Cuma’nın Anlamı

Birlik Cuma'nın Anlamı

 

 

İslâm ruhunun yeniden doğuşunda, ruhumuzun İslâmla yeniden aydınlanışında, ölü kalblerimizin dirili­şinde, cumayı, cuma namazı etrafında toplanan gücü, yoğunluğu anlamak ve kavramak, belki de, en önemli «harekete getiren ilk motiflerden biri olacaktır.

Cuma, belki de bir gün Asya’da ve Afrika’da müslümanın direnişinin ilk adımı olacaktır.

Cuma, kendisine açılan yeni dünyalarda islâmda dirilmenin ilk tohumu olacaktır.

Cuma namazı, îmam-ı Âzam Ebû Hanife sistemi içinde bir bakıma bir «devlet namazıdır. Yani müslümanların kendi devletlerini gerçekleştirmelerinde mih­ver, merkez rolünü oynayan namaz. Bu açıdan, cuma namazı insanı, «imam fikrine, «İmam fikri de «dev­let» idesine götürür. Devlet, imam, namaz ve insan, cuma tapınmasında bir bütünlük, kutsal bir beraberlik içinde Allaha yönelir, imam, müslümanları kendileri­ne din ve dünya işinde önderlik yapmak için seçtikleri «baş» demektir.

Devlet, İslâm toplumunun içe doğru ve dışa karşı yaşayış kuruluşu demektir. İşte, cuma nama­zı, her hafta, bu «baş»la toplumu, devletle halkı bir araya getiren, Allah huzurunda birbiriyle hesaplaştıran, birbirine bağlılık derecelerini Allahın önünde kontrol eden, imtihana çekeri, bu kutsal afinitedeld çürüyüş ve gevşeyiş noktalarım eriten, bu sıkı bağlı­lığı tazeleyen ve dirilten, adeta her hafta bir ab-ı hayat iksirinden geçiren, kevserle arıtan kutlu bir tapınma­dır.

îmam-ı Şâfi sisteminde de cuma namazı bir nevi «toplum namazı»dır.İmam mı toplumdan öncedir, top­lum mu imamdan önce? Yani -toplum ancak bir baş etrafındaki toplaşmayla meydana gelir- düşüncesiyle -var olan bir toplumdan kaçınılmaz olarak bir baş do­ğar- düşüncesi arasındaki fark. Gerçekte bu bir sistem farkıdır, bir realite farkı olmaktan çok. Realitede ikisi aşağı yukarı aynı kapıya çıkmaktadır. Biri «baş»tan topluma doğru gitmekte, öbürüyse toplumdan başa varmakta, fakat eninde sonunda «baş» ve -toplum- cuma namazının zaruri öğeleri olmaktadır.

Imamıyla, toplumuyla var olan zamanlarında İslâm kitlesinin cu­ması, bu iki sistemi birbirinden ayrılmazcasına birleş­tirmektedir. Ancak sarsıntı zamanlarında, buhran günlerinde, İslâm toplumun un zayıflama veya ölüm kalım vakitlerinde, çırpmış, bir «baş» doğurmak veya bir «toplum» doğurmak, daha doğrusu birisini ortaya çıkarır ve öbürünü kurarken birinden birine öncelik tanımak şeklinde belirebilir. Böylece, bu iki büyük ima­mın sistemleri, hal veya şartlara, aksiyon adamlarının ve topluluklarının mizaçlarına uygun bir kurtuluş yo­lu seçmelerinde usul alternatiflerini arttırmakta, im­kânları genişletmekte, sonuç da değişmeyeceğine göre Ulu Peygamberin sözü uyarınca ikisi arasındaki nüans bir rahmet kaynağı olmakta.

Cuma namazı ve daha geniş anlamıyla cuma, önümüze müslümanın önüne geniş anlam ufukları aç­maktadır. Cuma, yahudilerin cumartesileri ve hristiyanların pazarlarının aksine, bir iş ve hareket günüdür, toplumsal ve siyasal yakınlaşma ve bağdaşmaların hafta içinde birike birike en büyük yoğunluğuna erdiği vakittir. Pazar ve cumartesi, bir çözülüş bir tatil bir duruş bir ara veriştir yahudi ve hıristiyan toplumları için.

Bu oluşa ve akışa hep dünya açısından bakıştan ileri gelir. Hayatı sırf dünya hayatı görmek, o dinleri hiç olmazsa haftada bir günü dine ayıra­bilme çabasına sürüklemiştir. Hâlbuki islâmda zaten her an ve her gün, her vakit ve her zaman, din ve dün­ya ayrılmaksızın bir akış ve oluş gerçekleştirildiğine göre,ayrıca ihtiyaç yoktur. Beş vakit namaz ve içi­mizdeki İslâm ve iman ruhu, her anı ve zamanı günün dönüm noktalarını İlâhi birer bekçi gibi sürekli olarak kollamaktadır. Din ve devlet, dünya ve ahiret düşünce­leri, duygu inanış, düşünce ve davranışlarımızda dai­ma bir arada mütalâa edilmektedir.

İnceleyin:  Zaman ve İnsan

Bu bakımdan, cu­ma namazı, tapınma açısından haftalık bir yoğunlaş­ma Olduğu kadar ve daha çok, dinle dünyayı, ahiretle bu âlemi, devletle toplumu, başla topluluğu birbirinden ayırmağa zorlayan etkenler ortadan kaldırma hikme­tiyle yüklü olarak gelmekte, dinî-içtimaî bir kurum ola­rak islâm toplulumunu diriltmekte ve tazelemektedir.

Cami, böylece, islâm toplumu ideasında sadece bir tapmak olmaktan fazla bir şeydir. Cami, sadece bir ta­pmak olmak demek olsaydı, o zaman «mâbed» kelime­sinden, «mescid» kavramından ayrı olarak «cami» fikir ve ismine lüzum olmayacaktı. Halbuki, cami, mâbed ve mescid kavramlarının anlamını da içinde taşıyarak, devlet ve toplumu bir araya getiren «toplayıcı» bir ku­rum olmaktadır. Devlet başı, devlet adamları ve halk, her cuma cami tarafından bir araya getirilerek karşı­laştırılmakta ve kaynaştırılmak tadır.

Cami, islâm toplumunun Kur’an hükmüyle diri ve sağlam, islâm terazisiyle dengeli bir forumu, agorası ve parlamentosu­dur. Hutbe, devlet başının İslâm toplumuna haftalık bir tebliği, bildirisi, Allaha yönelerek o toplumun başı olarak dua ve niyazı, halka dönerek buyruğu ve öğüdü­dür. Hutbe, İslâm toplumun un devlet başı ağzından in­sanlığa bir kurtuluş çağrısı, müslümanlara da iyiye, daha güzele, daha doğruya gitmeleri için imam tara­fından yöneltilmiş bir buyrultu, bir sestir.

Evet, cuma, cami, hutbe ve imam, bir sestir. Her an yaşayan islâmın yükselen sesidir. Ezan bu sesin pro­logu, dua epiloğu, hutbe ve namaz da esas metnidir adetâ. Aydınlar ve halk, bir araya gelerek bu sesi ruh­larına geçirirler ve camiden evlerine ve işyerlerine, ödevlerine dönerken bu sesi yaymanın şuurunu güçlen­miş bulurlar yüreklerinde. «Allahın eli topluluğun üs­tünde olur» her zamandan çok o an.

Vahiy ve hadis, Kur’ân ve Peygamber sözü, devlet başlarının ve uyruk­larının ikisine birden aynı zamanda ve yüzyüze ödev ve sorumluluklarım, hak ve yetkilerini hatırlatır, yeni­den bir kere daha kesinlikle çizer. Böylece devlet ve toplum hayatında, bir pürüz ve leke kalmaz. Her cuma tabii bir biat, kelimenin bütün yetersizliğini unutma­dan söyleyelim, bir nevi referandum, bir seçim taze­lenmesi olur. Adına hutbe okunan imama bağlılığı, halkın cumaya gelişinden ve gelişindeki aşk ve şevk­ten anlaşılır.

Tarihteki İslâm toplumları caminin bu dini içti­mai ve siyasi anlamını bütünleştirmek için, ilim yuva­larını, medreseleri de onların çevresine, avlusuna yerleştirmişlerdi. Böylece cami aynı zamanda ilim merke­zi de oluyordu. Bu, zaten Peygamber zamanında, Ashab-ı Suffanın Mescid-i Nebevide oturmasıyla fiilen başlamıştı.Kendini tamamen dinin yayılmasına ve ilme adayanlar caminin ayrılmaz bir parçası idiler.Günlük toplum ve devlet hayatının yönetim merkezi olduğu kadar cihad ve ilim hayatının da kaynağı idi cami. Cami, geçmişte İslâm medeniyetinin doğurgan kurumuydu, denebilirse, ana rahmiydi.

İnceleyin:  Bayram

Cami, şüphesiz en ideal anlamına Peygamber efen­dimiz zamanında sahipti. Peygamber efendimiz, müslümanlara orda beş vakit namaz kıldırıyor, devlet işlerini orda yönetiyor, önemli meseleleri konuşmak için şûra halindeki ashabını orda topluyordu.Hatta oturdu­ğu kutlu evi de Mescide bitişik, kapısı doğrudan doğru­ya ona açılacak şekilde idi.

Şüphesiz önemli olan mekânların yakınlığı değil­dir, ruh birliğidir. Bu bakımdan daha sonraki dönem­lerde islâm devletlerinde yönetim ve oturma yerleri ca­miden biraz uzaklaşmışsa, biz dar ve katı yorumlarla onları kınayacak değiliz. Kendimiz, caminin en ideal ani amma doğru yönelmeli, fakat tarihteki görünüş de­ğişikliklerini bir anda mahkum etmek sertliğinden uzak durmalı, kimbilir hangi şart ve haller altında olu­şan bu vakıaları, derinlemesine inceleyecek olan İslâm medeniyet tarihçilerine bırakmalıyız. Bırakalım geç­mişteki oluş ve değişmeler için onlar hüküm versin; biz de şimdiki zamanımıza ve önümüzdeki zamana ba­kalım. Bu söz yanlış anlaşılmamalıdır.

Bu demek de­ğildir ki, tarihi incelemekten ve anlayıp kavramaya ça­lışmaktan uzak duralım. Tam tersine her müslüman, elinden geldiğince tarihi mümkün olduğu kadar daha çok derinlemesine ve genişlemesine bilmeye çalışmalı, ondan gerekli dersi, öğüdü almalıdır. Kasdettiğimiz,acele verilecek hükümler ve genellemelerdir. Bu hü­küm ve genellemeleri, bütün hayatını o sahaya vermiş yetkililere bırakmak ve bu yetkili tarihçileri yetiştir­mek için elimizden geleni yapmaktır bize düşen. Bir örnek olarak İmamlıktaki Vekâlet müessesesi gösterilebilir. Bu bir zaruretten doğmuştur. Ama bundaki aşırılıklar yetkililerce her zaman tartışılabilir ve tar­tışılmalıdır.

Bizim esas üzerinde durduğumuz nokta, kaybolan ruhtur. Yine camiler vardır; imamlar, cuma namazla­rını kıldırmaktadır. Ama gerçekte, ;cami anlamından uzaklaşmış, cuma namazı da toplu olarak kılman bir namaz olmaktan öteye gitmeyen bir duruma gelmiştir. Camiler, ilim, devlet ve toplumun bir araya geldiği sü­rekli uygarlık kaynağı olmaktan çıkmış, sadece tapı­naklar halinde yaşar olmuşlardır.

Bunu söylerken de elbette ideal anlamı önündeki durumunu çiziyorum ak­tüel olanın. Yoksa, herşeye rağmen ve asgarî anlamda hâlâ camilerin, en mazlûm ve mağdur bir çağında bile, müslümanların manevi hayat merkezi olarak kendili­ğinden ve terkedilmiş bir şekilde de olsa, ilk anda göze çarpmaz olsa da önemli bir ödev gördükleri gerçeğini unutmuyorum. Bunu unutmak, asırların hayat ve me­deniyet merkezi olmuş camilerimize bir haksızlık ola­caktır. Onlarda yaşayan hatıraların bile, anlayabilsek ve sırrına ermeğe çalışsak, dirilişimizin ve uyanışımı­zın canlı tohumlan olarak ayakta durduğuna şüphe yoktur.

İmam, cami, cuma, hutbe kavramlarının gerçek anlamlarını kaybedişi, sadece laik ülkelerde olmamış­tır. Laikliği kabul etmeyen İslâm ülkelerinde de cami ve cuma bütün anlamını korumuş değildir. Aslında kaybolan bir ruh vardır, onu laikliğe bağlamaktan çok, laikliği ona bağlamak daha doğrudur.

Ah, evet, cumanın anlamına kavuşmak, İmama erişmek islâm toplumunun doğmasına doğru koşmak. Cumayı islâm toplumunun doğuş ve diriliş kaynağı yapmak. İslâm aydınlarını derin derin düşündürecek olan konular da bunlardır.

Sezai Karakoç – Kıyamet Aşısı

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir