğu belirtilerek “Sizin, Allah katında en üstününüz, en takvalı olanınızdır.” buyurulmaktadır.

İslâm dini cahiliyye ırkçılığını yasaklamış fakat ırkı yasaklamamıştır. Ancak sadece körü körüne, cahiliyye döneminde ve cehalet içerisinde ölen geçmişiyle kibirlenmeyi, başka ırklara karşı gururlanmayı ve onlardan üstün olduğunu iddia eder bir vaziyette olmayı yasaklamıştır. Bu hadîste böyle bir ırkçılığın ne kadar kötü bir şey olduğunu ifade etmek için Peygamberimiz cahiliyye dönemindeki ölenlerini öveni burnu ile pislik yuvarlayan mayıs böceğine benzetmiş, hatta ondan daha da aşağı ve daha zelil olacağını belirtmiştir. Bu teşbîh, İslâm’ın iyi karşılamadığı cahiliyye dönemi ile övünmekten sakındırmak içindir. Çünkü böyle bir anlayış, Müslümanların hatta bir devlet ve milletin ilerlemesi için son derece zararlı bir durumdur.

Haksızlık Üzerine Olan Kabilesini Himâye Edenin Misali

Hz Peygamber (sav) haksızlık ve zulüm üzerine bulunan akrabasını, aşiretini ya da kabilesini himaye eden veya onların yaptığı zulme yardımda bulunanın hâlini bir kuyuya düşen ve kuyruğundan çekilerek kurtarılmaya çalışılan devenin durumuna benzetir ve şöyle buyurur: “(Zulüm üzerine olan) Kavmine haksız yere yardım edenin hâli kuyuya düşüp, kuyruğundan çekilerek kurtarılmaya çalışılan devenin durumu gibidir.”

………………………………..

 

GENEL OLARAK ÜMMET KONUSUNUN YER ALDIĞI HADÎSLERDE TEŞBİHLER İ-

Ümmetin Yağmura Benzetilmesi

Hz. Peygamber (sav) ümmetini yağmura benzeterek şöyle buyurur: “Ümmetimin misali yağmur gibidir ki, evveli mi daha hayırlıdır veya sonu mu daha hayırlıdır, bilinmez”

Görüldüğü üzere hadîste ümmet yağmura benzetilmektedir. Yağmur şüphesiz her yer için çok önemlidir ama, Arabistan gibi genellikle susuz olan yerlerde ve şiddetli ve yakıcı sıcağın olduğu ayrıca susuzluktan şerha şerha yarıldığı toprak ve dudaklar için yağmurun her damlasının ne kadar önem taşıdığı da bir gerçektir. Bunun için İslâm ümmeti de yağmura benzetilmiştir ki, imansızlıktan gönülleri yanan ve iman hakikatlarına susayan insanların sinelerine iman ve ilim suyunu ulaştıran ümmetin her ferdinde de yağmur damlaları gibi manevî faydalar vardır. Tîbî, burada ümmetin yağmura benzetilmesinin, ilim ve hidayet açısından olduğunu ifade ederek bunun da insanları İslâm’a davet eden kâmil âlimlere has bir durum olduğunu belirtip ümmetin evveli ile sonunu eşitlemenin gerekmediğini söyler.

Ayrıca şu mana da hatıra gelmektedir ki, müminleri ferden düşündüğümüzde bir mü’minin hayatının evveli ile sonu arasında fark olabildiği görülmektedir. Zira yağmurun evveli bazen iyi ve faydalı olurken, birden sağnak ve fırtınalı hale gelip musibete dönüşebilir ve zararlı hâl olabildiği gibi tam tersi de olmaktadır. Bunun gibi bir mü’minin de ilk zamanlarında İslâmî yaşayışı iyi iken sonradan bozulmakta, ya da tam aksine ilk dönemlerinde iyi olmayan İslâmî yaşayışı sonradan iyi şekle dönmektedir. Günümüzde bunun misâlleri çoktur. Asr-ı saadetten de meşhur Sa’lebe örneğini burada anabiliriz. Bu bağlamda hadîs bu manaya da işaret edebilir.

Peygamberimizin Ümmetinin Azlığının Sekile Benzetilmesi

Hz. Peygamber (sav)’in âhirette Cennete girecek olan ümmetinin azlığı ile ilgili bir hadîsini Abdullah b. Mes’ud (ra.) şöyle anlatıyor: “Biz bir kubbenin içinde Peygamber (sav) ile birlikte bulunuyorduk.

Peygamber (sav):

“Sizler cennet ehlinin dörtte biri olmanıza razı olur musunuz? buyurdu,

Bizler:

“Evet” dedik.

Peygamber (sav):

“Cennet ehlinin üçte biri olmanıza razı olur musunuz?” buyurdu.

Bizler:

“Evet” dedik.

Peygamber (sav)

“Cennet ehlinin yarısı olmanıza razı olur musunuz? diye sordu.

Bizler yine:

“Evet” diye cevap verdik.

Peygamber (sav)

“Muhammedi’n nefsi kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Cennet ehlinin yarısı olmanızı kuvvetle ümit ediyorum. Şu da muhakkak ki cennete müslümandan başkası girmeyecektir. Sizler şirk ehline nisbetle siyah öküzün derisindeki beyaz kıl mesabesinden başka bir şey değilsiniz. Yahut kırmızı öküzün derisindeki siyah kıl gibı(siniz.), buyurdu”.

Bir diğer rivayette de şöyle buyurulur: “Kıyamet günü ilk çağırılacak kimse Adem peygamberdir. Zürriyeti ona arz olunup görünürler.

Onlara:

“Bu babanız Adem’dir” denilir.

Adem:

“Lebbeyk ve sa’deyke yâ Rabb!” der.

Allah ona:

“Zürriyetinden Cehennem kafilesini çıkar”, buyurur.

Adem:

-Yâ Rabb, ne kadar çıkarayım? der.

Allah:

“Her yüz kişiden doksan dokuzunu çıkar!” buyurur.

Bunun üzerine sahabiler:

“Yâ Rasûlüllah! Her yüz kişiden doksan dokuz kişi alındığında bizden geriye ne kadar kalacak? derler.

Peygamberimiz de:

– “‘Benim ümmetim diğer ümmetler içinde siyah öküzün derisindeki beyaz kıl gibidir, buyurur.

Hadîslerde ümmet-i Muhammed’den olup Cennete gireceklerin, diğer peygamberlerin ümmetlerine oranla azlığı siyah öküzün derisinde bulunan beyaz kılın azlığına ya da kırmızı öküzün derisinde bulunan siyah kılların azlığına benzetilmiştir. Bir rivayette de merkebin ön ayaklarının iç taraflarında bulunan daire şeklindeki mühre benzetilerek cehennemliklere nisbetle cennetliklerin çok az olduğu anlatılmıştır.

 

Ümmet-i Muhammenin Ömrünün ikindi Vaktine Benzetilmesi

Peygamberimiz (sav) ümmetinin ömrünü önceki ümmetlerin zamanlarına kıyasla şu şekilde bir temsil ile anlatır. “Geçmiş ümmetlerin ömrüne nazaran sizin ömrünüzün müddeti, ikindi namazı ile güneşin batışı arasındaki zaman kadardır. Sizin misalinizle, Yahudi ve Hristiyanların misali, işçi çalıştıran bir zâtın durumuna benzer. Bu zât, “Bir kırat karşılığında gündüzün yarısına kadar kim bana çalışır?” demiş ve Yahudiler birer kırat karşılığında çalışmışlar. Sonra o zat, Birer kırat karşılığında gündüzün yarısından ikindi namazına kadar kim çalışır?” demiş, ve Hristiyanlar birer kırat karşılığında çalışmışlar. Sonra siz ikişer kırat karşılığında ikindi namazından güneş batıncaya kadar çalışıyorsunuz. Bunun üzerine Yahudiler ve Hristiyanlar kızdılar ve Bizim işimiz daha çok, ücretimiz daha az” dediler. O zât, ‘,Sizin hakkınızdan bir şey kestim mi?” dedi. Onlar hayır” dediler.

Bunun üzerine o zat, “O halde hu benim ikramımdır, onu istediğime veririm” dedi.”

Hz. Peygamber (sav) Yahudiler, Hristiyanlar ve ümmetinin durumunu böyle bir temsîl ile bu ümmetleri işçiye, Allah’ı; işverene, amellerin sevaplarım da içlerin ücretlerine, ümmetinin ömrünü, ikindi namazı ile güneşin batması arasındaki zamana benzetmiştir. Ve şu hususlara dikkat çekmiştir.

İnceleyin:  Sünnetin Karşısında Olan Gruplar ve Ebu Hureyre (r.a)

a-Hadîste geçmiş ümmetlerin ömürlerine nisbetle ümmet-i Muhammed’in ömrünün ikindi namazı ile güneş batması arasındaki zaman kadar az olduğu belirtilmiştir.

b– Ümmet-i Muhammed’in son ümmet olduğuna işaret edilmiştir.

c- Ümmet-i Muhammed’in diğer ümmetlerden daha üstün olduğuna işaret edilmektedir. Çünkü diğer ümmetler çalışmalarının karşılığını birer alırken ümmet-i Muhammed, ikişer almaktadır. Hatta Kur’ân-ı Kerîm’de ümmet-i Muhammed’in -son nefesine kadar zayi etmemek kaydıyla- işlediği her bir iyiliğe en az on kat karşılığının verileceği ifade edilmektedir.

d- Ücreti takdir edenin işçi değil, İşveren olduğu.

e– Yahudi ve Hristiyanların kıyamette amellerinin çokluğuna nazaran sevaplarının azlığından dolayı itiraz edecekleri belirtilmiştir. Fakat bu hususta onların hak sahibi olmadıklarına ve kendilerine de haksızlık yapılmadığına bununla birlikte ümmet-i Muhammed’in hususi fazilete mazhar olduklarına da işaret edilmektedir.

f- Beşer ömrü bir günlük bir zamana benzetilirse Hz. Muhammed (sav) bu zamanın ikindi vaktinde peygamber olarak gönderildiği, akşam vaktinin ise beşer ömrünün sonu ve kıyametin kopması olduğu anlaşılmaktadır.

 

………………………..

B- ALLAH’A İSYAN    

Hz. Peygamber (sav) “ Hepiniz cennete gireceksiniz, ancak devenin muhalefeti/şerâdı gibi Allah’a muhalefet edenler hariç.’’’’ buyurmuştur. Burada Allah’ın emirlerini yerine getirmeyen ve O’nun rızasının aksine hareket eden kişi, sahibine itaat etmeyen ve onun isteklerine inkıyat etmeyen deveye benzetilmiştir. Dolayısıyla böyle insanların cennete giremeyecekleri ifade edilmiştir. “Cennete girememe” ifadesinin iki şekilde anlaşılması mümkündür. Birisi; eğer imansız ölürse cennete giremez. İkincisi ise, imanlı öldüğü takdirde isyanının cezasını çektikten sonra Cennete girebilir. Cehenneme uğramadan, doğrudan Cennete giremez, demektir. Yoksa günah işleyen Cennete giremez, demek değildir.

Hadîste Allah’ın emirlerine muhalefet, devenin sahibine muhalefetine benzetildiği için istiâre-i tebeı’yye vardır.

Bazı Günahların Teşbihlerle Anlatılması

Günah; Allah’ın ve Hz. Peygamberin yasaklamış olduğu bir şeyi işlemektir. Bu günahların küçük, büyük ve en büyük oluşlar bakımından keyfiyetlerine göre çok mertebeleri vardır. Bunların içinde en büyüğü “Allah’a şirk” koşmaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de “Muhakkak şirk, büyük zulümdür” buyurularak Allah’a şirk koşmanın büyük zulüm olduğu ifade edilmiştir. Bu zulmün de affedilmeyecek bir günah olduğu, “Muhakkak Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz âyetiyle bildirilmiştir. Allah, Kur’ân’da birtakım yasalarını beyan ettikten sonra “Bunlar Allah’ın hududu /yasalarıdır. Allah’a ve Peygamberine kim itaat ederse onu, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Orada ebedî kalıcıdırlar, büyük kurtuluş da budur. Kim Allah’a ve Peygamberine isyan eder ve O’nun hududunu aşarsa onu temelli kalacağı cehenneme sokar ve elem verici azap onadır.” buyurulur. Dolayısıyla Allah’ın ve Peygamber’in emirlerine uymamak onlara isyan olmaktadır. Peygamberimiz (sav) “Bana itaat eden Allaha itaat etmiştir…” buyurur. Kur’ân-ı Kerîm’de de “Rasûlüllah’a itaat eden, muhakkak Allah’a itaat etmiş olur…” buyurulur,

a-Günahların Zulümâta Benzetilmesi

Hz. Peygamber (sav) “Zulüm, kıyamet gününde zulümât/karanlıklardır ” buyurmaktadır.

Zulüm kelimesi aslında nurun zıddı olan karanlığa denir. Bunun için gece karanlığına “Zulmü’l-Leyl” denir. Aynı şekilde günahlara da zulüm denmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Allah’a şirk koşmanın büyük zulüm” olduğu belirtildiği gibi haksız yere başkalarının malını almak, adaletsiz davranmak, başkalarının hukukuna tecavüz etmek ve cehalet içinde olmak da zulüm olarak ifade edilir. Durum böyle olunca dünyada bu günahları irtikab edenler kıyamette karanlıklar içerisinde olacaklardır. Yani bu dünyada işledikleri günahlar orada karanlık olarak karşılarına çıkacaktır. îşte bu hadîste makul olan zulüm/günah, hissî olan ve müşahede edilen karanlık olarak ifade edilmiştir.

b- Mahremi Olmayana Süslenmenin Karanlığa Benzetilmesi

Hz. Peygamber (sav), “Mahremi olmayan kişilere süslenerek böbürlenenin misali, kıyamette nuru olmayan karanlığın durumuna benzer.’  buyurarak, kocasından başkasına ve nâmahremine karşı süslenmek suretiyle böbürlenen kadının hali, kıyamette nursuz olan bir karanlığa siliniştir. Yani kadının bu hali kıyamette adetâ zulmet, maddî bir karanlık olarak karşısına çıkar. Münâvî, bu hadîsi açıklarken şöyle der: “Masiyet içindeki lezzet; azabtır, rahat; yorgunluktur, doygunluk; açlıktır, bereket (çokluk); helak edicidir, nur ise zulmettir, güzel koku ise pis kokudur. Bunun aksi ise taattır, tıpkı oruçlunun ağız kokusunun Allah katında misk kokusundan daha güzel ve şehid kanının rengi… kokusu misk kokusu olduğu gibi.”

Bu hadîste mahsus olan bir durum, makul olan bir duruma benzetilmiştir. Böylece kadınların nâmahremlerine karşı süslenmeleri de nehyedilmiştir.

c-İçkinin Anahtara Benzetilmesi

Hz Peygamber (sav) içkiyi, kötülüklerin anası veya bütün şerlerin anahtarı olarak tavsif ederek |İçkiden kaçının, çünkü içki tüm kötülüklerin anasıdır. İçki imânla bir arada bulunmaz, dikkat edin, ikisinden birisi olursa sahibini (diğerinden) çıkarır” Yani içki olursa iman olamaz, iman olursa içki olmaz. Bu hadîste içki, bütün kötülüklerin anası olarak ifade edilmiştir. Çünkü bir şeyin anası olması, o şeyin aslı ve asıl sebebi olması demektir. Bunun için de içki bütün kötülüklere sebep olması noktasında tüm kötülüklerin anası olmaktadır.

Bunu te’yid eden şu hadîslerde de içki anahtara benzetilerek şöyle buyurulur: “içkiden kaçının, çünkü içki bütün şerlerin anahtarıdır” . Ebû’d-Derdâ (ra.) naklettiği bir rivayette de şöyle anlatır: Halîlim (sav) bana (şunları) tavsiye etti: “Parça parça kesilsen de, yakılsan da Allah’a hiçbir şeyi ortak koşma! Farz namazı kasten terk etme! Kim farz namazı kasten terk ederse Allahın himayesi ondan kalkar.İçki içme,çünkü içki büzün kötülüklerin anahtarıdır.

Burada içki kelimesinin hadîsteki karşılığı “Hamr”dır. Hamr. aklı gideren demektir. Bu nedenle hadîste, “sarhoş edicilerin hepsi hamr/içkidir.” şeklinde ifade edilmiştir. Her hayırlı iş, akıl sayesinde yapıldığı gibi fena ve kötü işler de aklın giderilmesi ve kötü yolda kullanılmasıyla olur. Aklı uyuşturmanın en büyük yolu da içki, uyuşturucu vs. kullanmakla olur. Onun için burada içki anahtara benzetilmek­tedir. Zira kapalı kapılar anahtarla açılır ve içeriye girilir. İçki de şerlerin kapısını açan anahtar olunca, kötülükler hanesine bu vesile ile girilmiş olmaktadır.

Bir diğer benzetme de “kötülüklerin anası” olarak ifade edilmesidir ki, her canlının bir anası ya da başlangıcı veya aslı olması misali, tüm kötülüklerin birinci derecedeki sebeplerinin başında içki gelmektedir. İçkinin anaya ve anahtara benzetilmesi, benzetme edatı ile benzetme yönünün terk edilmesiyle hadîslerde teşbîh-i beliğ bulunmaktadır.

Bu hadîslerde Hz. Peygamber (sav), içkinin kötülüğüne ve vereceği tüm zararların büyüklüğüne dikkat çekerek, içkiden sakındırmakta ve bütün bunları iki kelime ile özetlemektedir: “Bütün kötülüklerin anası/ ümmü’l-habâis ve bütün kötülüklerin mahtanjmiftâhu külli şerrin

Hz. Peygamber (sav) içkinin bütün kötülüklerin anası ve anahtarı oluşunu akıllarda daha kalıcı ve ibret verici olması bakımından da bir temsîl ile anlatır. Hz. Peygamber (sav) buyuruyor ki: “Kötülüklerin anasından sakının. Zira, sizden önce yaşayanlar arasında çok dindar bir zât vardı, hep ibadet ederdi. Bu maksatla insanları da terk ederdi. Bir kadın ona musallat oldu. Bir hizmetçisini göndererek:

– “Bir hususta şahitlik yapmak üzere bana bir uğrayıver” diye kendisine haber yolladı.

Adam kabul ederek, kadının evine girdi. O eve girince kadın bütün kapıları kapattırarak odasına aldı. Adam bir de ne görsün, karşısında kendisini beklemekte olan çok güzel bir kadın var. Kadının yanında bir çocuk ve içerisinde içki bulunan bir de kap vardı. Adama:

-“Seni buraya şahitlik falan yapman için çağırmadım, ya Allah’ ı inkar etmen, ya bu çocuğu öldürmen ve ya bu şaraptan içmen ve yahut da benimle ilişkide bulunman için çağırdım. İtiraz edecek olursan imdat diye çığlık atıp seni rezil edeceğim.” der.

Adamcağız meselenin ciddiyetini anlayarak, bunlardan birini yapmaktan başka çıkar yol olmadığı kanaatına varır. Belayı en ucuz atlatma yolu olarak, şaraptan içmeyi tercih eder ve:

Bir kadeh şarap ver” der. Kadın da verir.

Adam:

Bir kadeh daha” der. Derken, sarhoş olarak kadınla ilişkide bulunur, kendisini küfre atan sözler sarf eder ve çocuğu da öldürür.

Sonra kadın ona:

Yemin olsun ki, sarhoş olunca önceden yapmam diye reddettiğin bütün tekliflerimi eksiksiz yaptın” der.

Şu halde içkiden sakının. Allah’a yemin olsun, imanla içki ip ti lası, bir adamın göğsünde ebediyyen bir araya gelmez.Bunlardan biri diğerini göğsünden mutlaka çıkarır.”

Görüldüğü gibi temsîl içkinin zararlarını anlatması babından çok dikkat çekicidir. Aynı zamanda içkinin bütün

kötülüklerin anahtarı oluşuna da güzel bir örnek olmaktadır.

d-Tavla Oynamanın Eli Kana Bulamaya Benzetilmesi

Hz. Peygamber (sav) tavla oynamayı, elin domuz etine ve kanına bulaştırılmasına benzeterek “Tavla oynayan, sanki elini domuz etine ve kanına bulamış gibidir”buyurmuştur.

İslâm’da domuz; etiyle, kanıyla ve her şeyi ile yasaklanmış ve haram edilmiş necis bir hayvandır. Eli, ete ve kana bulamaktan maksat bu haram olan hayvanın etini yemektir. Tavla oynayan kişi de sanki elini haram ve pis olan böyle bir hayvanın etine ve kanına bulamış gibi necis ve pis bir işle meşgul olmuş sayılmakta ya da tavla ile kazandığını yemesi domuz etini yemek gibi haram olmaktadır. Domuz etini yiyenin haram işleyerek Allah’a ve Rasûlüne isyan etmesi gibi hadîste,

“Tavla oynayan kişinin, Allah’a ve Rasûlüne isyan etmiş” olacağı bildirilmektedir. Heytemî, buradaki teşbihin şiddetli bir tehdit ifade ettiğini belirtir.

Bu cihetle hadîste, tavla oynamanın kötülüğünü belirtmek ve tavla oynamaktan sakındırmak için bu teşbih kullanılmıştır.

c- Faydası/ Şeylerle Meşgul Olmanın Şeytana Tabi Olmaya Benzetilmesi

Ebû Hureyrc (ra.) rivayet ediyor: Rasûlüllah (sav) bir güvercinin peşine düşüp onunla oynayan bir adamı görür ve

“Bir şeytan, bir şeytaneye tabi oluyor.”  buyurur.

Şeytanın vazifesi insanı gaflete düşürmek ve onu mâlâyani şeylerle meşgul ederek Allah’ı anmaktan alıkoymaktır. İşte bu hadîste dc, güvercinle oynayan adam, güvercinin peşine düşerek mâlâyani, boş şeylerle meşgul olduğu için; şeytana, Allah’ı anmaya veya faydalı şeylerle meşgul olmaya mani olduğu için güvercin de şeytaneye benzetilmiştir

Bu hadîs, kuş ve benzeri hayvanlarla lüzumsuz yere vakit geçiren ve Allah’ı anmaktan uzak olan herkes için geçerli bir duruma delil olabilir.

 

………………………………

 

D- KADINLARIN KAREKTERİZE EDİLDİĞİ BAZI HADÎSLERDEKİ TEŞBİHLER

1- İncelik ve Letafet Cihetiyle Kadınların Cam Şişeye Benzetilmesi

Enes b. Malik (ra.) anlatıyor: Peygamber (sav), (bir sefer esnasında) hanımlarından bazılarının yanma geldi, aralarında Enes’in annesi Ümmü Süleym de vardı. Peygamberimizin hizmetçisi Enceşe de güzel sesi ile şiirler söyleyerek kadınların bindiği develeri sevk ediyordu. Hz. Peygamber ona:

– “Ey Enceşe! Cam şişelerini sevk edişini yavaş yap”

buyurmuştur.

Hadîste kadınlar rikkat, letafet ve bünyelerinin zayıflığından dolayı hemen incinmeleri ve rahatsız olmaları ciheti ile cam şişelerine/Kavarir’e benzetilmiştir. Bundan dolayı Enceşe’ye bu cam şişelerinin yüklü bulunduğu develeri de yavaş yavaş sevk etmesi emredilmiştir. Yani cam şişeleri gibi olan kadınların bindiği, develeri yavaş yavaş yürüt, demektir. Çünkü develer teğanni ve terennüm ile sürüldüğünde hızlı giderler. Dolayısı ile develerin üzerinde bulunan zayıf ve nahif olan kadınlar incinirler veya düşerler, camın kırılması gibi sakatlanırlar. Aynı zamanda hadîste kadınların biyolojik zayıflığına ve psikolojik açıdan hassasiyetine de dikkat çekilmektedir.

Hadîste benzeyen kadın, kendisine benzetilen camdan yapılmış şişeler, benzeme ciheti ise kadın ile cam arasındaki rikkat, letafet, zayıflık ve hemen kırılabilirlik olması gibi özelliklerdir. Bu bakımdan burada tam bir teşbîh-i beliğ vardır. Müşebbeh açıktan zikredilmediği için bunda istiarenin de olduğu söylenmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de Cennet kadınlarının vasfını beyan eden bir ayette kadınlar, yakut ve mercana benzetilerek, “Sanki onlar, yakut ve mercandırlar.” buyurulur. Yani tenlerinin beyazlığında yakuta, yanaklarının kırmızılığında mercana benzerler.

Nitekim Katâde bunu şöyle ifade eder: “Sanki onlar yakut saflığında ve mercan kırmızılığındadır. Yakutu bir ipliğe dizsen sonra arkasından baksan, mutlaka o ipi görürsün.” .

Kurtûbî, âyeti izah ederken şöyle der: “Yakut, taş olmasına rağmen ona bir ip geçirsen yakutun arkasından o ipi görürsün.”. Ömer b. Meymun ise şöyle der. “Hûr-i înderı olan kadını yetmiş kat ipek giyer ve o elbisesinin altından bacak kemiğin iliği dahi görünür. Tıpkı beyaz camın içerisindeki kırmızı içeceğin göründüğü gibi.”’ Hasen-i Basri (v. 110/1698) de “Onlar yakut safiliğinde ve mercan kırmızılığındadır.” demektedir.

Abdullah b. Mesud’un rivayet ettiği bir hadîste de şöyle buyurulmuştur: “Cennet kadınlarından olan bir kadının bacağının beyazlığı yetmiş kat ipek elbisenin altından görünür,hatta iliği bile görünür.” .

Bir başka âyette, Cennet kadınları saklı yumurtaya teşbîh edilerek “Sanki onlar, korunmuş yumurtalardır, buyurulmaktadır. Araplar, beyaz ve safi olan kadınları, sanlık içerisinde beyaz olan deve kuşu yumurtasına benzetirler ki, bu kadınların renklerinin en güzeli kabul edilir. Bunun deve kuşu yumurtasına benzetilmesi de deve kuşunun, o beyaz olan yumurtasını tüyüyle, rüzgârdan ve tozdan koruması ve kırılmasına karşı muhafaza etmesi sebebiyledir. Vakıa süresindeki bir ayette de “Hûr-i în, sanki onlar korunmuş incidirler.” buyurularak, burada da hûriler sedefleri içinde saklanan incilere teşbîh edilmiştir. Böylece Cennet kadınlarının her türlü maddî ve manevî kirlerden temiz olduğu bu gibi teşbihlerle beliğ bir şekilde anlatılmıştır.

2“ Kadınların Tuzağa veya Şebekeye Benzetilmesi

Hz. Peygamber (sav) gençleri delilikten bir parçaya, kadınları da şeytanların iplerine benzeterek “Gençlik cünundan! delilikten bir şu’bedir. Kadınlar da şeytanın ipil şebekesidir. ” buyurmuştur.

Bu hadîste iki tane benzetme vardır: Gençliğin delilikten bir parçaya, kadınların şeytanların iplerine benzetilmesi.

İnsanlar genellikle gençlik devresinde hissiyatları akıllarına galip olduğu için genel itibariyle heveslerine, istek ve arzularına meylederler. Nefislerinin istek ve arzuları peşinde koşarlar. Ne yaptıklarını ve neticelerinin ne olacağını hemen düşünemezler, akıbeti pek fazla hesaba katmazlar, acelecidirler. Tıpkı aklı noksan olan veya delice hareket eden birisinin ne yaptığını bilmediği gibi. İşte bu cihetlerden mecâzî olarak onlarda delilikten bir parça olduğu ifade edilmiştir.

Şeytanlar ise nefislerinin esiri olanları avlamak ve doğru yolda olan insanları doğrudan sapıtmak için genellikle kadınları tuzak ve bir araç olarak kullandıkları için onlar, şeytanların tuzak ipine benzetilmiştir. Bu teşbîh, kadınları tahkir etmemekte, tam aksine Hz. Peygamberin ümmetine olan son derece büyük şefkatinin eseri olarak ümmetini, özellikle de kadınları ikaz ederek şeytanın tuzak ipi ve şebekesi olmaktan sakındırmaktadır. Bu hadîste benzetme edatı ile benzetme yönü terk edildiği için iki tane teşbîh-i beliğ bulunmaktadır.

Kadınların Eğe Kemiğine Benzetilmesi

Ebû Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Muhakkak kadının durumu, dılaın / eğe kemiğinin durumu gibidir. Eğer onu düzeltmeye zorlarsan kırarsın. Eğer ondan faydalanmak istersen, onda bulunan eğrilikle birlikte ondan istifade edersin.” Buhari’nin naklettiği şekliyle “… Kadınlar hakkında birbirinize tavsiye­lerde bulunun. Çünkü kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğe kemiği içerisinde en eğrisi de en yukarıda olanıdır. Eğer onu düzeltmeye kalkarsan onu kırarsın. Eğer onu kendi haline bırakırsan eğrilik halinde devam eder, gider.”

Birinci rivayete baktığımızda kadının durumunun eğe kemiğine benzetildiği, ikinci rivayette de kadının eğe kemiğinden yaratıldığı ifade edilmektedir. Bir kısım tefsir kitaplarımızda ilk kadın Hz. Havvâ’nm yaratılışı ile ilgili yerlerde, yukarıdaki zikredilen hadîsler bu şekliyle ya da daha fazla teferruatıyla nakledilmektedir.

Bu olay Tevrat’ta ise şöyle anlatılmaktadır: “Ve Rab Allah, Adem’in üzerine derin uyku getirdi ve o uyudu. Ve onun kaburga kemiğinden birini aldı ve yerini etle kapadı. Ve Rab Allah, Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve onu Adem e getirdi….

Ancak Kur’ân’a baktığımızda kadının yaratılışı hakkında “O Rabbiniz ki, sizi bir nefs-i vâhidden ve ondan da onun (Ademin) eşini yarattı.” ve “Size, nefislerinizden kendilerine ısınmanız için zevceler yaratmıştır.” buyuru­larak Hz. Adem’in bir asl-ı vâhidden ondan da Hz. Havva’nın yaratıldığı ifade edilmektedir. Ancak Hz. Havvâ’m yaratılışının keyfiyeti anlatılmamaktadır. Hele Hz. Havvâ’nın Hz. Adem’in en üst sol kaburga kemiğinden yaratıldığına dair hiç bir sarahat yoktur. Elmalılı, “O Rabbiniz ki, sizi bir nefs-i vâhidden ve ondan da onun (Adem’in) eşini yarattı.” ayetini tefsir ederken, “Bu nefs-i vâhideden murad Hz. Adem, zevcinden murat da Hz. Havva olduğunda ittifak ve icma vardır. Hz. Adem topraktan bi’l-ıstıfâ olunarak yaratılmış, Hz. Havva da nefs-i Adem’den münşaib olarak yaratılmıştır. Bu mana haberlerde “Havva, Adem’in bir dıl’ından yaratıldı diye nakledilmiştir ki, bir inşikak manası ifade eder. Ve bu mânâ zevciyyet alakasının esası demektir” dedikten sonra Elmalılı, “Muhakkak kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır. Asla bir istikamet üzere doğrulmaz. Ondan istifade etmek istersen eğri haliyle ondan istifade et. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Onun kırılması da boşanmasıdır.” hadîsinde geçen “dili’ /eğe kemiği’“ ve “a’vec /en eğri olan” tabirlerinin bu inşikaka işaret etmekle beraber erkekle kadın arasındaki tabiat farklılıklarının ve kadınların erkekleştirilmeye kalkışılması onları kırıp atmak olduğunu ihtiva eden bir temsil” olduğunu ifade eder .

Bu olay teferruatlı olarak Tevrat’ta geçmekle beraber Ebû Hureyre tarîki ile az farkla değişik şekillerde rivayet edilmekte; Buhâri, Müslim ve Tirmizî gibi muteber hadîs kitablarında da geçmektedir. Hz. Peygamber’in de o zamandaki kültür içerisinde bunu Tevrat’tan nakletmiş olması mümkündür. Zira Peygamberimiz Benî îsrailden ve Tevrat’ta geçen başka kıssa ve haberlerden de nakletmiştir. Bu da onlardan biri olabildiği gibi kendisine ilhamen bildirilmiş olabilir. Ancak Kur’ânın, ilk kadının nefs-i vahideden yaratıldığını bildirmesiyle bu hadîsin Tevrat’ta da bir teşbih olabileceği ve Benî İsrail’in zamanla bunu hakikat telakki elmiş olabilecekleri, dolayısı ile Hz. Peygamber de böylece bu haberi tashih etmiş de olabilir. Ama maalesef, daha sonraları da aynı şekilde bu- hadîsin avam tarafından aynı şekilde hakikat telakki edildiği de bir vakıadır. Bu sebepledir ki bu hadîsin Tevrat’ta da geçmesiyle bunun İsrâilî olabileceği ihtimali ile tenkit edilmektedir.

Şunu hemen ifade edelim ki: Hz. Peygamber (sav) den böyle bir hadîsin vârid olmuş olması bunun, kadınların tabiatlarının, mizaçlarının ve ahlâklarındaki karakteristik özelliklerinin ve zafiyetlerinin beyanı için beliğ bir teşbîh ve temsîl olarak anlaşılması gerektiği düşünülmelidir. Bu hadîs, bazı rivayetlerde teşbîh edatı “ke’d-dıla’ı/ eğe kemiği gibi” nakledilirken , bazen de teşbîh edatı olmaksızın “el-mer’etü min dıla’ın” şeklinde teşbîh-i beliğ olarak rivayet edilmiş­tir. Bazı rivayetlerdeki, kadınların kaburga kemiğinden yaratıldığını ve onda eğrilik bulunduğunu, bunun da tam olarak düzeltilmesinin mümkün olmadığını belirten ifadelerin ise İbnu

Hacerin ile söylediği gibi  manayı kuvvetlendirmek için irâd edilen ifadeler olduğu söylenebilir.

Buhari şarihlerinden Aynî, Hz. Havva nın yaratılışı ile ilgili yukarıda naklettiğimiz teferruatı söyledikten sonra en sahili, doğru olan şudur der ve “O Allah ki, sizi bir nefs-i Yitiriciden yarattı” ayetini zikreder. Yani Hz. Havva’nın o asl-ı vahidden yaratılmış olduğuna dikkat çekerek, hadîsi şu şekilde i zatı eder: “Onu düzeltmeye kalkarsan kırarsın”. Bunun, boşanmaya dair bir darb-ı mesel olduğu söylenir. Yani ondan bu eğriliğini terk etmesini istersen iş boşanmaya kadar varır. Hatta Müslim’in rivayetinde “onu kırmak, Onu boşamaktır” ziyadesi vardır. Kadının kaburga kemiğine benzetilmesi, onların yaratılışlarındaki durum ve davranışlarını temsîl etmektedir. Çünkü kaburga kemiği eğridir, vücuda da ancak bu haliyle faydalıdır, bu kaburgadan bu şekliyle yararlanmak ancak bu eğrilikleriyle mümkün olur. Kadında bu şekildeki yaratılışı ile değerlidir, güzel ve faydalıdır. Tıpkı, bir ressamın sanat eseri olarak çizdiği eğri büğrü çizgiler, sanattan anlamayan için hiçbir güzellik ve sanat ifade etmese de onu çizen ve o sanattan anlayanlar için çok büyük değer ve güzelliği haiz olması gibi.

İbn Hacer de farklı bir yaklaşımla bu hadîsten teşbihin inceliğinin anlaşıldığını, çünkü kadının aslı kaburga kemiğinden olduğu için onda da eğriliklerin bulunduğunu söyler ve şöyle bir ince noktaya da dikkat çeker: Hadîsteki “kaburga kemikleri içerisinde en eğrisi de en üsttekidir” ifadesi,

İcadının başına ve başındaki dilme işaret etmektedir. Zira insana en çok eziyet veren dilidir, der .

Hadîslerde, kadının Hz, Adem’le bir asıldan hatta onun kaburga kemiğinden yaratıldığına işaret edildiği ifade edilmekle birlikte, esas olarak kadının eğe kemiği gibi, yaratılışında ve tabiatında bir takım hassasiyetlerin bulunduğu böyle bir benzetme ile anlatılmaktadır. Dolayısı ile bu hadîslerin, sadece kadının, karı koca ya da nikah meselesinde değil aynı zamanda onların eğitimi, aile içi muamele ve kadınlar ile geçim konusunda ele alınması, kadınların biyolojik, psikolojik ve ahlâkî durumları gibi bütün yönleri ile değerlendirilmesi gerektiğini gösteren bir teşbîh olarak kabul edilmesi gerekir. Çünkü eğe kemiği, esnekliği olmayan, düzeltilmek istendiğinde çabuk kırılabilen, kendi haline bırakıldığında da eğrilikte devam eden bir yapıya sahiptir ki, bu hâli vücuda en layık ve en faydalı şeklidir. Bunun gibi kadın da yapı ve yaratılış itibariyle gayet nazik ve nahif, duygusal ve hissî özellikleri olan, esnekliği fazla olamayan bir varlıktır.

Bir rivayette kadınların cam şişelere benzetilmesi bunun en güzel örneğidir. Psikolojik olarak da çok nazik ve hemen incinebilir, çabuk üzülebilir bir yapıya sahip bir varlıktır. Aynı şekilde kadın, erkeğe nazaran genel olarak daha fazla isyanları olan, fevri hareketleri bulunan, çabuk kızabilen ve erkeğine karşı en küçük ve basit bir şey karşısında hemen isyan edebilen bir özelliğe sahiptir. Tüm bu anlatılanlar nazara alındığında bu hadis kadının karakterini sembolize eden beliğ bir benzetmedir.

Buhârî, konu ile ilgili hadîsi Nikah kitabında “Kadın, kaburga kemiği gibidir” bab başlığı altında, Tirmîzi de “Kadınlarla iyi geçinme” bâbında zikreder. Bu râvilerin, bu rivayetlerin başına böyle başlık koymaları ve bu rivayetleri nikah, talak ve kadınlarla iyi muaşeret konularında nakletmeleri, konumuz açısından büyük önem arz etmektedir.

İşte bu ve buna benzer durumlar karşısında kadınlar için alınması gereken tavrı Hz. Peygamber böyle bir teşbihle bizlere öğretmiş bulunmaktadır: “Muhakkak kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır. Asla bir istikamet üzere doğrulmaz. Ondan istifade etmek istersen eğri haliyle ondan istifade et. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Onun kırılması da boşanmasıdır. hadîsinde, kadına asla erkeğin kendi arzusuna uygun tam bir mükemmelliğin ve arzu edilen şeklin verilemeyeceğine dikkat çekilmektedir. Aksi takdirde onun kırılacağına, yani işin sonu boşanmaya kadar varabilecek bir duruma geleceği ifade edilmiştir. Onun için kadından dört dörtlük melekvâri bir mükemmellik beklenilmesi de kadının bu yaratılışına zıt bir beklenti olur. O da fıtrata muhalif hareket etmek demektir. Çünkü kadın melek değildir. Kaldı ki, erkekler bile her hareket ve davranışlarında istenilen manada dört dörtlük değillerdir ki bu kadınlardan beklenilsin. Zaman zaman bazı kişilerin kadınların eğe kemiğinden yaratıldığını belirten hadîsleri kabul etmemeleri ve bunun kadınları aşağılayıcı bir durum olarak algılamaları, meselenin tam olarak anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır.

Her şeyden önce Allah’ın böyle bir yaratmayı gerçekleş­tirmesi kudreti dahilindedir ve insanlara danışması da gerekmez.

İkinci olarak bu tesbit kadınları aşağılayıcı bir durum olmaktan öte, kadınları layık oldukları mevkiye konulması ve fıtratlarına uygun hareketlerle muamele edilmesi gerektiği istenmektedir ki bu, kadm hakları açısından son derece önemli bir husustur.

Gerek erkek gerekse kadınlar kendi öz cevherlerini keşfedebilseler ve kendi mahiyetlerine göre hareket etmeyi kabullenebilseler, o zaman bu hadîsin ne kadar yerinde ve manidâr bir ifade olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

………………………………..

D- MUSİBET İLE İLGİLİ TEŞBİHLER

Musibet; âfet, belâ, felâket ve hastalık gibi insanın karşılaştığı şeylerdir.

İnsanlar, içinde yaşadığı âlemde çeşitli sıkıntılar, zorluklar, felaketlerle karşı karşıyadır. İnsana sıkıntı ve ıstırap veren her şey -en küçüğünden en büyüğüne kadar hepsi-onun için birer musibettir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Biz sizi, biraz açlıkla, biraz korku ile, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz eksiltmekle denemekteyiz. Sabredenleri müjdele ki, onlara bir musibet isabet ettiğinde ‘Biz, Allah içiniz ve yine O’na döneceğiz’ derler.” buyurulmaktadır.  Bu musibetlerden bazıları maddî, bazıları da manevîdir. Musibet bazen ferdî olur, bazen de umûmi olur. Musibetlerden biri de hastalıklardır.

/- Maddî Hastalıklar

Hz. Peygamber (sav) getirdiği Kur’ân’la manevî hastalıkları tedavi ettiği gibi, telkin ettiği bazı düsturlarla da bir çok maddî hastalıklara reçete sunmaktadır. Bu reçeteyi sunarken teşbih sanatını da kullandığı görülmektedir. Bunlardan bazılarına aşağıdaki örnekleri verebiliriz.

a- Hummâ (Sıtma) Hastalığının Cehenneme benzetilmesi

Hz. Peygamber (sav) ateşli bir hastalık olan hummânın hararetini Cehennem ateşine benzeterek şöyle buyurmaktadır:

”humma/sıtma, Cehennem ateşindendir. Hararetinizi su ile soğutunuz.”

Hadîste zikredilen humma/hararet’in gerçekten Cehennem ateşinden olduğu şeklinde anlaşıldığı gibi bunun bir teşbîh olduğu da ifade edilmektedir. Çünkü hummânın harareti, cehennemin hararetini hatırlatmak için cehenneme benzetil­miştir. Benzetme yönü, cehennemin harareti, kendisine yakın olanı nasıl helâk ederse, onun hararetinden bir parça olan humma da yükseldiğinde insanı helak eder. Hummânın hararetine dayanamayan insan, Cehenneme hiç dayanamaz,demektir. Hummalı olanın hararetinin su ile teskin edilmesi ve söndürülmesi ifade edilmektedir ki, hararet hastadan uzaklaşsın.

Hadîste, Cehennemin hararetini de insandan uzaklaştıran veya insanın cehenneme girmesine sebep olan günahlarının abdest suları ile uzaklaştırılmasına da bir işaret olabilir. Çünkü hadîslerde abdest sularının damlaları ile günahların döküldüğü ve kılman beş vakit namazın, aralarında işlenen küçük günahlara keffaret olduğu beyan edilmektedir.

Hadîste teşbîh edatının ve benzetme yönünün terk edilmesiyle teşbîh-i beliğ bulunmaktadır.

b- Sivilcenin Ateşe Benzetilmesi

Hz. Peygamber (sav)’in ayak parmakları arasında küçük bir sivilce çıkmış ve onun üzerine toz (pudra halinde bir şeyler) koyarak “Ey büyüğü söndüren ve küçüğü büyüten Allah’ım! Bu sivilceyi benden söndür.” diye duâ eder ve şifa bulur. Burada sivilce, vücuda verdiği elem sebebiyle ateşe benzetilmiş ve ondan şifa bulmak da o ateşin söndürülmesine teşbih edilmiştir. Hadîste istiârenin üç çeşidi de bulunmaktadır. Şöyle ki- sivilcenin ateşe benzetilip, ateşin terk edilmesi ve onun levâzımmdan olan söndürülmenin zikredilmesiyle istiâre-i mekniyye, söndürme işinin ateşi akla getirmesiyle istiâre-i tahyîliyye, ateşin söndürülmesiyle sivilceden şifa bulma kastedilmesiyle de istiâre-i tebe’ıyye olmaktadır,

c- Cimriliğin Hastalığa Benzetilmesi

Hz. Peygamber (sav) “Cimrilikten daha büyük hangi hastalık vardır” buyurarak cimriliği hastalığa benzetmiştir.

Hakikatte cimrilik maddî bir hastalık değil, manevî bir hastalıktır. Maddî hastalığın vücudun sıhhatini bozması gibi,manevî olan cimrilik de insanın ahlâkını ve tabiatını bozması sebebiyle makul olan bir durum hissi olan hastalığa teşbit edilmiş ve bunun mezmum bir ahlâk olduğuna işaret edilmiştir.

Böylece hadîste teşbîh-i zımnî bulunmaktadır.

Fakirlik

a- Fakirliğin Sele Benzetilmesi

Bir adam Hz. Peygambere gelerek “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben seni seviyorum” der. Hz. Peygamber de:

“Ne söylediğine dikkat et”

Adam:

“Vallahi ben seni seviyorum.” der ve bu sözünü üç kere tekrar eder.

Rasûlüllah, bunun üzerine o adama:

– “Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü fakirlik beni sevene, hedefine doğru akan selden daha hızlı gelir,” buyurur.

Burada fakirliğe karşı bir zırh hazırlanması ifade ediliyor ki, fakirliğin arkasında zahmet, meşakkat, belâ ve musibetler vardır. Bir hadîste “Mü’min erkek ve kadında, üzerinde günah olmaksızın, Allah’a kavuşuncaya kadar, bedeninde, ehlinde ve malında, belâ devamlı olur.” buyurulur. Bir rivayette “çocuğunda” ifadesi de vardır. İşte musibetlere karşı koyabilecek en sağlam koruyucu da ancak sabır zırhı olabilir. Onun için Peygamberi gerçekten çok sevenin O’nun yolunda, bu gibi hâdiselerin başına gelebileceğini hesaba katarak bu yola baş koyması gerektiğine dikkat çekilmektedir. Bunun için de üzerine selden daha süratli bir şekilde gelen sıkıntılara karşı koyabilecek sabır zırhının hazırlanması gerektiği vurgulanmak­tadır.

Bu sebeple Hz. Peygamber (sav) adama, “Ne söylediğine dikkat et, söylediğinde samimi isen benim yolumda bunlar var. Sen gerçekten beni seviyorsan bunlara katlanmak zorundasın, manasında kendine zırh hazırlamasını söylemiştir. Bu durum, Hz. Peygamberin hayatında böyle olduğu gibi vefatından sonra da onun sünnetine tam bağlı olarak yaşamak isteyenlerin de aynı durumlarla karşılaşabilecekleri muhakkaktır. Öyle de olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Bunun için her zaman ve zeminde o zırhın hazır bulundurulması gerekir. İbrahim Canan, bu mi’yarın zamanımız açısından çok daha muteber olduğunu söyleyerek şöyle der: “Çünkü, öncelikle farz ve sünnetlerin yaşanmasında ifadesini bulan sevmeye, zamanımızda çok maniler var. Bırakalım pek çok hayatî sünnetler, farzların yerine getirilmesi bile bir kısım riskleri beraberinde getirmekte, mü’minleri işinden, aşından,terfisinden etmektedir. Sünnete uymanın getireceği bu riskleri göze alamayıp, tavizkarlığa düşen rahatına bağlı müslümanlar, şartların daha da ağırlaşmasına zemin hazırlayıp, dini hayatta daha çok tavizler istenmesine sebep olmaktadır.”

Böylece hadîste sabrın zırha, belanın gelişinin hızlı akan sele benzetilmesiyle iki tane teşbîh bulunmaktadır.

Ateşin Düşmana Benzetilmesi

Hz. Peygamber (sav) “Evlerinizde geceleri ateşi yanar halde bırakmayınız, çünkü o düşmandır.” buyurmaktadır. Bir rivayette de “Ateş düşmanmızdır, ondan sakının” buyurulur. Hadîste ateş düşmana benzetilmektedir. Zira düşman, her zaman hasmını yok etmek ya da onu mağlûp etmek için uyanık olur. Hep fırsat gözetir. Fırsatını bulduğunda taarruza geçer. Ateş de tedbir alınmazsa insanın, farkına varmadan malını ya da canını yakar ve yok eder. Böylece ateşin düşmana benzetilmesi onun insanın canına ve malına vereceği zarar itibariyledir. Yoksa ateş her zaman ve her yönü ile zararlı demek değildir. Bunun için “o düşmandır” derken ateşe karşı dikkatli olun, demektir. “Ateş düşmanınızdır, ondan sakının” ifadesi ile ateşe karşı tedbirli olunması istenmektedir. Hadîs, her zaman olduğu gibi özellikle asrımızda elektrikli ve gazlı cihazların kullanımının artmasından, kömür ve odun kullanılan sobaların gece sabahlara kadar yakılmasından dolayı bir çok yangınların ve zehirlenerek ölümlerin meydana geldiği günümüz açısından bakıldığında ne kadar manidar bir hadîstir. Aynı zamanda, sakınılması gereken ateşin, dünyadaki ateş olmakla birlikte cehennem ateşine de işaret ettiği ifade edilmektedir. Çünkü Cehennem ateşi de insanı helak eden bir ateştir ve dünya ateşinden daha şiddetlidir. Durum böyle olunca, Cehenneme düşmemek için ona karşı tedbirin alınmasına dikkat çekilmektedir. Bu durumda da oraya götürecek hallerden sakındırılmaktır.

Hadiste teşbih edatının ve benzetme yönünün zikredilmemesiyle teşbîh-i beliğ bulunmaktadır.

Fitneler

Hz. Peygamber (sav), hem gaybî hem de istikbâle ait haber verdiği olaylardan birisi de ümmetinin karşılaşacağı gecenin karanlıkları gibi fitnelerdir . Hz. Peygamber’in haber verdiği bu olaylar, Peygamberimizin zamanı ve haberin irâd edildiği tarih itibariyle gaybî ve istikbâlidir. Zamanımız itibari ile de bu olayların bazısı vuku bulmakla mazi olmuştur. Mâzide olanlar da yine bizim için gayb hükmündedir. Mâzinin insanları için ise günümüzdeki olaylar gaybî ve istikbâli idi. Bizim için de içinde bulunduğumuz zamandan sonrası gaybî ve istikbâli olmaktadır. Dolayısı ile Hz. Peygamber (sav) ümmetini karşılaşabileceği önemli olaylardan bazılarım fitne adıyla haber vermiş ve bunlardan korunma reçetelerini sunarak bu fitnelerden sakındırmıştır. Bu konuda bir çok hadîs vardır.

Hadîs kitablarında “fiten” bölümleri bulunmakla birlikte İbnu’l-Esir, Hz. Peygamber (sav)’in gaybî ve istikbâli olan fitnelerle alakalı hadîslerini, müstakil olarak “Kitabü’n-Nihâye ev el-Fiten ve’l-Melâhim” isimli iki cilt halindeki eserinde toplamıştır.

Hz. Peygamber (sav)’in gaybî ve istikbâli olan bu olayları haber verirken bir takım teşbih ve temsillerle anlattığını

görmekteyiz. Fitne kelimesinin kısaca manalarını verdikten sonra bu teşbîh ve temsillere örnekler takdim etmeye çalışacağız.

Fitne; meşakkat, zorluk, azâp, küfür, günah, anarşi, rezalet, fücûr, musibet ve insanların hoş karşılamadıkları şeylere denir. Fitne kelimesinin çoğulu “fiten”dir, “melâhim” olarak da zikredilmektedir.

a- Fitnelerin Karanlık Gecelere Benzetilmesi

Hz. Peygamber (sav)’in istikbâlde vukû bulacak olan karanlık gecenin parçaları şeklindeki fitnelerle ilgili hadîslerden birisinde şöyle buyurur: “Kıyametten önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler olacak, (o fitneler geldiğinde) kişi miı min olarak sabahlar kâfir olarak akşamlar, mü’min olarak akşamlar kâfir olarak sabahlar. Bir kısım insanlar dinlerini dünya menfaati karşılığında satarlar.” Bir rivayette de “(o fitneler gelmeden önce) iyi ameller yapmakta acele edin ”buyurulur.

Hadîste istikbâlde meydana gelecek olan bu fitneler, hayrı-şerri belli olmayan gecenin zifiri karanlığına benzetilmektedir. Benzeyen; fitneler, kendisine benzetilen; gece, benzetme edatı “kef’harfi, benzetme yönü karanlıktır ki, o karanlıkta vukû bulacak olan haller, insanın mü’min iken kafir, kafirken mü’min olabileceği ve dinini menfaat karşılığında satabileceği kadar dehşetli durumlardır. Yani kıyametten önce insanların başına öyle fitneler gelecek ki, o zamanda insanlar helali haram, haramı helal kabul eder veya tam aksi olur. Bu suretle akşam mü’min iken sabah kâfir, sabah kafir iken akşam mü’min olur.

Hz. Peygamber (sav) ümmetinin başına gelecek ve insanları hayrette bırakacak olan böyle fitnelerin korkunçluğunu, dayanılmazlığmı ve tiksindiriciliğini, gecenin zifiri karanlığına benzetip, makul olanı mahsus olanla tasvir ederek anlatmıştır. Bununla birlikte f-0 fitneler gelmeden önce iyi ameller yapmakta acele edin” ifadesiyle de bu fitnelere karşı koyabilmek ve engel olabilmek için gerekli tedbirlerin alınmasını, gelecek fitnelere karşı hazırlıklı olunmasını istemiştir.

b- Bazı İnsanların Dinden Çıkmasının Okun Yaydan Çıkmasına Benzetilmesi 

Hz. Peygamber (sav) “Ahirzamanda yaşları küçük, akılları kıt bir kısım insanlar (kavm) çıkacak ki, onlar Kur’ ân’ ı okurlar ancak gırtlaklarından aşağıya geçmez ve onlar ok’un yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar” buyurmuştur. Burada “Onlar Kur’ân’ı okurlar ancak gırtlaklarından aşağıya geçmez” ifadesinde manevî olan Kur’ân, maddî olan ve boğazdan geçen maddî bir gıdaya benzetilmiştir. Esas mana ise; Kur’ân’ı okuyup da onunla amel etmeyenin bu okumasını Allah kabul etmez ve o kişiye bir fayda da vermez. Tıpkı boğazdan aşağıya geçmeyen gıdanın insana bir faydasının olmaması gibi.

“Onlar okun avdan çıktığı gibi dinden çıkarlar” ifadesi de bu insanların dine hızlı girmeleri ve dinden çok çabuk çıkmalarını tasvirdir. Bu durum, bir avcının okunu kuvvetle ava atıp, okun hemen avın öbür yanından çıkmasına benzetilerek temsilî bir teşbih ile anlatılmıştır. Burada istiâre-i tebeı’yye vardır.

Hadîste, dinden böyle çabuk çıkan insanların Harura haricileri olduğu bildirilmekle birlikte, İslâm adına ortaya çıkan ve İslâm namına hareket ettiğini söyleyen ancak İslâm’dan habersiz olan, okuduğu Kur’an’la amel etmemenin yanında, her türlü (küçük- büyük) günahı işleyenin dinden çıkacağını söyleyen tabiri caiz ize kraldan fazla kralcı geçinen kişilerin, hadîsin ifadesiyle okuduğu Kur’an’ın gırtlağından aşağıya bile geçmeyen bu şekilde hâricî zihniyete sahip insanlar, İslâm tarihi boyunca bulunmuş günümüzde de bulunmaktadır. Bundan böyle de olacaktır.

 

Kaynak:Edebi Açıdan Hadislerde Teşbih ve Temsiller – Yrd.Doç.Dr.Adem Dölen

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir